Uzun yıllar Aras Yayıncılık ve Agos gazetesinde yaptığı çalışmalarla tanıdığımız Rober Koptaş’ın ‘Unufak’ adlı romanı, İletişim Yayınları etiketiyle okurlarla buluştu.
Bir ailenin üç kuşak hikâyesini anlatan eser, karakterlerin benliklerini yeniden inşa etme çabalarını işlerken, zamanın ve miras alınan travmaların bıraktığı derin izlere dikkat çekiyor.
Roman aynı zamanda okuyucuyu, yersizliğin ve aidiyetsizliğin insan ruhunda bıraktığı yıkıcı etkilerle yüzleştiriyor.
Göç ve aile dinamikleri gibi temaların öne çıktığı bu güçlü hikâye üzerine yazar Rober Koptaş’la konuştuk.
“Yazdığım ‘şey’ bir romana dönüşebilir mi diye şüpheliydim”
İlk kurgu kitabınız. Nasıl bir deneyimdi? Yazım süreci ne kadar sürdü?
Kendimi bildim bileli yazı çizi işlerinin içinde oldum. İlk gençliğimden itibaren yayıncılık ve gazetecilik yaptım ve aslında bu roman aklımda hep vardı. Galiba uzun yıllar etrafından dolanmışım… Gazetecilik ve yayıncılık yaparken sanırım içimden gelen çağrıdan kaçtım. Belki de anlatacaklarımın yükünden ya da hakkıyla yazamamaktan korktum. Ama yaşla mı ya da belli bir tecrübeden sonra mı ya da artık o anlatma arzusu içimde tutamayacağım bir noktaya mı geldiğinden bilmiyorum, dört-beş yıl önce yazmaya başladım. Bölük pörçüktü metin, biraz oradan, biraz buradandı. Aras’ta yayıncılık yaparken hayli yoğun çalışıyordum. Kendi romanımın üstüne eğilemediğim aylar oluyordu. Ama 2023’te yayınevinden ayrılırken bundan sonraki hayatımda edebiyata merkezi bir yer vermeye de karar vermiştim. Gerçi başlarda bu yazdığım ‘şey’ bir romana dönüşebilir mi diye şüpheliydim. Metni fikrine güvendiğim arkadaşlarıma okutup, onların eleştirilerini alıp, üzerinde tekrar tekrar mesai verip sona yaklaştıkça “Artık tamam, bu bir roman olacak ve çalışıp bitireceğim” kanaati iyice güçlendi ve zamanı gelince de son noktayı koydum.
Üç kuşak boyunca süren bir aile hikayesi anlatıyorsunuz. Bu konuyu seçmenizdeki motivasyonunuz neydi? Bu hikâyeyi anlatmak hep aklınızda olan bir şey miydi?
Aslında bir kuşağı ve bir kişiyi anlatmak istiyordum. Bir baba figürü ve baba-oğul hesaplaşması ya da yüzleşmesi gibiydi. Bu çok klasik, belki artık kimilerini ikrah ettirecek kadar tekrarlanmış bir tema olsa da benim için zengin bir malzemeydi. Babamı erken kaybettim. Belki biraz onun neden o kadar erken öldüğü, neden bu hayata tutunamadığı, neden zorluklar karşısında dağılıp etrafındakileri de dağıttığı sorularına cevap arıyordum. Onun üzerinden kendimle ve ailemin geçmiş kuşaklarıyla ilgili meseleleri anlamaya çalışıyordum. O baba hikayesini yazarken, onu hayal ederken, bilmediğim bazı soruların cevaplarını ararken, fark ettim ki o karakteri tek başına anlatarak anlamak çok mümkün değil. Bir adamı, annesinden, babasından, ondan önceki kuşaklardan, bir kadınla, çocuklarıyla ilişkisinden bağımsız anlatmak en azından buradaki hikâye bağlamında çok olası değildi. Diğer karakterler, aslında ben ana karakter olan Kevork’un hikayesini anlatmaya çalışırken, anlatının içinden çıktılar. Gittikçe daha fazla görünür oldular. Belki de bastırdığım, unuttuğum, kaçındığım bazı şeyler de o süreçte su yüzüne çıkmış oldu. Ben de onları anlatmaktan kaçmadım. Parçalı bir anlatı yapısı kendiliğinden geldi. Pek çok karakteri kendi ağzından konuşturmak, olayları farklı gözlerle izlemek benim için zevkliydi. Onların seslerini duymaya çalıştım, onlara soru sormaya ve cevaplarını dinlemeye çalıştım. Böylece Anadolu’da yaşamış ve İstanbul’a göç etmiş bir ailenin üç kuşak hikayesini anlatmış oldum. 20. yüzyılın büyük olaylarının yarattığı travmalar sonrasında bu insanlar ne yaşadılar sorusunu didikleyen ama bununla da sınırlı olmayan, bireylerin iç dünyalarındaki ve aile içindeki gerilimleri de takip eden bir metin çıktı ortaya. Dolayısıyla bir kişinin hikayesinden yola çıkıp koca bir yüzyılın içindeki birkaç kuşağın hikayesini anlatan bir roman oldu Unufak.
