Trump seçimi kazandıktan sonra, henüz görevi bile devralmamışken, Panama’nın Kanalı’nı, NATO üyesi Danimarka’nın Grönland’ını ve yine NATO üyesi Kanada’nın ise tamamını almak istediğini açıkça ifade etti. NATO üyesi iki ülkeyle ilgili emellerini gerçekleştirmek için silah kullanması şimdilik uzak ihtimal olarak duruyor. Zira İttifak içinde zor kullanımı İttifak’ı dağıtacağı gibi domino etkisiyle, öngörülemez küresel sonuçları da meydana getirebilir. Dünya’nın bu maceraya hayır diyecek yeterince akıllı siyasetçileri olduğu kanaatindeyim. “Akıllı siyasetçi” ifadesini “akıllı mekanizmalar” yerine özellikle kullanıyorum, zira uluslararası ihtilafları çözmede, etkisizliği kanıtlanmış “mekanizmalar” değil “güçlü ve akıllı liderler” her zaman belirleyici olmuştur. Tekrar iki NATO üyesinin, iştahı kabarmış ABD karşısındaki akıbetine dönecek olursak, Trump’ın burada askeri güç yerine olsa olsa Dolar’ın gücünü konuşturacağını tahmin etmek daha gerçekçi görünüyor. Panama’nın durumu ise, askeri darbelerle iyice istikrarsızlaştırılıp ekonomisi çökertildikten sonra ya Kanal işletmesini uzun yıllar ABD’ye devrederek ya da Kanal’ın mülkiyetini ABD’ye satarak devletler ailesindeki mevcudiyetini ancak devam ettirecektir diye düşünüyorum. Her halükarda bu üç ülkenin toprak bütünlükleri ve akıbetleri doğrudan askeri işgallerle değil paranın gücüyle bir hale dönüşecek gibi duruyor. Sonuçta, hiç bir karşılık denetimi olmadan matbaada istediği kadar para basabilme imtiyazı bir tek ABD’de var.
Askeri işgallerle sınarlarını genişletme ve uluslararası hukukun ve mekanizmaların tüm uyarılarına karşı yarattığı “de facto” durumu hukukiymiş gibi sürdürebilme gücü an itibarıyla sadece İsrail’e tanınmış bir imtiyaz olarak duruyor.
İsrail 1967’de Suriye’den işgal ettiği Golan Tepeleri’nin %20’ini 1973 savaşında elinde tutamamış, kalan %80lik kısmı ise 1981’de ilhak edip İsrail toprağı ilan etmişti. BM bu ilhakı kabul etmemiş olmasına rağmen Suriye’ye ait bu toprakların iadesi için hiç bir şey yapmamıştı. ABD ise 2019’da bu ilhakı resmen tanıyan ilk ülke olmuştu. İsrail Golan Tepeleri’ndeki ilhakın yanısıra Filistin Yönetimine ait Batı Şeria’da da, Filistin hükumetinin ve tüm dünyanın itirazlarına rağmen Yahudi yerleşim yerleri kurarak işgalini/ilhakını mütemadiyen genişletmektedir. 8 Aralık 2024’te, Suriye’de Baas rejiminin düşmesini müteakib Golan Tepeleri’nin son %20lik kısmını da işgal ettiği gibi hali hazırda Şam’a doğru işgalini sürdürmeye devam etmektedir.
Askeri güç kullanımıyla sınır değişikliği deneyen bir kaç ülke örnekliğinde sözlerimize açıklık getirelim.
Ermenistan, ta Sovyetler döneminden bu yana Azerbeycan toprağı kabul edilen ve post Sovyet dönemde de Azerbaycan’da kalan Ermeni yoğunluklu Dağlık Karabağ’da 1991’de askeri güç kullanarak sınır değişikliğini denedi ama 2020’de tüm Karabağ’dan, bölgenin maalesef tamamen Ermenisizleştirilmesi sonucunu doğuracak yenilgiyle geri çekilmek zorunda kaldı. İşgali sürdürdüğü dönemde ise, hem daha kısa olmasına rağmen Azeri petrolünün boru hattıyla Ceyhan’a sevkinde, hattın Tiflis’ten geçirilmesiyle devre dışı bırakılmış oldu, hem de Bakü-Kars tren yolu hattının, daha kısa olmasına rağmen Ermenistan üzerinden değil de Tiflis Ahikelek üzerinden geçirilmesiyle büyük bir ekonomik kayba uğradı.
