Hatırlayalım!
Amedspor-Kocaelispor karşılaşması sonrası, 3-0 yenilen Kocaelispor’un oyuncusu Ahmed Oğuz verdiği mülakatta, “Bizim için kolay geçebilecek bir maçtı, erken iki kırmızı kart gördük. Böylesi önemli bir maçta nasıl oluyor da doğulu bir hakem atanabiliyor? Sonuçta doğulu! Ben bunu hakikaten anlamıyorum” demişti. Üzerine çok geçmeden ülkenin ırkçılık bekçiliğini yapan, “ksenofobik” Ümit Özdağ, “Kocaelispor-Amedspor maçında yaşanan rezalet konusunda soruşturma açılmaz ise bu liglerin barış içinde sona ermesi zorlaşır” diyerek sosyal medya fitilini ateşlemişti. Son bir yılda Amedspor üzerinden deplasman maçlarında rakip takımların ırkçı saiklerle yapılan tribün ayinlerine tanıklık etmiş, linç girişimlerini izlemiştik. Türkiye Futbol Federasyonu’nun “olur böyle şeyler” tadında şiddete çanak tutan tavrı ile adalet yerini bulmamıştı. Amedspor ise Kürt mahallesinde büyüyen bir ilgiyle desteklenmeye devam edilmişti. Kürtlerin kendilerini futbolla ifade etmesinin gerekçelerine bir bakalım!
Cinsiyetten bağımsız olarak çoğumuz hayatımızın önemli bir kısmında futbolla ilişkili olmuşuzdur. Kastettiğim sadece oynamak değil tabii ki! Kitlesel spor aktivitesi olarak tüm dünyada baskın halde olması nedeniyle sizi ıskalamış olması mümkün değil. Futbol, İngilizlerin koydukları kurallardan sonra, neredeyse rakipsiz bir odak ve aynı zamanda önemli bir kitle mobilizasyon aracı haline gelmiştir. Boniface, “futbol küreselleşmenin son evresidir” derken, futbolun ulaştığı bu kitleselliğe vurgu yapmaktadır.
Futbol tarihi boyunca bir oyundan daha fazlası olmuştur. Fizik ve üstün teknik yoluyla oynanan futbol, toplumun özelliklerini ve çelişkilerini yansıtan bir ayna görevi görmüştür. Sahada oynanan futbolun karakteri ile seyircilerin yenme-yenilme tepkileri, hatta oyuncuların bizatihi kendileri bize çok şey göstermiştir. Örneğin, “soylu Cermen ırkına” dayanarak ulus temelli ırkçılığı icat eden Fransızların sömürgeleştirme tarihini, son dünya kupasında takımın neredeyse tümünün siyahi oyunculardan oluşmasıyla anlayabiliriz. Futbol bir yandan toplumun motiflerini yansıtırken, diğer yandan toplumun merkezindeki politik, ahlaki ve varoluşsal meseleleri ortaya koyabilmektedir.
Futbol ve siyaset, doğrudan ya da dolaylı bir ilişki içinde olmuştur. John Williams, “siyaseti spordan uzak tutun demek, İngiliz ikliminden yağmuru almaya çalışmak gibidir” der. Neo-Marksist yazarlar futbolu, kitleleri kontrol altında tutan bir afyon olarak işlevi olarak görmüşlerdir. 1960 ve 1970’lerde hâkim olan anlayış, futbolun iktidar ilişkilerini yeniden üreten bir yapıya sahip olduğudur. Futbol, toplumsal ilişkilerin yeniden üretilmesinde, toplumsal düzenin sürdürülmesinde önemli bir işlev görmüştür. Althusser’e göre polis, ordu, yargı, mahkemeler, hapishaneler gibi unsurları içeren Devletin Baskı Aygıtları’nın (DBA) yanı sıra, egemen sınıfa güç sağlayan ve onu hegemonik kılan Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA) vardır. Egemen burjuvazi sahip olduğu iktidarın, herkes tarafından benimsenmesi için kitleleri bir araya getirerek peşlerinden koşabileceği üstyapılar inşa eder. Futbol da bu üstyapılardan biridir. Bu yüzden Althusserci bir ifadeyle futbol, kitlelerin sistemi içselleştirmesini sağlayan DİA’lardan biri olarak yorumlanmıştır.