‘Sorular soran bir metin’
Romanınızda ele aldığınız konular kendi aile geçmişinizden, kendi kişisel deneyimlerinizden izler taşıyor mu?
Unufak bir otobiyografi değil ama otobiyografik yönü güçlü olan bir roman. Oradaki kimi olaylar ailemin başından geçenleri yansıtıyor elbette ama aslında o olaylara dair bildiklerim çok sınırlı. Belki sekiz-dokuz cümleyle özetlenebilecek olgusal gerçekliklerden söz edebiliriz. Mesela romandaki Devran ailesinin değirmenci olması, değirmenci oldukları için 1915’te onlara dokunulmaması gibi veya 1940 veya 50’lerde İstanbul’a göç etmeleri gibi… Bu kabataslak gerçekleri elbette biliyorum. Ama onların içindeki karakterlerin kim olduğunu, neden öyle davrandıklarını, kendi ruhsal çatışmalarını, aralarındaki gerilimleri, karşılıklı ilişkilerindeki çıkmazları hayal ettim. O tarihin içinden süzülüp çıkıp gelmiş insanları biraz tanıyorum. Tabir caizse ‘son ürüne’ aşinayım ama onların oldukları kişi olarak yapılanmalarının hikayesini bilmiyordum. O yüzden bu soru soran bir metin aslında. Acaba bu insanlar neden böyle oldular, başka türlü olabilirler miydi sorusunu kaşıyor sürekli. Bu tarafıyla her şey kurgusal. Yani oradaki hikayeler, karakterler tamamen benim hayal ettiğim şekilde, benim cevabını bulabildiğim, aklımın erdiği ya da bazen de öyle olsun istediğim için öyle oldular. Bu yönüyle de otobiyografik değil tabii ki. Ben mümkün mertebe edebiyat alanının içinden baktım. Tarihsel gerçeklikle edebiyat ne kadar gereksiniyorsa o kadar ilgilendim. Didaktik bir şey anlatmak istemedim. “Bakın, 1915’ten sonra bir Ermeni aile böyle yaşadı, yaşadıklarının sebepleri ve sonuçları şunlardı” demek değildi muradım. Benim için hikâye bununla sınırlı değildi.
Kitapta ‘yersiz yurtsuzluğun zehirli kaderi’ şeklinde bir ifade geçiyor. Bu sadece fiziksel bir yerden edilmeyi mi ifade ediyor yoksa kültürel ve kimliksel bir yabancılaşmayı da içeriyor mu? Karakterlerin yaşadığı bu aidiyetsizlik duygusunun psikolojik yönünden bahseder misiniz?
