Dünyada barış gündemde bu kadar geriye itilmişken, Türkiye’de yeniden çözüm sürecinin gündeme oturmasının maalesef ironik bir hali var. İronik, çünkü Türkiye’deki aktörlerde barışa dair herhangi bir ortak tanım ve anlayış gelişmemişken, AKP iktidarında toplumsal barışa yönelik herhangi bir adım yeşermemişken, 2013-2015’ten düzgün dersler çıkarılarak bir masaya yönelmeyi beklemek zor. Eğer ki az da olsa bu yönde bir gelişme görseydik, belki o zaman derdik ki, varsın dünya böyle olsun, işte barış adımları böyle atılır! Oysa Türkiye’de AKP iktidarı küresel düzlemde bir sorun hâline gelen barışın güvenlikleştirilmesinin, yani barış arayışının devletçi, milliyetçi reflekslerle bir güvenlik sorunu olarak kodlanmasının başını çeken aktörlerden birisi.
Fakat bu yazının konusu parmak sallayarak “Çözüm öyle olmaz, böyle olur” veya “Aman beğenmediğimiz adım atılmasın” demek değil, hatta Türkiye de değil. Yazının konusu, 1990’lardaki barış süreçleri ile günümüzde neden barış süreçlerinden bahsedemediğimizi en genel hatlarıyla karşılaştırmak ve Türkiye’de alevlenen çözüm süreci tartışmalarının önce küresel arka planına bakmak.
En başta söyleyeyim, 1990’ları bir nostaljiyle övecek değilim ama 1990’larda neden günümüze kıyasla daha çok ve daha rahat barıştan bahsedildiğine de bakmak gerekir. 1990’lar Bosna’dan Kosova’ya, Ruanda’dan Körfez Savaşı’na dek hem savaşlarla anılan hem de bu savaşlara ve Kuzey İrlanda ve Güney Afrika gibi ayrımcı ve ayrılıkçı rejimlerin yarattığı toplumsal krizlere çözüm aranan yıllardır. Kilit kavram krizdir. 1970’lerden itibaren Batı Avrupa’da sosyal refah devleti çözülürken ve krize çare olarak kapitalist sistem içinde yeni bir birikim modeli olarak neoliberalizm yükselirken, 1990’larda neoliberalizm, SSCB’nin yıkılması ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla ABD liderliğinde küreselleşme söylemleriyle sadece ekonomik alanda değil, siyasal ve toplumsal alanda da krizleri çözerek “yeni dünya düzenini” sağlamlaştırmak istemektedir. Neoliberal dönemde devletler merkezi konumunu terk ederken uluslararası hukuk, uluslararası örgütler, bir ulus üstü örgüt olarak AB yükselmektedir. Kadın ve LGBTİ+ hareketi, etnik azınlıklar, devletin bu geri çekilişinin yarattığı imkânla seslerini yükseltme şansına kavuşabilmiştir. Bu elbette sadece iktidar yapılarının “izniyle” değil, uzun soluklu mücadelenin kazanımlarıyla birlikte özellikle kimlik politikalarında geri dönülmez, dönüştürücü bir ivme yaratmıştır. Lakin bu dönemin iktidar yapılarının da demokrasi, insan hakları, azınlık hakları, çokkültürcülük, federalizm gibi tüm kavramları bir ideal liberal uluslararası toplum tanımının hizmetine sunduğunu hatırlamak gerekir; belki insan hakları değil ama insan hakları politikası yürürlüktedir ve en azından belli alanlarda belli devletler -mış gibi yapmaktadır.
Bu ortamda sadece doğrudan şiddeti sona erdirmeyi hedefleyen, bu nedenle de kalıcı barışı sağlamaktan uzak kalacak olan pek çok barış süreci gündemdedir. Sadece devletlerin içinde ve devletler arasında değil, küresel düzlemde barışın inşasında son derece önemli olan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) 1998’de kurulacak, yine 1990’larda nükleer silahların sınırlandırılmasından kimyasal silahların önlenmesine dair pek çok uluslararası antlaşma imzalanacaktır. Ufaktan ufaktan “Önce özgür olsak, sonra güvenlik sağlanır sanki” tartışılmaya başlanmıştır ki iki dönüm noktası vuku bulur.