Benzer süreç Rusya-Ukrayna sınır hattında yaşanıyor. Sovyetlerin kuruluşunda, Rus nüfus yoğunluklu gelişmiş Donbass bölgesi, Lenin tarafından Ukrayna’ya bağlanmış, sürgünlerle Tatar nüfus seyreltildiği için Rus nüfus ağırlıklı hale getirilmiş olan Kırım bölgesi ise Ukraynalı Kruşçef tarafından Rusya’dan alınıp Ukrayna’ya bağlanmıştı. Post Sovyet dönemde her iki bölge de iki devlet için ihtilaf kaynağı olmaya devam etti. Kırım, doğrudan askeri güç kullanmadan halk oylaması ile Rusya’ya bağlanırken Donbass’ta yerel Rus güçleri üzerinden yürüyen çatışmalar ve bağımsızlık ilanları Rusya’nın askeri müdahalesine dönüştü. Avrupa’nın doğrudan taraf olduğu Donbass savaşanın akıbetini şimdiden kestirmek güç olsa da Rusya’nın bu yayılmacılığının kendisine hem Suriye’de hem de ülke içinde büyük bir siyasi ve ekonomik yük olmaya devam ettiği görülüyor. Donbas’ın akıbeti ise, şimdilik Rusya’nın beklentileri doğrultusunda çözülecek gibi görünmüyor.
Bir başka örnek Saddam’ın Kuveyt’i işgali. Meselenin temeli çözülmemiş Kürt sorununa dayanmaktadır. Şöyle ki; 1946’da kısa ömürlü İran Mahabad Kürt Cumhuriyeti yıkılınca, Cumhuriyet’in Genel Kurmay Başkanlığı’nı yapan Mele Mustafa Barzani Irak’a dönmeyip 12 yıllık Sovyet sürgününe gider ve ancak Irak’ta darbe ile Kral Faysal indirilip cumhuriyet kurulunca, 1958’de Irak Kürdistanı’na geri döner. 1963 Baas darbesine kadar özerklik mücadelesi ile geçer. Baas yönetimiyle imzalanan bir kaç özerklik anlaşmasının en temel tartışma konularından biri Kerkük’ün özerk bölgeye dahil edilip edilmemesi meselesidir. Bu süreçte petrolü millileştirip Sovyetlerle dostluk anlaşmaları imzalayan Baas yönetimine karşı süren Kürt mücadelesinde, Kürtlere en büyük destek ABD/İsrail’in bölgedeki en sadık müttefiki olan İran’dan gelir, sonuçta İran Batı’nın, Irak ise Sovyetler’in dostudur ve ABD açısından Sovyetleri destekleyen devletlerin zayıflatılması esastır. Irak ve İran arasında devam eden Şatt ul Arab sınır anlaşmazlığı da İran’ın Irak’a karşı mücadele eden Kürtleri desteklemesi için önemli bir gerekçe idi. 1975 yılında Irak ile İran, Şatt ul Arab’ın kontrolünü İran’a veren anlaşmayı Cezayir’de imzalayınca, İran da Kürtlere desteğini çekti. Irak hükumeti Kerküksüz özerkliği onaylamayan Kürtlere karşı özerklik anlaşmasını dayatınca tekrar Kürtler ile Irak arasında savaş başladı ama bu sefer Kürtler İran’dan destek bulamadılar zira ne ABD ne de İran, Kürtleri desteklemedi. Çünkü İran, Şatt ul Arab’ı almış Irak da desteksiz kalan Kürtleri yenmişti. Ta ki, 1979 İran devrimine kadar. İran’da devrim sürecinde korkunç bir iktidar mücadelesinin yanı sıra devletin neredeyse tüm kurumları felç olmuşken Irak, Cezayir Anlaşmasını tek taraflı iptal ettiğini açıkladı ve İran’a karşı, özellikle Arap nüfusun yaşadığı ve petrol bölgesi olan Huzistan eyaletine saldırarak 8 yıl süren savaşı başlattı. Bu süreçte de Kürtler, Saddam’ın Enfal operasyonları ile182 bin kişinin katledildiği ve Halepçe’de 5 bin kişinin kimyasallarla katledildiği saldırıların kurbanı oldular. Bu süreçte de, ABD ve İsrail’in düşmanı olan İran’a saldırdığı için, ne Batı’dan temin ettiği kimyasallarla