Haklı bir soru ve sorunun da ima ettiği gibi sadece göçten, yerinden yurdundan edilmeden ibaret değil bence yaşadıkları. Bizler durduğumuz yerde de yersiz yurtsuzlaşabiliriz. Hiçbir yere gitmeden de kopabiliriz, yabancılaşabiliriz. Kendimizi evimizdeyken evimizde değilmiş gibi hissedebiliriz. Bunun da adını türlü şekillerde koyabiliriz. Travma diyebiliriz, acı diyebiliriz, keder diyebiliriz; bunların yarattığı birtakım ruhsal sorunlardan, sıkıntılardan, kişilik bozukluklarından söz edebiliriz. Bunların hepsi bizim zamanla ve mekanla bağımızı zedeliyor. Hepimiz kendi hayatımızda, bugünün Türkiyesi’nde de bunları yaşadık, yaşıyoruz. Biraz da kendimden ölçüp biçerek duygu dünyalarını anlamaya çalıştım ama dediğiniz gibi oradaki yersiz yurtsuzluk, onun zehirli kaderi ya da belki de ‘kederi’ sadece göçle sınırlı değil. Göç bunun bir parçası ve insan için çok ağır bir deneyim bence. Ama göç etmeselerdi de zaten duygusal olarak ağır koşullarda yaşıyorlardı o insanlar. Onu anlatmaya çalıştım ben de.
Karakterlerden hep bir şeyler alınmış; dilleri, isimleri, evleri, hayatları… Ve bunların yaşamlarındaki etkilerini görüyoruz. Sizce bir insandan ya da bir topluluktan bu kadar temel şeyler alınınca geriye ne kalıyor? Bu eksikliklerle yaşamanın sonuçları nasıl oluyor?
Az önce bahsettiğimiz travma, onların hayata tutunma, istikrarlı ve güvenli bir hayat kurma koşullarını tamamen ortadan kaldırıyor diyemem. Belki başka koşullarda, başka insan yapıları, başka karakterler başka türlü davranabilirlerdi. Ama ben benim bahsettiğim türden bir dağılmanın, unufak olmanın çok evrensel bir tema olduğunu düşünüyorum. Dünyanın herhangi bir yerinde, benzer muamelelere maruz kalan insanlar, her toplumun içinde olabilecek türden iktidar ilişkilerinin mağduru olan taraflar kendi hayatlarını güvenli, istikrarlı, sağlıklı, tutarlı bir şekilde sürdüremiyor. Dolayısıyla romandaki karakterlerin adlarının, mülklerinin ellerinden alınması, yaşadıkları baskılar onların ruhlarına zarar verdiği gibi aileleriyle, birincil çevreleriyle kurdukları ilişkiye de, toplumla kurdukları ilişkiye de zarar veriyor. Mesela James Baldwin ABD’den bahsediyor, benim romanda anlattığı T ile veya İstanbul ile çok alakasız görünen bir bağlamda yazıyor ama ben onu okuduğumda çok benzer meseleler görüyorum. O insanların dağılmaları, o insanların savrulmaları, çok farklı kültürlerin içinde de olsalar birbirine çok benziyor. Ben de buna Türkiye’den bir örnek verdiğimi düşünüyorum. Sadece Ermeni olmakla açıklanabilecek bir şey değil ya da sadece Ermenilerin Türkler tarafından maruz bırakıldıkları ile ilgili de değil. Evet bu önemli bir mevzumuz bizim şüphesiz ama iki gruba da özgü değil. Sözü edilenler dünyanın her yerinde yaşanan türden haksızlıklar ve adaletsizlikler ve onların insana, onun iç dünyasına ne yaptığını merak ettim ben daha çok.
‘Karakterlerin yaftalanmasını istemedim’
Kitapta Ermeni ailelerin Anadolu’da yaşadığı yerlerin isimlerini T, M şeklinde kısaltmanızın özel bir sebebi var mı?
