2014 yılında, Şengal dağlarında, gökyüzünün bir kez daha karanlığa büründüğü bir zamanda Allah’ın adını zikrederek kendi vahşetlerine perde yapan bir zihniyet, insanlık tarihine silinmeyecek bir utanç sayfası ekledi.
Êzidî halkına yönelik gerçekleşen sistematik katliam, sadece bir toplumu değil, insanlığın vicdanını da hedef aldı. On binlerce masumun yaşamı vahşetle son bulurken, kadınlar ve çocuklar tarihin en ağır yüklerinden biri olan köleliğe mahkûm edildi. Binlerce kadın “cihat ganimeti” adı altında bedenleri alınıp satılırken, kimlikleri ve insanlıkları Orta Çağ’ın karanlık pazarlarında parça parça çalındı. 2014’te gerçekleşen bu katliam, geçmişe gömülmeyi reddeden, bugün hâlâ yankılanan bir insanlık suçu olarak kalmaya devam ediyor!
Bu korkunç gerçek, tarihin tozlu raflarında unutulmuş bir “yaşanmışlık” değil, hâlâ kanayan bir yara, günümüzün en çetin ahlaki ve insani meselelerinden biri olarak karşımızda duruyor. Katliamın üzerinden neredeyse 11 yıl geçmiş olmasına rağmen, esaret altındaki Êzidî kadınların feryatları, insanlığın sağırlaşan vicdanına inat bir meydan okuma gibi yükseliyor. Ancak bu çığlıklar, zamanın acımasız sessizliğine yenik düşerek, unutulmuşluğun uçurumuna sürükleniyor. 2014’te Şengal’de işlenen bu insanlık suçu, yalnızca geçmişte yaşanan bir trajedi değil, bugün hâlâ süren ve vicdanlarımızı yoklayan bir hakikattir.
Geçtiğimiz hafta Suriye’den yükselen bir haber, bu sessizliğin boğucu perdesini bir kez daha delip geçti. Heyet Tahrir el-Şam’ın kontrolündeki hapishanelerde 800 Êzidî kadının tutulduğu iddiası, sadece vicdanları değil, insanlık onurunu da ayaklar altına alan cinsten. Tarih boyunca fermanlar, sürgünler ve katliamlar cenderesine alınan Êzidî kimliği, bu coğrafyada ölümle eşdeğer görülmüştü; bugün ise hayatta kalabilmek için kimliklerini gizlemek zorunda kalan kadınlar, bu trajedinin en sarsıcı yüzü haline gelmiştir. Bu tablo, sadece bir halkın yaşadığı zulmün değil, aynı zamanda uluslararası toplumun ve bölgesel güçlerin utanç verici sessizliğinin ve eylemsizliğinin bir yansımasıdır. Bu kadınların yaşadığı korku, insanlık onuruna vurulmuş bir darbe olarak karşımızda durmaktadır.
Suriye’de Abdul Rahman adında bir şahsın, İslam ulemasından biri olarak bilinen Şeyh Mustafa el-Adavi’ye yönelttiği soru, insanlığın karanlık yüzüne, tarihin utanç dolu sayfalarından birine tutulmuş keskin bir ayna işlevi gören cinsten. Êzidî kadınların köle pazarlarında alınıp satılmasını ve cariye statüsüyle cinsel ilişkiye zorlanmasını meşru kılacak bir fetva talep eden bu soru, Selefi ideolojisinin dini meşruiyet kılıfıyla nasıl beslendiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.
Şeyh Adavi’nin bu soruya verdiği fetva ise yalnızca bu insanlık suçunu desteklemekle kalmamış, aynı zamanda toplumsal çürümenin ne kadar derinlere kök saldığını gözler önüne sermiştir. Bu çürüme, geçici bir ahlaki bozulma değil; kaynağı, cesareti ve meşruluğu tarihsel katmanlara gömülü, köklü bir çürümüşlüktür. İnsanlık, bu sorunun ardındaki zihniyetle yüzleşmeden, böylesi karanlık bir geçmişten sıyrılmayı başaramayacaktır.