Halepçe’de katlettiği Kürtlerin ne de Enfal operasyonlarından dolayı öldürdüğü Kürtlerin hesabı Irak’tan soruldu. İran Irak savaşı 88 Ağustos’unda bitince ekonomisi felç olan ve Araplık/Sünnilik adına İran’la savaştığını iddia eden Irak, Suud’dan ve Kuveyt’ten borçlarının silinmesini istedi ama frensiz tarzı, uluslararası hukuka meydan okuyan tutumu ve İsrail’e dönük sert söylemleri nedeniyle İran savaşı sürecinde tehir edilen hesaplaşmanın vakti gelmişti artık. Sistem bu gibileri taşıyamazdı. Ne Suud ne de Kuveyt Irak’ın kendilerinden talep ettiklerini verince Irak Ağustos 1990’da Kuveyt’i 19. vilayeti ilan edip işgal etti. ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri 1991 Mart’ında Irak’ı yenerek Saddam’a Kuveyt’ten çekilmeyi ve tazminat ödemeyi kabul ettirdi. Daha sonra Kürt özerkliğinin temellerinin atıldığı ve 2003’teki 2. Körfez savaşıyla Saddam’ın devrileceği sürecin adımları ogünlerde atılmaya başlanmıştı. Öfkeyle kalkan zararla oturmuş, ne Kuveyt’i elde tutabilmiş ne ülkesini ne iktidarını ne de hayatını koruyabilmişti.
Bu günlerde Suriye’de bir iktidar değişikliği yaşandı ve yeni dönemin kaotik durumundan istifadeyle, uluslararası sistemin “imtiyazlı ihlalci”si İsrail, bir taraftan Suriye’nin kara, deniz ve hava tüm askeri altyapısını imha ederken diğer taraftan da Suriye’nin topraklarını işgal etmeye başladı. Muhtemelen bu fiili durum uzunca bir süre Batılı devletler tarafından anlayışla karşılanacak ve belki de hiç bir zaman İsrail’in işgal ettiği yerlerden çıkarılması mümkün olmayacak. İsrail’e karşı gösterilen bu müsamaha o topraklarda askeri varlık bulundurmaya devam eden diğer komşular için ise muhtemelen gösterilmeyecek ve gerek yeni Suriye yönetimince gerekse de Arap Birliğince askerlerini çekmeleri istenecektir.
Yeni Suriye yönetimin ABD aracılığıyla, özellikle Türkiye tarafından düşman ilan edilen SDG ile görüştürülmesi ve yine Güney Kürdistan yönetiminin ABD aracılığıyla SDG’yle temasının sağlanması bu bölgede işlerin Türkiye’nin beklentisi doğrultusunda gelişmeyeceğine işaret ediyor. Türkiye’nin bu sürece nafile karşı çıkmak yerine doğuma ebelik yapması hem kendi iç barışı hem de bölgesel barış açısından önem arzetmektedir. Türkiye, tıpkı 2005 Irak anayasasında federasyonu kırmızı çizgi ilan edip federasyon olduktan sonra ise Federe Kürt Yönetimi ile iyi ilişkiler geliştirmek zorunda kalmasında yaptığı hatanın benzerini Suriye’de tekrarlamamalıdır. Tarihin doğru tarafında kalmayı başarabilmelidir.
Askeri yöntemlerle sınırlarını genişletebilen ve tüm hukuki ve diplomatik mekanizmaları yok sayan tek istisna İsrail’in bu imtiyazı, muhtemelen, uluslararası sistemin patronlarının, bu sui misali, hin-i hacette kendilerinin de kullanacağı normalleştirilmiş istisnai yöntem olarak elde tutmak istemelerinden kaynaklanıyor.
Bu, “tahsis edilmiş istisna”yı, kural gibi kabul edip, hiç bir komşu diğerinin bir kısmını ya da tamamını 19. vilayet ilan etmeye kalkmamalıdır. Zira tarih bize gösteriyor ki, oldu bitti vilayet ilanları durumunda, fırsatçı yöneticiler ne kendi bütünlüklerini ne de iktidarlarını sürdürmede başarılı olabiliyorlar.