2013 yılında başlayan çözüm sürecinin 2015’te akamete uğramasıyla geri dönülen çatışma ortamında, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM Partililerle el sıkışması ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın mesajları siyasi arenada bir hava değişikliğine yol açtı. Kürt meselesi bugün yeniden siyasetin gündeminde yer alırken, bu diyalog zemininin nasıl şekilleneceği belirsizliğini koruyor.
İlketv.com.tr olarak, geçmiş süreçlerde yaşananları, başarısızlıkların sebeplerini, dünyadaki örnekleri ve bölgesel dinamiklerin etkilerini mercek altına alan bir söyleşi dizisi başlattık.
Kürt meselesi ve çözüm söyleşilerinin ikincisini Akademisyen Cuma Çiçek ile gerçekleştirdik.
Kürt meselesine dair son çıkışları ve bu konunun yansımalarını konuşacağız ama öncelikle sorunun kendisine yeniden bir bakalım. On yıllarca yok sayılıp inkâr edilen, sonrasında kurulan masalarda konuşulup buzdolabına kaldırılan, “çözdük” vs. söylemleri ile ele alınan Kürt meselesi, gelinen noktada Türkiye’de, Ortadoğu coğrafyasında nasıl bir yer tutuyor bugün?
Bu soru önemli çünkü biz 1999’dan bu yana çeşitli barış ve çözüm süreçlerini konuştuk, tartıştık ama hiçbir zaman “Bu mesele nedir? Nasıl çözülür? Temel bileşenleri nelerdir?” sorularına cevap veremedik. Bugün olan biteni tartışırken meselenin kökünü irdelemek, bazen göz ardı edilen ama zaman içerisinde merkezde yer alan yanılgılardan arınmamızı sağlar.
Bu meselenin 200 yıllık geçmişine baktığımızda kısaca özetlemem gerekirse, birbirinden farklı ama esasında meselenin farklı yönleri tanımlayan çeşitli yaklaşımlar var. Meselenin kök nedeni bir egemenlik meselesi. Osmanlı döneminde, özellikle 19. yüzyılda batılılaşma ve modernleşmenin getirdiği merkezileşme ile daha önce Osmanlı döneminde görece özerklikleri olan, işte Kürt hükümetleri ve Kürt mirlikleri dediğimiz yerel ölçekteki Kürt egemenliklerinin ortadan kaldırılması ve Osmanlı’nın doğrudan yönetiminin bütün Kürt coğrafyasında hâkim kılınmasıyla başladı. Bu, işin asıl kaynağında yer alır.
İkinci boyut olarak, cumhuriyetle beraber buna kimlik meselesi dahil oldu. 1923’ten sonra Türkiye Cumhuriyeti, bir ulus devlet olarak inşa edildi ve bu ulus devlet, Türklük odaklı bir inşaydı ve Türk kimliği dışındaki ulusal kimliklere pek fazla alan bırakılmadı. Gayrimüslimler bu dönemde büyük oranda ayrımcılıkla yönetildi. Kürtler gibi Müslüman olan ama Türk olmayan toplumlar, Mesut Yeğen’in uzun çalışmalarıyla belgelendiği üzere, bir asimilasyon politikasıyla karşı karşıya kaldı.
Üçüncüsü, jeopolitik bir mesele. Kürtler, dört devletin topraklarında yaşıyor. Kürtlerin yaşadığı topraklar şu anda dört devletin siyasi egemenliği altında: Türkiye, İran, Irak ve Suriye. İran ile Osmanlı arasındaki ayrışmanın tarihsel bir geçmişi var; 1600’lere, Kasr-ı Şirin anlaşmasına kadar giden uzun bir geçmiş. Ama Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişle beraber İran dışındaki Kürt coğrafyası da üç ulus devletin siyasi egemenliği altında kaldı ve bu üç parçada da Kürtler haklarından mahrum kaldılar. Hem Kürt aktörler arasındaki ilişki bağımlılığında hem de bu dört devletin ilişkisi bağlamında jeopolitik bir mesele olarak ele alınır; devletlerin ve Kürt aktörlerin ilişkisinin diğer parçaları etkileyebilmesi ile bölgesel ve uluslararası aktörlerin bu meseleye dahil olması anlamında kullanılır.
Dördüncüsü, Türkiye bağlamında çok az tartışılan ama bence çok önemli bir boyut olan eşitsizlik meselesi. Kürt meselesi aynı zamanda bir bölgesel eşitsizlik meselesi, Kürtlerin mevcut kaynaklara nüfusları oranında erişememesi meselesi. Somut olarak, Türkiye’de ortalama nüfusun minimum yüzde 20’si Kürtler ama bugün 100 liranın 20 lirası Kürtlerin cebinde değil. Misal, Türkiye’deki 100 büyük şirketin 20’si Kürt coğrafyasında değil. Hatta rakam vereyim, büyük ilk bin şirketin sadece bir tanesi Siirt’te. Yine bugün üniversitelerdeki 100 rektörün 20’si Kürt kimlikleriyle bilinen rektörler değil. Bunu bütün sahalara yayabilirsiniz. Türkiye’de 1960’lara, hatta belki 1930’lara kadar götürebileceğimiz bir bölgesel eşitsizlik ve bölgesel kaynak dağılımında Kürt coğrafyasının mahrum bırakıldığı bir mesele.