Yersiz yurtsuzluk dedik, ben de biraz yersiz yurtsuz olsunlar istedim. Türkiye’de Ermeni bir yazar Ermeni bir ailenin hikayesini anlatıyor dediğinizde okur ya da okumaz herkesin kafasında bazı etiketler oluyor. O etiketlerle yaftalansınlar istemedim. Ne anlatı ne ben ne de oradaki karakterler. Hemşehrilik duygumuz çok yüksek hâlâ Türkiye’de. Mıgırdiç Margosyan Diyarbakır’ı, Kirkor Ceyhan Zara’yı, Hagop Mıntzuri Erzincan’ı yazdı. Eğer romandaki karakterleri belli bir Anadolu şehrine bağlasaydım belki ben de, bu metin de sadece o bağlamda değerlendirilecekti. O yüzden sembolik isimler seçtim. Onları bütün Türkiye’ye teşmil etmeye çalıştım. Çok farklı değil insanlarımızın kaderi. Dolayısıyla o yaftalardan, etiketlerden kaçmak istedim. Böylece hayal gücümü serbest bırakmak da daha mümkün oldu. Sınırları biraz daha geniş tuttum, bu beni biraz özgürleştirdi. Okuyanlar bu hikâyenin orada ya da burada değil, Türkiye’de, hatta dünyada herhangi bir yerde geçtiğini duyarak okusunlar istedim. Bunda okuru da özgür bırakan bir yan olduğunu düşündüm.
Romanda Anadolu’dan İstanbul’a, oradan da farklı ülkelere göç eden karakterler görüyoruz. Bu karakterlerin göç deneyimi, fiziksel sınırların ötesinde kimlik ve aidiyet sınırlarıyla da ilgili gibi hissettirdi. Peki, karakterlerinizin yaşadığı göçler, onlar için yeni bir başlangıç mı yoksa daha derin bir kopuşun simgesi mi?
Var oldukları, ailelerinin, atalarının yüzlerce yıldır yaşadığı yerde kalamıyorlar, kalamaz hale geliyorlar. Orada onlar için yaşamanın koşulları kalmadığı için göç etmek zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla göç, orada bir çaresizliğin işareti. Mutlaka içinde bir umut barındırıyor. İstanbul’a geliyorlar. Metinde çok vurgulanan bir şey; ‘İstanbul’dan başka İstanbul yok.’ Yani orası onlar için bir son dal adeta, orada tutunmaları lazım. Nihai bir çöküşe, kopuşa gitmelerine karşı güvenli bir alan gibi geliyor, en azından başta. Ama sonra çok rahat edemediklerini, içlerindeki huzursuzluğun, uyumsuzluğun orada da yakalarını bırakmadığını, yine tutunamamaya ittiğini görüyoruz. Dolayısıyla orada göç sizin de dediğiniz gibi en çok kopuşu ifade ediyor. Umut yok değil, var elbette. Ama umut, neredeyse sonraki üzüntünün ve kederin altını çizecek kadar var, daha fazla değil. Yeni bir başlangıç değil de adeta bir sonun başlangıcı olacak kadar… Karanlık bir metin o anlamda Unufak.
Mesela karakterlerden Amerika’ya göç eden küçük kardeş Asadur’un ailesinden farklı iyi bir yola girdiğini sanmıştım. Sonra onun hikayesi de üzücü bir şekilde tamamlandı.
Bahsettiğim karamsar, umutsuz durumun en çok cisimleştiği yerlerden biri orası. Güçlü bir şey. Yani kıta değiştirseniz, dünyanın öbür ucuna gitseniz bile o yediğiniz darbeler kalıyor. Tabii ki yaşam koşulları daha iyi olabiliyor ama bir kere tökezlediğinizde içinizdeki karabasanlar sizin belki başkalarına göre daha beter düşmenize, çökmenize neden oluyor ve göç de bu anlamda yardımcı olan bir deneyim değil. Amerika’ya, Avrupa’ya gitti, belki bir süre iyi para kazandı diye o insanların iç huzursuzlukları ortadan kalkmayabiliyor pek çok durumda. Çünkü yenilen darbenin, duyulan acının damgası bazen çok büyük olabiliyor. Üstelik bu sefer yabancı bir diyarda kimsiz, kimsesiz kalmış oluyorsunuz.