Genelde sporun, özelde futbolun uyum mekanizmasını ürettiğine dikkat çeken Chomsky’e göre, seyirlik sporlar ve seyirlik sporların en önemlisi olan futbol, insanların başka şeylerle meşgul olmasını sağlayarak, siyasal ve sosyal hayatı değiştirmekten alıkoyma konusunda önemli bir rol üstlenmektedir. Adorno, futbol da dahil olmak üzere sporun kendisinin basit bir şekilde oyun olmadığını, tabi kılınanların boyun eğmelerini kutladıkları bir ritüel olduğunu söyler. Antik Roma’da iktidar, vatandaşlarına karınlarını doyurmak için ekmek, dikkatlerini idari işlerden uzaklaştırmak ve eğlendirmek için de sirk/gösteri sunmuştur. Bu şekilde düşündüğümüzde, futbolun kendisi aslında Roma İmparatorluğu dönemindeki sirklerin yerini almıştır. Eco, “hiçbir ayaklanmanın, protestonun asla gerçekleştiremeyeceği bir şey vardır: Bir pazar günü, futbol sahasını işgal etmektir” diyerek futbolun karşı-devrimci bir olgu olduğunu vurgulamaktadır.
Özellikle 1930’lu yıllar futbolun siyasi bir öğe haline geldiği dönem olmuştur. Futbolun giderek kitleselleşen yapısı, futbolu, faşist liderler için politik silah aracına dönüştürmüştür. Bunu Mussolini, Franco ve Salazar örneklerinde bariz bir şekilde görebiliriz. 1934’te İtalya’da düzenlenen Dünya Kupası bu bağlamda öncü olmuştur. Dünya Kupası için inşa edilen stada, “Faşist Parti Stadı” adı verilmiştir. General Mascardo’nun, “siyasal hedeflerimizi gerçekleştirmede spor ve futbol en önemli araçlarımızdan biridir” diyerek, Real Madrid kulübü bu noktada önemli rol oynamıştır. Real Madrid kulübünü sahiplenen Franco, Real Madrid taraftarlarını da Faşist İspanya’nın askerleri olarak nitelemiştir. Faşist rejim meşruiyetini sağlamakta Real Madrid’e olan ilgiden faydalanmıştır. Benzer şekilde, Portekiz’i 1933’ten 1968’e kadar yöneten Salazar için de futbol, muazzam bir manipülasyon aracıydı. Salazar’ı futbolu kullanmaya yönelten en büyük unsur, kitlelerin futbolla bir süreliğine de olsa tamamen gündemden kopmalarıydı. Salazar “Portekiz’i kırk yıl süreyle 3 F’yle, fiesta (şölen), fadima (örgütlü din) ve futbol ile yönettim” derken futbolu kutsamaktadır. Türkiye’de 1980’lerden sonra ivme kazanan futbol ilgisinin elbette darbe sonrası rejimle ilgisi bulunmaktadır. Özal’ın, kendisine cezaevleri konusunda soru soran gazetecilere, “onu bırakın da şimdi Galatasaray’a bakın Galatasaray’a” diye cevap vermesi futbolun bu rolünü iyi göstermektedir.
Şaşırtıcı şekilde futbol, protestolardan devrimlere varıncaya kadar, toplumsal muhalefetin örgütlenmesinde de önemli bir mecradır. Dünya örnekleriyle, toplumsal muhalefetin kendini yeniden inşa edebileceği bir alan haline gelmiştir. Bu durum da futbolu hem yönetenler için hem de yönetilenler için kazanılması gereken bir mücadele sahasına dönüştürmektedir. Toplumsal muhalefetin örgütlenmesine olanak tanıması açısından futbol özgürleştirici bir yapıya sahiptir. Kitlelerin iktidar karşısında kendilerini ifade edebilmelerine olanak sağlayıp, başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösterebilir.
Futbol, insanları iktidarın tahakkümünden kurtarıp, iktidara sahip olmanın bir yolunu açma olanağını gösterir. Gramsci futbolu, “açık havada oynanan yüce ve insani oyun krallığı” şeklinde överken futbolun bu rolüne dikkat çekmektedir. Nitekim futbol tarihçisi David Goldblatt’a göre futbol, “bireyselleştirilmiş ve aşırı planlanmış dünyamızda, büyük kalabalıkların kendi kimliklerini yeniden icat edebilecekleri, marjinal ve duyulmamış toplulukların kendi seslerini yaratabilecekleri bir alandır.”