Bunların dışında iki boyuta daha vurgu yapayım. Bunlardan biri, Kürt meselesinin öncelikle bir demokrasi meselesi olduğu. İfade özgürlüğünden örgütlenme hakkına, gücün merkez ve yerel arasında paylaşılmasından denge ve denetleme mekanizmalarına kadar birçok alanı etkileyen bir mesele. Türkiye’deki demokratikleşme dinamiğini de çok kökten belirleyen bir mesele.
Beşincisi ve son olarak, yine diğer tümünün toplamı olarak da ifade edebileceğimiz bir haysiyet ve onur meselesi. Kürtlerin 100 yıllık deneyimi büyük oranda şiddete, özellikle de devlet şiddetine dayalı bir deneyim. Kürtler, siyasi ve ekonomik baskılara karşı aslında bir onur ve haysiyet mücadelesi veriyorlar. Bu anlamıyla, bütün bu meseleye özellikle bireysel ölçekte baktığımızda, bir onur ve haysiyet meselesi olarak da ele alınabilir.
Nedenlerini ve tarihsel kökenlerini tanımladığınız Kürt meselesine yaklaşım konusunda bir makas değişikliği olduğu sinyali veren MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’den gelen adım ve akabinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kullandığı söylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Atılan adımlardan, verilen mesajlardan nasıl bir izlenim içerisindesiniz? Hangi pencereden değerlendiriyorsunuz olan biteni?
Kanaatimce bu meselenin seyrine baktığımızda 90’lardan sonra özellikle, bence kökü de biraz oydu, jeopolitik dediğimiz mesele daha belirleyici oldu. Hatırlayalım, 90’larda Özal döneminde bu meseleyi konuştuğumuzda esas olarak Irak’ta Körfez Savaşı söz konusuydu, Kerkük ve Musul’un durumuna ve sınır ötesi Kürtleri de içeren bir federasyon tartışmaları yürütüldü bu dönemde. İşin esasında ise Körfez Savaşı vardı.
İkinci kırılma anına baktığımızda 2003-2005’te ABD’nin Irak’a müdahalesi ve burada teritoryal bir Kürt egemenliğinin inşası, Türkiye’de bu meselenin bütün parametrelerini değiştirmeye başladı. 2011’de başlayan Suriye iç savaşı ve ardından 2012’de Suriye’nin kuzeyinde kantonların ilan edilmesiyle başlayan sürece baktığımızda hakeza yine öyle. ‘90’lardan bu yana Kürt meselesi ne zaman çözüm odaklı konuşulmaya başlandı?’ diye sorduğumuzda esasında sınır ötesinde radikal bir kırılmanın olduğu anlarda biz bu meseleyi konuştuk. Bu radikal kırılmalar özellikle sınır ötesi bağlamında Türk devleti, siyaseti ve sermayesi açısından ya risk oluşturduğu zaman ya da bir fırsat penceresi sunduğu zaman Kürt barışı gündeme gelmeye başladı. En azından Kürt çatışmasını sonlandırmaya dair bir gündem oluştu.
Buralara baktığımızda hem 90’daki Körfez Savaşı, hem 2003-2005 ABD’nin Irak’a müdahalesi ve 90’larda de facto olarak kurulan Irak Kürdistan Bölgesi’nin de jeur, yasal olarak tanınmış bir bölgeye dönüşmesi, hem de 2011-12’den sonra Suriye’de bir Rojava yönetiminin inşasına baktığımızda aslında sınır ötesi bağlamındaki kırılmalar, buradaki belirsizlikler çoğu durumda devlet açısından Kürt meselesinin “maliyetini” artırmaya götürmüş durumda. Dolayısıyla burada aslında bir risk azaltma stratejisi söz konusu. Yani dışarıdan gelebilecek olası riskleri azaltmaya dönük bir pozisyon almaya çalışıyor devlet çoğu durumda.
Bazen de bunları bir fırsata çevirmeye çalışıyor. Bunun son örneği 2013-15 çözüm sürecindeki Newroz metniydi. Öcalan’ın Diyarbakır Newrozu’nda okunan metni, aslında kabaca şuydu; eğer Türkiye, Kürtlere “abilik” yapabilirse, hem bölgesel ölçekte ekonomik olarak büyür hem de siyasi olarak merkezi bir devlete, güçlü bir devlete dönüşür. Dolayısıyla Türkiye’nin de bir fırsat penceresi gördüğü bir dönemdi. O yeni Osmanlıcılık tartışmaları ya da sayın Erdoğan’ın balkon konuşmalarını hatırlayalım: ‘Burada kazanan İstanbul, Ankara’da değil, aynı zamanda Bağdat, Şam, Tahran ve Selanik’tir’ diye. Aslında Osmanlı’nın hiterlandına hitap eden bir eğilim vardı ama o eğilim son 8 yılda biraz milli ve yerli sınırlara çekildi, daha savunmacı ve daha içe kapanan bir siyasete devrildi.