İlki 11 Eylül 2001’dir, ABD liderliğinde uluslararası toplum “Önce güvenlik, sonra özgürlük” söylemine oldukça hızlı geri dönmüştür. İkincisi de 2008 ekonomik krizidir ki, neoliberalizm en temel yapısal eşitsizliği devam ettirmek için yeniden ulus devletleri göreve davet edecektir. Günümüze gelen süreçte küresel düzlemde gelir uçurumu daha da açılırken, toplumsal alanda kutuplaşma ve gayri insanileştirme (ilk örneklerden biri olarak Guantanamo Kampı) derinleşecektir, savaşın meşrulaştığı bu yeni zeminde göçmen ve mülteci krizi ortaya çıkacaktır ki göçmen ve mülteciler güçlenen ulus devletlerin yeni ötekisidir. Neoliberalizm tamamen terk edilmese de küreselleşme söylemi bırakılır, devlet sahneye yeniden çıkarken somut ve soyut tüm sınırlar yeniden yükselir; uluslararası değil ulusal hukukların güçlendiği bu dönemde artık ne BM ne AB önemli aktörlerdir. Beslenen yabancı-düşman-hain üçgeninde militarizm yine ve yeniden yükselmiş, UCM’den İsrail’e karşı medet umma halimiz kısa sürede sönmüştür.
Çok genel hatlarıyla ve kabaca ele alabildiğim bu gelişmeleri sadece otoriter rejimler bağlamında ele alırsak neden günümüzde etkili barış süreçleri yok sorusuna cevap veremeyeceğimizi düşünüyorum. Bu dinamikler Türkiye, Rusya gibi bazı örnekleri daha otoriterleşmeye iterken, 1990’larda uluslararası örgütler aracılığıyla “demokrasi öğretmeni” rolünü benimseyen Batı Avrupa devletlerini de etkilediği için bugün BM’de herkes bir arada hobi olarak barışçılık yapabilmektedir. İnsancıl hukukun açık yasağına rağmen İsrail’e silah ihracatı devam etmekte, görünürde sadece Rusya askıya almış gözükse de nükleer silah sahibi diğer devletler de nükleer silahlarını güzel güzel modernize etmektedir.
Evet, 1990’larda da dokunulmayan en temel yapısal eşitsizlik sermayenin eşitsiz dağılımıdır ve hatta onu korumak adına -mış gibi bir uluslararası toplum desteklenmiştir; ama o -mış gibiyi zorlayan farklı toplumsal hareketler de sistemi zorlarken daha rahat hareket alanına ve kabiliyetine kavuşabilmişlerdir. Günümüzde, kapitalizmin yeni krizi çözülmeye çalışılırken, yapısal eşitsizliği, aslında yapısal şiddetin beslediği ve onlardan beslendiği kültürel ve doğrudan şiddet de toplumsal cinsiyet karşıtlığı, milliyetçilik ve ırkçılık, savaşın hiçbir “sözde” gerekçeye sığınmaya gerek bile duyulmadan desteklenmesi derinleşerek küresel çapta genişlemektedir.
1990’lar güzel değildir; ama 2024’te artık kimse -mış gibi bile yapmamaktadır. -Mış gibi sahtedir ama muhalif hareketler için temel ilkelerini ve değerlerini gerçeğe dönüştürmek için kapıları itme ihtimali mecburen açıktır. Oysa günümüzde, Süreyya Karacabey’in deyişiyle, bizim için mücadele defterine bir de arsızlıkla mücadele eklenmiştir. Arsızlığa kan veren cezasızlığın Türkiye’ye özgü değil, küresel sisteme özgü bir nitelik olması Gazze’den Yemen’e devam eden pek çok savaşta kendisini göstermektedir.
Bir çözüm süreci başlarsa, bu ortamda başlayacaktır; küresel, bölgesel ve ülkesel arsızlık ikliminde.