Kültürel ve siyasal hegemonya oluşturmak için kullanılan futbol, bu hegemonyanın yıkılması için de kullanılabilir. Futbol müsabakaları halka, özgürlüklerini ve siyasal haklarını yitirmiş olmayı unutturamaz. Bu eski Roma döneminde de böyleydi, günümüzde de böyledir. Eski Roma’da sirkler aynı zamanda, imparatora muhalefetin açıkça sergilenebileceği nadir yerlerden biri olmuştur. Sirklerdeki kalabalık, hoşnutsuzluğunu, imparatorun desteklediği araba ekibinden başka bir ekibi destekleyerek gösterebilmiştir. Toplumsal muhalefetin örgütlendiği bir mecra olan futbol da hegemonik söyleme karşı kolektif eylem ve direniş olanakları sunma potansiyeline sahiptir. Bu anlamda futbol çok önemli bir mobilizasyon kaynağıdır; siyasi protestoların sahnesidir.
“Doğu” tılsımlı bir kelimedir. Doğu’ya Avrupa merkezli düşün, tarih ve kültür dünyasında “pejoratif” anlamlar yüklenmiştir. Sömürge/kolonyal dönemde 17. yüzyıl itibariyle Avrupa, tarihi kendi merkezli yazmıştır. Doğu, “Doğu despotizmi” olarak karikatürize edildiği şekliyle insanlığa katkısı olmayan topluluklar olarak görülmüştür. Edward Said, Doğu sömürgeciliğinin kültürel tutumları ile şekillenen Doğu dünyasının önyargılı dışsal yorumlarını akademik ve sanatsal olarak tanımlamak için Oryantalizm/Şarkiyatçılık terimini kullanmıştır. Vatandaşlığın kültürel kurumu ile ilgili olarak Oryantalizm, vatandaşlık kavramını tartışmalı hale getirmiştir. Çünkü vatandaşlık Batı dünyasının sosyal bir kurumu olarak ortaya çıkmıştır. Batı’nın hakkıdır.
Kader ağlarını Türkiye için böyle bir analojinin parçası olarak garip biçimde örmüş görünüyor. Avrupa, Osmanlı ve sonrasında Türkiye’ye şarkiyatçı anlayışla bakılırken Türkiye içinde Doğu-Batı ayrımı erken cumhuriyet döneminde ortaya çıkmıştır. Türkiye’de Doğu, “Şark Islahat Planı” çerçevesinden çıkmamıştır. Türkiye’de hayat, Batı merkezli akmıştır. Batı, Türklüğün inşa edildiği mecradır. İktisat, eğitim, sağlık Batı’nın tekelindedir. Kültürel kodlar Batı merkezli oluşturulmuş ve aktarılmıştır. Doğu, şiddetin ve yabaniliğin kol gezdiği gizemli yerlerdir. Gidilip görülmesi bile tehlikelidir. Kara-kuru insanların yaşadığı dağlık alandır. Yürütülen ırkçılığın köklerindeki her kavram yeniden oluşturulmuş ve kuşaklar boyu aktarılmıştır. Vatandaşlık Batı’nın hakkıdır. Doğu, Kürdün kod ismidir.
Bir futbolcunun dilinden çıkan zehir üzerine fazlaca akıl yürütmüş olabiliriz. Ancak bunun spontan bir cümle olarak çıktığını düşünmemiz için fazla nedenimiz yok. Ne yazık ki ırkçılığın kültürel aktarımı farklı tezahürlerde olabiliyor. İzlenilesi olan ise Amedspor’un simgesel değerinin giderek arttığını görmek. Amedspor artık toplumsal muhalefetin önemli bir değeri haline gelmektedir. Franco liderliğindeki Faşist İspanya’nın demokrasiye geçişinde Barcelona futbol kulübüne atfedilen anlam futbolun, toplumsal muhalefetin inşasında ne kadar önemli olduğunu bize göstermektedir. Madrid merkezli Franco iktidarına karşı direnişi simgeleyen Barcelona’nın 1974’te Real Madrid karşısında kazandığı 5-0’lık galibiyet, siyasal değişimin başlangıcı olarak kabul edilmektedir.
Haydi hayırlısı diyelim…