Görebildiğim kadarıyla Gazze Savaşı ile beraber, belki buna Suriye meselesini de eklemek lazım bölgesel ölçekte yeni bir denklem söz konusu. Risklerin biraz daha arttığı, belli ölçülerde belirsizliğin artığı ve daha da artma potansiyelinin olduğu bir dönem içerisindeyiz. Ama aynı zamanda Türkiye’ye kimi fırsatların da doğabileceği bir denklem sözkonusu. Bu açıdan benim görebildiğim hükümetten, Cumhur İttifakı’ndan öteye bu süreci Bahçeli’nin başlatmış olmasının sembolik bir anlamı var.
Tam da bu noktadan yöneltecek olursam, iktidarda AK Parti olsa da yürütülen politikalarda, devlet kademelerindeki gücü itibariyle MHP’nin belirleyici olduğu yönünde yaygın bir kanaat söz konusu. Kürt meselesi özelinde uzatılan elin, Devlet Bahçeli’nin eli olmasının nasıl bir anlamı var?
Şimdi Bahçeli’nin pozisyonunu baktığımızda 2015’ten sonra Türkiye’deki rejim formasyonunu belirleyen, bunun sınırlarını çizen, içeriğini kuran aktör MHP. Bugün Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen yapıyı kuran AK Parti değil esasında, MHP. Fakat ötesine baktığımızda Bahçeli’nin liderlik ettiği MHP, Cumhur İttifakı’nın ortağı. Bu ortaklık aslında siyasal temsilinden çok daha fazla bir alan açmış durumda MHP’ye.
Örneğin, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin sınırlarını çizebilecek bir oy oranı yok MHP’nin ama baktığımızda bir yandan Cumhur ittifakı’nın alanını çok net bir şekilde belirleyen bir MHP var. Bunun ana kaynağı MHP’nin geçmişiyle ilgili bir durum. Türkiye’nin en azından 1950-60’lardan bu yana yani Milliyetçi Hareket Partisi’nin geleneğine baktığımızda çoğu zaman temsilde zayıf ama devlet nezdinde etkisi yüksek olan bir hareket. Bu da esas olarak bürokrasideki gücünden geliyor. Hatta daha spesifik olarak söylersek, esas olarak güvenlik bürokrasisindeki gücünden gelen bir durum ve 2015’ten bu yana Türkiye’de güvenlik bürokrasisinin devletin ve rejimin formasyondaki etkisi, gücü arttı. Bütün bu rejim değişikliğinin, referandum sonrasında hala oturamayan ama belli ölçülerde çok radikal değişimler getiren bu yapının ana kurucu aktörü esas olarak MHP idi. Dolayısıyla bugün MHP’nin parlamentoda DEM Parti’ye uzatmış olduğu el, bir yönüyle MHP’nin, bir yönüyle Cumhur ittifakı’nın, bir yönüyle yine onlardan da öte “devletin eli”.
Bahçeli son konuşmasında Öcalan’ı meclise çağırdı…
Bu konuda altını çizmemiz gereken temel nokta şu: Önceki bölümde de ifade ettim, geçmiş çözüm süreçlerinde devletin temel beklentisi, PKK’nin silah bırakmasıydı. Bahçeli’nin bu açıklamasının oldukça güçlü olduğunu ve hala geçerliliğini koruduğunu görüyoruz. Ancak burada “haklı olan” deniliyor. Bunun için gerekirse daha geniş bir alan, hocaların rahatça konuşabileceği bir ortam sağlanabilir. Hatta Bahçeli’nin konuşmasında umut hakkına da vurgu yapılıyordu. Bu, sürecin daha hızlı ilerlemesi yönünde devletin bazı adımlar atmak istediğini gösteriyor. Bahçeli’nin, tırnak içinde “sineye çekmek” ifadesini kullandığı söyleniyor. Devletin bir hazırlık içinde olduğu görülüyor.
Geçmiş süreçlerden farklı olarak, sanırım Öcalan’ın özellikle silahsızlanma konusunda en etkili aktör olduğu düşünülüyor. Çünkü önceki süreçlerde Öcalan hep aracılar vasıtasıyla konuştu. Ancak doğrudan konuşabileceği bir yapı da oluşturulabilir. Öcalan’ın kamuoyuna seslenmesi önemli bir faktör olabilir. Şimdiye kadar aracılarla, altyapılarla konuştu; ancak doğrudan bir çağrı yapma noktasında önceden bir temas kurmadan harekete geçmeyecektir. Bu noktada Bahçeli’nin, Öcalan’ın yeni bir mimari yapıda doğrudan konuşabileceği bir süreç olabileceğini işaret ettiğini görüyoruz.
Devlet cephesinde, Bahçeli’nin konuşması sadece MHP ve Cumhur İttifakı’nı değil, aynı zamanda devletin bir bölümünü temsil ettiğini gösteriyor. Bahçeli’nin “ne Kandil ne de İmralı” söylemi, Öcalan’ın sürecin merkezinde olacağı bir yapıya işaret ediyor. Türk meselesinin çözümü için siyasi bir çerçeve Meclis’te tartışılacak gibi görünüyor. Öcalan’ın daha doğrudan bir role sahip olabileceği bir yapı oluşturulabilir.
Özel Bahçeli’nin bu çağrısının hemen ardından CHP Meclis grup toplantısında “tam destek” dedi. CHP’nin buradaki rolü nedir? Barışın toplumsallaşmasına katkı sunabilir mi?