Bu çürüme hali, şimdi Suriye’de yeniden şekillenip bir nizam kazanma, kurumsallaşma ve meşrulaşma arayışı içerisinde. Selefi-cihadist bir zihniyetin kuluçkasında büyüyen bu anlayış, yeniden bir norm haline gelmeye ve toplumsal yapılara kök salmaya başlamıştır. Suriye’deki geçici rejimin fetvalar aracılığıyla dile getirdiği ve dayattığı bu düşünce sistemi, yalnızca bireyleri değil, bir toplumu topyekûn dönüştürmeyi hedefleyen bir proje niteliğindedir. Bu fetvaların temel vurgusu, Suriye’de Selefi-cihadist bir yönetim modelinin inşasına yönelik arzunun en belirgin işaretlerinden biridir. Bu rejim, tarihsel çürümeyi yeni bir düzen adı altında yeniden üretirken, insanlık değerlerini açıkça hiçe saymaktadır.
Tarihin karanlık sayfalarından süzülerek Suriye’de tekrar kök bulan bu ideolojik yapılanma, kadınları ve azınlıkları sistematik bir şekilde hedef alarak, şiddeti “şer‘î” bir zeminle meşrulaştırmakta ve kendi varlığını “hâkimiyet-i diniye” adı altında yeniden inşa etmektedir. Bu süreç, sadece kadınlara yönelik yeni bir kölelik biçimini ve bireysel özgürlüklerin yok edilmesini değil, aynı zamanda insanlığın ortak değerlerine, adalete ve onuruna yapılmış bir saldırıdır. Êzidîlere yönelik gerçekleştirilen ve bugün de devam eden bu soykırım, gerçekte evrensel insan hakları ve uluslararası hukukun temellerini ihlal eden bir suçtur. İşlenen bu insanlık suçları, sadece bir halkın acısını değil, tüm insanlığın vicdanını sarsacak ölçekte bir ihlaldir. Tarih, bu zulmü kaydederken, aynı zamanda bölgesel güçlerin, uluslararası toplumun ve devletlerin sorumluluklarını yerine getirmekteki başarısızlığını da yazacaktır.
Uluslararası İnsan Hakları ve Kalkınma Örgütü (UİHK) Suriye temsilcisi Aras Celal’in açıklamalarına göre, HTŞ kontrolündeki hapishanelerde hâlâ 800 Êzidî kadın ve kız çocuğu esaret altındadır. Êzidî olmanın ölümle eşdeğer bir tehdit oluşturduğu bir coğrafyada, bu kadınların kimliklerini açıklamaktan kaçınmaları, yalnızca kişisel bir korku değil, tüm insanlık için bir alarm zili olmalıdır. Bu durum, vicdanlarımızın harekete geçmesi gereken bir uyarıdır. Kadınların ve çocukların bu korkuyu yaşaması, sadece bir halkın değil, insanlık onurunun da yok edilmesinin işaretidir. Bu suskunluk, tarihsel yaralara bir yenisini eklemek anlamına gelir.
Tarih boyunca her soykırım, toplumsal dışlanmanın, kimlik çatışmalarının ve güç mücadelesinin en uç noktalarda tezahür ettiği bir felaket olmuştur. Êzidîlere yönelik bu jenosit ise yalnızca bir etnik temizliğin değil, aynı zamanda bir cins kırımı ve kültürel yıkımın da somut bir örneğidir. Bu acımasız uygulama, bir halkın kimliğini yok etmeye çalışmanın ötesine geçerek, kadının bedeni ve kültürel mirası üzerinden bir soykırımı inşa etmektedir.
Richard Sennett’in “Kamusal İnsanın Çöküşü” adlı eserinde ortaya koyduğu “mahremiyet ideolojisi” kavramı, bu bağlamda önemli bir çerçeve sunmaktadır. Sennett, toplumların mahremiyetini yitirerek, bireylerin yalnızca toplumsal normlar ve baskılarla değil, aynı zamanda kendilerine ait olan kimliklerinden de soyutlandığını vurgular. Êzidî kadınların yaşadığı bu travma, sadece bir fiziksel esaret değil, aynı zamanda kimlik ve varlık mücadelesidir. Her birinin yaşadığı acı, mahremiyetin, kimliğin ve özgürlüğün ortadan kaldırılmasının sembolik bir örneğidir.
Sennett’e göre, modern toplumlarda bireysel mahremiyetin ideolojik yüceltilmesi, kamusal alanın daralmasına yol açmıştır. Bu daralma, toplumun daha da kutuplaşmasına ve bireylerin yalnızca dışsal kimlikleriyle var olmasına zemin hazırlamıştır. Selefi-cihadist ideolojiler ise bu boşluğu, “öteki”yi kâfir ilan ederek doldurmuş ve şiddeti meşrulaştıran bir “mahremiyet-i dinîye” doktrini inşa etmiştir. Bu doktrin, insanın öznel varlığını, yalnızca dini inançlarla sınırlandıran bir anlayışı pekiştirirken, her türlü farklılık ve çokluk tehdidi olarak algılayıp dışlamaktadır.
