Bugün 25 Kasım. Takvimde her yıl aynı güne denk gelen ama hayatlarımızda hiçbir yıl aynı acıyla geçmeyen bir tarih. Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü olarak anılıyor fakat toplumsal hafızada bir gün olmanın ötesinde bir ayna. Ülkenin vicdanına tutulan, herkesin görmekten kaçındığı ama kaçtıkça büyüyen bir karanlığın aynası.
25 Kasım, Mirabal Kardeşler’in bedenlerinde saklanmak istenen direnişin simgesi. Onlara dokunan eller aslında kadınların özgürlük iradesini kırmak istedi. Fakat tarihin garip bir inadıdır, ezilen sesler bazen öldürülerek çoğaltılır. Mirabal Kardeşler’in susturulmak istenen sesi bugün dünyanın pek çok meydanında, duvarında, adımında yankılanıyor. Çünkü kadınların mücadele tarihi, bir ülkenin yönetim biçiminden önce kendi kendisine hangi değerleri layık gördüğünü anlatır.
Bugün Türkiye’de kadınların yaşadığı her şey tam da bu değerler meselesinin bir sonucu. Kadınlar öldürülüyor ve devlet istatistik tutuyor. Şiddet bildiriliyor, karakol “bir daha olursa gel” diyor. “Aileyi koruma”yı, “kadını koruma”nın önüne koyan zihniyet, kadın cinayetlerinin bir nedeni değilse bile çok güçlü bir bahanesi oluyor. Kadının yaşam hakkı hâlâ pazarlık konusu yapılabiliyor; nafaka bir lütufmuş gibi tartışılıyor, İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede çıkılabiliyor.
Bu topraklarda kadınlar yıllardır kendi cenazesini önceden hisseden bir tedirginlikle yaşıyor. Evden işe giderken bir yabancının, evde bir eşin, sokakta bir tanımadığın, devlette bir politikanın tehdidi altında… Sığınakların yetersizliği, koruma tedbirlerinin kâğıt üzerinde kalması, şiddeti önlemek yerine yönetmeye çalışan bir anlayışın göstergesi. Kadınlar için adalet çoğu zaman mahkeme salonuna değil, sosyal medya kampanyalarına düşüyor.
Dünyanın geneline baktığımızda da tablo değişmiyor; sadece şiddetin biçimi, gerekçesi ve coğrafyası değişiyor. Latin Amerika’da femisid bir salgın gibi yayılıyor. ABD’de bir mahkeme kararıyla kadınların kürtaj hakkı geri alınabiliyor. Avrupa’da bile iş ve ücret eşitsizliği hâlâ kadınların ekonomik bağımsızlığını sınırlıyor. İran’da kadınlar bir tutam saç için can veriyor; Afganistan’da kadın olmak başlı başına bir suç muamelesi görülüyor. Savaş bölgelerinde ise kadınlar sadece bir çatışmanın değil, savaş politikalarının da hedefi oluyor. Yerinden edilen, tecavüz silahıyla kırılmaya çalışılan, kaybolan yakınlarının izini tek başına süren kadınlar…
Kadın mücadelesi tüm bu şiddet haritalarıyla her gün yeniden sınanıyor ve bu mücadele öfkeyi bir politikanın, yarayı bir dayanışmanın, yası bir direnişin malzemesine dönüştürme becerisiyle bugünlere geldi. Kadınların hayatı için yürütülen bu kavga, “kadın hakları” meselesi olmaktan çok önce temel bir insanlık testi.
25 Kasım’ın varlığı da tam bu yüzden hayati. Çünkü bugün bir anma değil, bir hesaplaşma günü. Bir kadının “korkuyorum” dediğinde üzerine kapanan sessizliğin hesabı… Bir annenin kızını koruyamadığı için kendini suçlamasının hesabı… Bir mahkemenin can alan şiddeti “tahrik” bahanesine sıkıştırmasının hesabı… Bir devletin kendi vatandaşının can güvenliğini sağlama sorumluluğunu, politik hesaplara kurban etmesinin hesabı…
Ve tüm bunlarla yüzleşmek için önce şu soruyu sormak gerekiyor:
Bu ülke kadınlarla gerçekten eşit bir hayat kurmak istiyor mu?
Eğer cevap içten bir “evet” ise bunun yolu bellidir.
Kadının yaşam hakkını tartışmaya kapalı hâle getiren bir hukuk, şiddeti önlemeyi amaçlayan bir devlet politikası, eşitliği ilke edinmiş bir eğitim sistemi, kadınların her alanda görünür ve söz sahibi olduğu bir toplumsal düzen… Bunların hiçbirinin lüksü yok; hepsi zorunlu.
Kadınları korumak bir toplumu “modern” göstermez. Kadınlarla eşit bir hayat kurmak o toplumu gerçekten insan yapar.
25 Kasım’ın anlamı da burada derinleşiyor. Bugün, kadınların korkuyla değil özgürlükle, yas değil yaşamla, sessizlik değil sözle var olduğu bir geleceğe tutulan ısrarın adıdır.
Ve o ısrar, bugün milyonlarca kadının birbirinden güç aldığı yerde hâlâ canlı.
“Yaşamak istiyoruz. Eşit yaşamak istiyoruz. Herkes gibi, insan gibi, korkmadan.”