CHP’nin bu süreçteki rolüne gelirsek, Bahçeli’nin açıklamalarına bakarak CHP’nin daha aktif bir rol oynayabileceğini söyleyebiliriz. Hatırlarsanız, Bahçeli Meclis’in açılışında bu süreçten bahsetmişti. CHP’nin de sürece dahil olmasıyla, resmi parlamentoda Kürt meselesinin çözümüne yönelik daha geniş bir tartışma alanı açılabilir. Geçmişte CHP bu tür süreçlerde çok olumlu bir rol oynamadı; dışarıda kaldı ve eleştirel bir tavır takındı. Ancak şu anda bu sürecin meclise taşınması, CHP’nin katılımını kolaylaştırıyor.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in ilk dört maddeye dair ilk açıklaması çok negatifti. ‘O eli kırarız’ dedi. Ki o ilk 4 madde Kürt meselesinin özü demek. Özellikle 4 maddenin de içinde olduğu, içerdiği başlangıç bölümü çok ciddi bir mesele. Yani tartışmayı konuşmayı çok engelleyen bir açıklamaydı ama sonrasında analar ağlamayacaksa bir üstümüze düşen sorumluluğu yerine getiririz diye bir açıklama yaptı CHP.
Ben buradan şunu anlıyorum CHP şu an pozisyon almaya çalışıyor ama şunun altını çizmeme de izin verin. CHP’siz bir sürecin başarı şansı yok. Eğer bu mesele kalıcı bir barışa evrilecekse toplumsal rızanın ve konsensüsün sağlaması lazım. Bugün zaten MHP ve AK Parti’nin temsil etmiş olduğu Cumhur ittifakı yüzde 40, bazen 50’yi bulan bir bantta bir doğrusal temsili var. Buna DEM Parti’yi eklerseniz bu 60’ı buldu zaten. CHP’yi de eklerseniz ortalama sokaktaki dört kişinin üçünün rızasını almak demek. Dolayısıyla eğer bu iş sokakta rıza üretilecekse CHP’nin taban olarak da parti olarak da dâhil edilmesi lazım. İşim bir boyutu bu. Ama bana sorarsanız bugün bence CHP’nin şu an önünde ciddi bir fırsat penceresi var. Daha böyle bir sembolize bir cümleyle ifade etmek gerekirse CHP, 2028 seçimlerini kazanmak istiyorsa şu an önüne çok büyük bir fırsat penceresi açılmış durumda. Kastettiğim şey şu; yani CHP, Kürt meselesinde AK Parti’nin bir adım ötesinde pozisyon alabilirse son birkaç yılda Kürtlerle kurduğu zayıf olan bağı güçlendirme, tabanını genişletme şansı artar. Kürtlerden öte AK Parti içerisinde devasa bir Kürt kitlesi var. AK Parti’ye gönül veren oralara seslenme şansı artar. Dolayısıyla bu reel olarak Türkiye’nin geleceği için olduğu kadar, somut anlamında CHP için de bir fırsat penceresi sunuyor. Öte durumda muhtemelen AK Parti ve DEM Parti arasında yürüyen bir müzakere süreci olacak, CHP buna mesafe alacak. Dolayısıyla en iyi ihtimalle 3 bloklu bir seçime gideceğiz ama 3 bloklu bir seçimde CHP’nin kazanma şansı yok.
DEM Parti cephesine baktığımızda uzatılan ele kıymet verip önemseme yaklaşımı içerisinde olunsa da bir güven sorunu olduğu da görülüyor. Bunun nedenleri nedir, bu durum ortadan kalkabilir?
Bunun nedeni çok net. Üç deneyim yaşandı. 1999-2004’te bir İmralı süreci yaşandı, PKK’nin bütün güçleri sınır dışına çekildi ve hattı o dönem büyük bir barış umudu vardı ama süreç olumsuzlukla bitti. 2007-2011 Oslo sürecinde sürecine baktığımızda benzer tartışmalar yürüdü ve yine olumsuzlukla bitti. Bildiğim kadarıyla Oslo sürecinin bitimiyle bin 800’e yakın insan hayatını kaybetti. 2013-2015 herhalde bu 16 yıllık dönemde en önemli süreçti ve insanların artık barış geldi diye çok umutlandığı bir dönem yaşandı. Ama o süreçte hatırlarsınız 8 şehir yerle bir olduğu, arkada devlet göre 11 bin, kimi uluslararası kuruluşlara göre 3 bin gencin hayatını kaybettiği bir deneyim yaşandı.