Bu yapı, kendi kimliğini “yemin kardeşliği” adı altında kutsarken, diğer tüm kimlikleri ise “harici” ya da “sapkın” olarak etiketlemekte ve bu etiketleri, şiddet ve zulümle pekiştirmektedir. Sonuçta, her farklılık bir tehdide dönüşmekte, her birey bu ideolojik çerçevede, varlık hakkını sorgulatmak zorunda kalmaktadır. Bu bağlamda, Êzidî kadınların yaşadığı travma, sadece bireysel bir mağduriyet değil, bu ideolojik yapılanmanın, insanlık dışı bir şekilde nasıl kurumsallaşmaya başladığının canlı ve yaşayan bir örneğidir.
Bu ideolojik çerçeve, aynı zamanda diğer azınlıkların maruz kaldığı zulümlerde de belirleyici bir rol oynamaktadır. Sadece Êzidîler değil, diğer tüm ezilen gruplar, bu ideolojik yapının cenderesinde insanlık dışı uygulamalara maruz kalmaktadır. Şu an Êzidîlerin yaşadığı bu trajedi, insanlık vicdanını yeniden inşa etmek için bir çağrıdır; bu çağrı, adaletin yalnızca hukuksal bir süreç değil, aynı zamanda derin bir ahlaki sorumluluk gerektiren bir insani yükümlülük olduğunu hatırlatmaktadır.
Kadim hakikatlerin sükûnetinde taşınan adalet arayışı, geçmişin acılarından sadece bir anlam değil, aynı zamanda bir sorumluluk doğurmayı gerektirir. Hakikat, yalnızca hatırlamak değil; hatırlananı anlamlandırarak geleceğe bir adalet mirası bırakmaktır. Vicdan ise, bu hakikati kabullenme cesaretini taşıyan insanlığın en asil terazisidir. Vicdan, karanlıklar içindeki ışık, unutulmuş olanı yeniden hatırlamanın ve onu evrensel bir sorumlulukla yüklenmenin en yalın ifadesidir. Bu durum, her bireyin ve toplumun, geçmişin derin yaralarını sarma yolunda atacağı ilk adımdır.
Ne yazık ki, dünya kadın hareketleri ve Orta Doğu’daki kadın örgütleri, Êzidîlere yönelik bu jenosit karşısında sessizliğin ağır yükünü taşımaktadır. Bu sessizlik, sadece bir kayıptan ibaret değil, aynı zamanda insanlık onurunun yitirilmiş bir parçasını temsil etmektedir. Sessizliğin karanlığında kaybolan her çığlık, adaletin terazisinde eksik kalan bir ağırlıktır. Bu eksiklik, yalnızca Êzidî kadınların acısını değil, tüm insanlık adına bir sorumluluğu da taşır.
Unutulmamalıdır ki, 800 Êzidî kadının çığlıkları, yalnızca onların trajedisi değil, insanlık onuruna ve evrensel adalete yapılan bir çağrıdır. Bu çağrı, vicdanı harekete geçirmek ve zulmün sesini duymayanları uyandırmak adına bir sorumluluk yükler bizlere. Çünkü her kaybolan çığlık, her gözyaşı, yalnızca bir halkın değil, tüm insanlığın vicdanını sorgulatacak bir imtihandır.
Bu çağrıya kulak vermek, geçmişin karanlığından aydınlık bir geleceğe uzanan yolda atılacak en önemli adımdır. 800 Êzidî kadının sesine kulak vermek, yalnızca bir halkın trajedisini değil, tüm insanlığın vicdanını uyandırmak anlamına gelir. Bu çağrı, zulmün bir daha asla tekrarlanmaması için yapılan bir çağrı, unutulmuş hakikatlerin ortaya konduğu bir adalet arayışıdır.
İnsanlık, bu çağrıya cevap vererek hakikatin ve adaletin tecellisini sağlamakla yükümlüdür. Çünkü vicdan, insanlığın sessizliği aşma cesaretini gösterdiği yerde başlar. Bu cesaret, Êzidî kadınların yaşadığı acıların tanıklığına, insanlık onurunun yeniden inşasına ve evrensel adaletin sağlanmasına bir adım daha yaklaşmaktır.