Dolayısıyla bütün bu süreçlere baktığımızda yani birincisi, Kürt meselesi gibi teritoryal bir kimlik meselesinin çözümüne dair atılan adımlar çok sınırlı kaldı. Atılan adımların kıymetinin de altını çizmek lazım, özellikle dilsel alanda önemli reformlar yapıldı. TRT Şeş, TRT Kürdi kanallar, üniversitelerde bölümler açıldı ama Kürt meselesi gibi toprak ve kimlik temelli çatışmalarının çözümünde atılması gereken ilk on adamın birinde bile değiliz. Filipinler’e bakabiliriz, ETA, İrlanda, Bask, Katalan örneğine bakabiliriz. Dolayısıyla bir yandan reformlar düzeyinde çok sınırla bir ilerleme sağlandı, beklentinin çok çok altında reformlar yapıldı ama öte yandan çok büyük kayıplar yaşandı. Yani sürecin bitmesiyle beraber şiddet çok sert bir şekilde geri döndü ve özellikle son 2013-15 ile beraber Kürt kamuoyunda başka bir ruh hali var. O da şu, siyasete olan mesafe çok daha fazla genişledi. Özellikle 2015’teki kırılmanın önceliklerden bir farkı var. Yani 15 yıllık barış sürecinden sonra arkada yıkılmış 8 tane şehir bırakmak, binlerce can kaybı bırakmak, çoğunu görememek, yasını bile tutamama halinin kendisi Kürt toplumunda derin bir umutsuzluk ve güvensizlik yarattı, siyaseti olan mesafeyi artırdı. Siyasete olan bu mesafe hem DEM Parti için geçerli hem de AK Parti için geçerli. Daha genel anlamda Türkiye’deki siyaset kurumu için geçerli.
Ortadoğu, bugün Gazze’den başlayarak İran’a kadar uzanan ve gittikçe büyüme tehlikesi barındıran bir savaş ve gerilim hali içerisinde. Bu koşullar Kürt meselesi özelinde Türkiye’ye neleri nasıl dayatıyor?
Suriye meselesini biraz daha genel söyleyeyim. Bölgede İran’la çıkacak olan bir çatışma eğer büyürse, ciddi bir savaşta dönüşürse muhtemelen 15-20 yıllık bir risk ve belirsizlik dönemine gireceğiz. Kürt meselesiyle ki biraz geçmiş vakalara baktığımızda Suriye savaşını dikkate alalım 11 Mart’ında iç savaş başladı aradan 13 yıl geçmiş ve şu an en azından 5 yıllık vadeyle kimse önünü göremiyor. Yani en az bir 10 yıllık dönemden bahsediyoruz. Irak keza benzer bir deneyim yaşandı. Dolayısıyla İran’ı içine alan ciddi bir savaşın büyümesi durumunda minimum 10-15 yıllık bir belirsizlik dönemi var. Benim görebildiğim bu belirsizlik Türkiye’de devletin nezdinde Kürt meselesinin daha maliyetli hale gelmesine dair bir kaygı yaratmış durumda. Bir ön alıcı strateji olarak Kürt barışı gündeme gelebilir.
İki, savaş büyümezse daha sınırlı bir savaşın olması durumunda ki bugün bile aslında İran belli ölçüde zayıflayacak yani şu an bile zayıflamış durumda. Yani bölgedeki direniş ekseninin üyeleri olan Hamas ve Hizbullah ciddi ama darbe darbeler aldılar Dolayısıyla oradaki bir zayıflama uzunca bir zamandır bölgede kendi milli ve yerli sınırlarına çekilmiş biraz kabuğuna kapanmış içe kapanmış Türkiye için tekrar bölgeye dönmek için bir fırsat yaratabilir. İran’dan bırakmış olduğu boşluğu doldurmak adına. Ama sanırım Suriye meselesinde orada ikili bir boyut var gibi görünüyor. İlki Kürt meselesi, orada şu an bir Rojava yönetimi var. Kürtlerin ABD ile belki Rusya ile esasla belli bir siyasal çözümü sürecine girme potansiyeli var ama Türkiye şu an oralarda görebildiğim kadarıyla bir oyun kurucu aktör değil, daha çok bir oyun bozucu aktör.
Dolayısıyla bir oyun bozacağı aktör olmaktan bir oyun kurucu aktör olmaya dair bir alan arıyor şu an Türkiye ve sınır ötesine de açılacak bir Kürt barışı yeni bir alan açabilir.
Suriye meselesinin ikinci bir yüzü de sığınmacılar meselesi. Resmi rakamlara baktığımızda bile şuan Türkiye’deki sığınmacılar meselesi çok büyük bir krize dönüşmüş durumda. Son mayıs seçimlerinin de gösterdiği gibi, muhtemel 2028 seçimlerine kadar eğer bir çözüm yoluna sokamazsa AK Parti kaybedecek. Seçim sonuçlarını en az Kürt meselesi kadar etkileme potansiyeli olan ikinci meseledir sığınmacılar meselesi.
Ama seçimlerden öteye sığınmacılar meselesinin devlet nezdinde yarattığı bir kaygı var. Ümit Özdağ’a göre bu rakam 13 milyon. Resmi rakamların 2-3 katı bir rakamdan bahsediyorlar. Hatta teyit edilen rakamın 13 milyon olduğuna dair bir iddia var. Devlet bürokrasisi içerisinde belli ölçüde Suriye iç savaşı, Türkiye’nin dış politikası, öncelikleri, Kürt meselesinin önünü almak gibi çeşitli gerekçelerle bu yaz bu mesele yönetildi ABD ile olan ilişkiler ve benzeri. Ama bugün gelinen rakam, Türk ekonomisinin belli ölçülerde bu sığınmacılara ihtiyacı var.
Özellikle ucuz işgücü olarak zaten şu an sığınmacı nüfusun, Suriyeli nüfusun, Afgan nüfusu büyük bir kesimi Türkiye ekonomisine büyük bir katkı sağlıyorlar ama mevcut rakamlar Türkiye’de demokratik bir takım kaygılar yaratmış durumda. Dolayısıyla seçimlerden öteye devlette de yani 13-15 milyonları bulan bir sığınmacı meselesini yönetmeye dair, bir pozisyon değişikliğine dair bir arayış var ve Kürt barışının böyle bir katkısı da var. Yani eğer Türkiye, Suriye’yi de içerecek şekilde barışçıl bir politika izlerse, Esat’la hızlı bir normalleşme ile beraber bu sığınmacıların Suriye’ye dönüş sürecini de hızlandırabilir. Tamamını döndüremez bile önemli bir kesimin dönüşünü sağlayabilir ve önümüzdeki bir iki yıl içerisinde bunu sağlayan bir Erdoğan yönetimi, Mayıs seçimlerinde biraz daha rahat girer.
Dolayısıyla Suriye meselesi de Kürt meselesi ile beraber ya da onunla ilişkili olan, ondan tamamıyla bağımsıza değil bir sığınmacılar meselesi var.
Yeniden içe dönersek yeni bir anayasa tartışması da gündemde. Kürt meselesi etrafındaki gelişmelerin yeni anayasa ile bağı var mı?
Şimdi birincisi Kürt meselesi seçimlere indirgeyeceğimiz mesele değil, önce onun altını çizeyim. Dolayısıyla seçimlerden öte bir rejim meselesi, Türkiye’nin devlet olarak orta ve uzun vadeli ulusal çıkarlarını gözeterek pozisyon aldığı bir mesela. 2015’teki sadece buna belki bu bunun altını çizeyim bunu örnek vereyim.
Devlet Bahçeli’nin 2015 sonrasında 15 Temmuz sonrasında aldığı pozisyon değişimini sadece Erdoğan yönetimini kurtarmak üzerinden okuyamazsınız. Yani Türk devletinin bir güvenlik krizi vardı. Hem içeride ben dışarıda ve devlet yeniden konumlama gereği duydu. Erdoğan’la kurulan ittifak da bunu bir parçasıydı. Şimdi Kürt meselesi bağlarında da böyle. Kürt meselesinde devlet yeni bir pozisyon alacaksa bu bunu seçimlerden öteye bir anlamın olması lazım. Şu an hali hazırda bunun temel cevabı da dış politika ve belli ölçüde sığınmacılar meselesi. Ama bunun öte yandan seçimlerle de bağlantısı var. Çünkü önceki süreçlerin tamamına baktığımızda bu süreçlerin çoğu seçime yakın dönemlerde gündeme geldi, işin bir boyutu bu. Yani seçime yakın dönemlerde biz bu meseleyi konuşuyoruz, çözümü konuşuyoruz.
İkinci olarak çatışma çözümü ve barış kuramındaki yaklaşımlara baktığınızda yani doğal bir eğildim var. Yani literatürde şunu söylüyor, literatür dediğimde başka zaman ve mekanlarda meydana gelen deneyimlerin aslında soyutlamış halidir, o deneyimlerin bilgisidir. O bilgi de şunu söylüyor; ya zaten masaya oturan tarafın somut anlamında masadan bir çıkarı yoksa o masaya oturmaz, niye otursun.
Dolayısıyla biraz tuhaf bir soru gibi geliyor işte ‘Erdoğan’ın bundan çıkarı var’, MHP’nin bundan çıkarı var parti olarak. Elbette ki olacak. DEM Partinin de çıkarı var. Mesele şu, Kürt çatışması yerine Kürt barışının bir kazandıran ya da daha iyi bir seçenek sunan bir opsiyon olarak masaya gelmesinin kendisi kıymetli. Burada tarafların bir çıkar arayışına girmesinin bence çok rasyonel bir karşılığı var. Dolayısıyla sorumuza gelirsem Türkiye’deki tartışmalara baktığımızda bütün mesele yeni anayasa meselesine, 2028 seçimlerinde Erdoğan’ın yeniden aday olup olamayacağı. Aslında bütün bu tartışmanın önünde biraz Erdoğan adaylığının önünü açacak bir anayasal değişim meselesi olduğunu söylüyorlar. Birincisi, bu doğal yani Erdoğan böyle bir talebi olabilir. Böyle beklentisi olabilir ya da daha net söyleyelim 2013-15 çözümü sürecinde Erdoğan’ın iki temel beklentisi vardı. Bir tanesi PKK’nin silah bırakmasıydı, ikincisi 40 yıllık savaşı bitirmiş bir lider olarak 7 Haziran’da başkan olmaktı.
Çünkü ilgili aktörün masada kalmasının motivasyonları vardır, siz onu masada tutmak istiyorsanız o motivasyonuyla tutmak zorundasınız. O motivasyonu elinden aldığınız takdirde zaten masada oturmaz. Şimdi bugün eğer Kürtler bir bütün olarak söyleyelim ya da Türkiye’deki demokrasi güçleri, Kürt barışını masada tutmak istiyorlarsa ve barıştan bir iyi gelecek, iyi bir ufuk görüyorlarsa karşı tarafı masada tutacak bir yola girmeleri gerekiyor. Karşı tarafın da motivasyonları neler, beklentileri neler, burada hangileri karşılanabilir, hangileri karşılanamaz gibi toptancı bir yok saymaktan öteye ilgili aktörü masada tutmaya, masayı canlı tutmaya ve uzlaşıya odaklı bir eğilim içerisine girmek zorundadır.
Buradan tekrar ilk dediğim noktaya geleyim. Anayasa meselesinin kendisi de seçimlere indirgenmemeli. Elbette ki bu meselenin somut olarak Erdoğan’a ihtiyaçları, Cumhur ittifakının yerine seçip kazanma arzusu gibi gerekçeleri var. Bu yeni arayış için. Ama anayasa meselesi de esasında Kürt meselesi için önemli mesele. Zira Kürt meselesinin Türkiye’deki birçok meselelerden temel bir farkı var.
Kürt meselesi esas olarak Türkiye’de bir rejim meselesi. Dolayısıyla Türkiye’de yeni bir rejim değişikliği olacaksa yeni bir cumhuriyet inşa olacaksa, bunun bir temel metni olan yani toplumsal sözleşme olması gereken Anayasa’ya da yansıması lazım. Eğer Türkiye’de yeni bir uzlaşı sağlanacaksa, yeni bir toplumsal uzlaşı sağlanacaksa bunun ana metni olan ana hukuksal metni olan anayasaya yansıması lazım. Dolayısıyla Kürt meselesi bir anayasa meselesi zaten. Yani Kürt meselesinde biz nihai olarak bir çözüme gitmek istiyorsak zaten bunun bir anayasal çerçeveye kavuşturulması lazım. Dolayısıyla bir anayasa tartışmasına gelmeksizin zaten bu meselede kalıcı ve istikrarlı bir nokta varma şansımız yok.
Ha bugünkü ortamda anayasa meselesine hemen gelebilir miyiz ya da anayasa meselesi niye bu kadar önden gündeme taşındı. Muhtemelen bu Cumhur ittifakının beklentileri, ihtiyaçlarıyla ilgili mesele. Ama bugünkü tartışmaya bakarak da bence anayasa meselesinde aceleci olmamak lazım. Anayasa meselesinin iki meseleye birden hitap etme potansiyel var.
Birincisi Kürt meselesinin seçimlerden öteye bir rejim meselesi olduğu ve yine bir rejimi inşa etmeye dönük kapı aralaması, ikincisi ise somut anlamda 2028 seçimlerine dair tarafların çıkarlarına hitap etmesi. Zaten bu ikisi masada kaldığı ölçüde barış masası canlı kalır. Ben burada bir anormallik görmüyorum ama anayasaya dair bence şu an çok erken, muhtemelen anayasanın reel değişim sürecinin belki biz iki yıl sonrasında bile gelemeyeceğiz.
Bugün taraflar arasındaki yeni bir süreci başlatması konusunda güven duygusunun yeniden ikame edilmesi böyle yol temizliğini sağlanması için nelere ihtiyaç var?
Engeller çok, biraz zor bir mesele. Bir defa kanlı bir mirasımız var. Yani çok fazla insanın hayatını kaybettiği, çok fazla eve, aileye ateşin düştüğü bir miras var. Dolayısıyla bu bedeller üzerine yeni bir sayfa açmak çok kolay bir iş değil.
İkincisi, Türkiye’de barışa dair toplumsal bir hareket yok sokakta, güçlü bir muhalefet hareketi, barışı sahiplenen bir hareket yok, bu da bir engel.
Üçüncü Kürtler dışında Ankara’daki hâkim partilere baktığımızda Kürt barışı, siyasi çözümü bir rekabet unsuru değil. Türkiye’deki normatif düzleme baktığımızda aslında muhalefetin çok fazla birbirine benzediğini görüyoruz özellikle Kürt meselesi bağlarında. Burada çok fazla birbirine alternatif öneriler sunan siyasi partiler yok. Üç aşağı beş yukarı benzer bir çerçeveden meseleye bakan ve benzer bir dille konuşan yapılar var. Bunlar ciddi engeller.
Bir diğer mesele, Türkiye’deki siyaset özellikle son yıllarda daha da arttı çok fazla merkezi bir siyaset ve devlet çok merkezi bir devlet. Yani gücün ve siyasetin çok merkezde toplandığı ve merkeze yürüdüğü bir gelenek var. Dolayısıyla Kürt barışı esas olarak biraz yerelleşmeyi, gücün dağılmasını yeni bir denge ve denetlemenin özellikle dikey düzeninde kurulmasını gerektiren bir mesele. Burada daha keza yine bir devasa bir engel var ya da bugün bu meselenin başta da altını çizdiğim bir boyutu da bölgesel eşsizlik. Yani aslında bu mesele çözüme kavuşacaksa Türkiye’de kaynakların daha dengeli dağıldığı bir yapıya İhtiyaç var. Bu da halihazırda bu dengesiz gelişmekten fayda gören çıkar elde eden aktörlerin zayıflaması demek orada ciddi bir bariyer var. Ama görebildiğim yani bu meselenin çözümüne dair potansiyel ne derseniz benim görebildiğim birkaç şey var.
Bir tanesi CHP içerisinde güçlü olmasa bile bir eğilim doğmaya başlamış durumda. İktidar olmak istiyorsak Kürtleri içimize almak durumundayız. Yani Kürtlere dair bir söz söylemeden iktidar olma potansiyelimiz zayıf. Şu an cılız olan bu sesin belki bu çözüm sürecinde artma potansiyeli var. CHP’de bir değişim dinamiği var Kemal Bey’in başlattığı ama zayıf ilerleyen bir değişim dönemi var. Dolayısıyla 2013-15’te önceki süreçlerinden farklı olarak, farklı bir CHP ile karşı karşıya kalabiliriz ve bu mesele Cumhur ittifakı ile CHP arasında bir rekabet unsuruna dönüşebilir. Birbirlerinin daha iyi sözler kurarak da meseleyi yönetmeye talep olabilirler şimdi boyutu bu.
İkincisi, devlet açısından benim görebildiğim özellikle bölgesel dinamiklerden kaynaklı bir risk alma bir ön alma anlamında yeni seçenek daha iyi görünüyor. Daha rasyonel gibi görünmüş durumda.
Bir fırsat penceresi doğmuş durumda ve bu fırsat penceresinden fayda görmeyi arzulayan bir devlet geleneği var. Burada hani AK Parti’deki belki son yıllardaki kaybın esas olarak Kürtlerden olması AK Parti’nin Kürt coğrafyasına daralması bir negatif referans olarak şu an AK Parti’yi değişime zorluyor. Dolayısıyla bu şu an bir fırsat penceresi.
DEM Parti bütün bu hikâye içerisinde yani çok büyük kayıplar verdi. Şu an binlerce siyasetçisi içeride ama bir yerinde de şöyle bir tablo var. Yani bütün bu hikâye yani Kürt sokağında bir devlete dahi bir rıza üretmiyor, Kürt itirazı devam ediyor. Hatta bunu belki uzata da bilirsiniz yani 100 yıllık gelenek içerisinde bu bahsetmiş olduğum aşırı merkezileşme, politik baskı, ekonomik olarak hak kayıpları, geri kalma geri bırakılma süreçleri, yoğun devlet şiddeti, yargı ve benzeri araçlar üzerinden bütün bunlara rağmen Kürtçe itirazı dönemsel inişlerle beraber hep canlılığını korurdu ve bugün de baktığımızda aslında büyümüş bir Kürt itirazı var.
En son onun altını çizeyim, bu devasa bir fırsat Türkiye Devleti için. 2013-15’te o fırsat biraz riske dönüştü. Fırsat olarak görüyordu devlet ve burayı yatırım yaptı. Hani belki bir parantez açıp bunun altını çizeyim. Hani şimdi Türkiye’de 99’dan bugüne bakarsanız büyümüş bir Kürt hareketi var. Özellikle 14’ten sonra 6,5 bandından 13’e kadar neredeyse iki katına çıkan bir Kürt hareketi var. Daha önce 8 ilde iddiası olan bir hareket Kürt illerinde şu an 20 ilde iddiası var. Metropollerde ortalama 12 metropolde yüzde 10 bandında oy alan bir Kürt hareketi var. Irak’ta şu an bir Kürt modeli var, bir Arap modeli var Kürt meselesini çözümüne dair.
Suriye’de bir Arap modeli gelişiyor ama her iki modelde de Kürtler aktif ve güçlü bir siyasi özne olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Dolayısıyla Türkiye’de büyümüş bir Kürt hareketi, Irak’ta büyümüş bir Kürt hareketi, Suriye’de büyümüş bir Kürt hareketi devlet için bir risk de olabilir, bir fırsat da olabilir. Çözüm sürecine bu bir fırsattı yani bölgesel ölçekte yeniden konumlanmak ve büyüme anlamında bir fırsattı.
Son 8 yıl boyunca bu bir risk olarak okundu ve bir milli ve yerli sınırlar içerisinde kapatıldı bu mesele. Ama hali hazırda burada tekrar devlet için bunu bir fırsata döneceğine dair yeni bir akıl gibi görünüyor. Bence bu da önemli bir potansiyel.
Son olarak belki şeyin altını çizeyim yani Türkiye’ye, belki bunu 2010 anayasa referandumuna kadar da götürebiliriz ama özellikle 15 Temmuz’dan sonra daha da sertleşti Türkiye’de bir devlet krizi var ve bu devlet krizi bir türlü çözülemedi. Yani bugün bile çözülebilmiş değil.
Son 8 yıllık sürece baktığımızda rejim değişti, referandumu oldu, Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi kuruldu ama bu kendi sistemini inşa edemedi. Öte yandan buna dönük muhalefetteki itiraz diri kaldı ve hala hazırda bir rejim krizi devam ediyor. Bir devlet krizi devam ediyor. Kürt meselesinin çözümü aynı zamanda bu devlet krizini bir barışçıl yollarla aşmaya dâhilinde devasa bir potansiyel taşıyor. Dolayısıyla bu bütün olan bitenleri aslında dediğim gibi 2028 seçimlerinden öteye bir yönüyle devlet krizini aşmaya dair de bir mesele olarak ya da bu meselenin bir boyutu olarak görebiliriz. Bu açıdan da şu an aslında Ankara için bir fırsat sunuyor bu krizi aşmak için.