‘Kadınlar erkekleri hakikate çağırıyor
Kitaptaki kadın karakterlerin genelinde bir ‘direniş’ fark ettim. Yok edilmeye, ataerkiye, eşe, aileye, geleneğe karşı bir direnişin olduğunu gördüm bu karakterlerde. Hikayelerinin bir noktasında patriyarkal düzen içinde kendi hayatlarında söz sahibi olmayı da başarıyorlar. Ben okurken bunları düşündüm ama siz yazarken bu düşüncede miydiniz?
Bence siz güzel anlattınız, en fazla bu kadarını söyleyebilirim ben de. Tabii ki onlar erkeklerden farklı bir şekilde direnebilsinler istedim. Bunun gerçekliğe de yakın olduğunu düşünüyorum. Özellikle bizim gibi hastalıklı diyebileceğim toplumlarda kadınlar pek çok örnekte kendi gerçekliğine, hayatın gerçekliğine daha yakınlar, en azından kendilerine karşı daha dürüstler. Erkekler bu anlamda çok zayıflar ve o zayıflığı güçle, ataerkiyle, şiddetle, iktidarla örtmeye çalışıyorlar. Unufak aynı zamanda ataerkinin nasıl işlediğini de görmeye çalışan bir metin. O anlamda erkeklikle de hesaplaşması var. Ben bütün karakterlere belli bir mesafeyle yaklaşmaya çalıştım. Belli bir sempati ve belli bir mesafeyle… Ama oradaki kadınların yapabildiklerince hayata daha fazla tırnak geçirdiğini, erkeklere aslında sürekli hakikat çağrısı yaptığını, onları dürüstlüğe davet ettiğini söyleyebiliriz. Onları o anlamda kayırdım diyemem ama hikâyede bu anlamda onlardan üstünler ve bu gerçeklikle de uyuşuyor bence.
Özellikle Kevork karakterinde, aileden gelen travmaların karakter gelişimine etkisini çok net görüyoruz. Peki Kevork’un karakterindeki olumsuzluklar ve şiddete eğilimi sadece çocukluğunda yaşadığı olayla mı şekillendi yoksa kültürel normların da etkisi var mı?
Orada ataerkinin de, geleneklerin de, yaşanmış deneyimlerin de mutlaka etkisi var ama bu kimsenin kişisel sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor. Yaşadıkları, heybesinde şiddet ve öfkenin, kendine ve dışarıya dönük bir yok ediciliğin yer almasına neden olmuştur muhakkak, çünkü orada başka şeyler de olabilirdi. Sevgi olabilirdi, güven olabilirdi, tutarlılık olabilirdi ama onlar yok. Yine de yapıp ettiklerinin sorumluluğunu nereye yükleyeceğimize baktığımızda bu sadece kişisel ve ailevi deneyiminden gelmiyor bence. Artık ataerkinin sadece kadınlara değil erkeklere de nasıl zarar verdiğini dahi iyi biliyoruz, yine de Kevork böyle olmak zorunda değildi. O gittikçe daha zayıflıyor, gittikçe daha kötüleşiyor. Kendisinden nefret edecek kadar farkında durumun, bir direnç de göstermeye çalışıyor ama çok zayıf. Yapamıyor. Daha doğrusu aksi yönde bir şey yapmıyor. O akışı geriye çevirmiyor, kendisiyle gerçek anlamda yüzleşmiyor. Güçsüzlük ve zayıflığını şiddetle örtmeye çalışıyor. Burada çok klasik bir Türkiyeli erkek figürü çıkıyor karşımıza aslında. Onun Ermeni olması bir şey değiştirmiyor. Ona o anlamda bir acıma duymuyoruz fakat edebi olarak anlamaya çalışabiliriz. Onu anlamaya çalıştığımız noktada belki bize bir şeyler söyleyebilir. Yani, umarım söyleyebilir…
Kötülüğe yönelmeden önce küçük bir iç hesaplaşma yaşıyor aslında ama yine de o hareketin peşinden gidiyor. Dediğiniz gibi, ‘bunu düzelteyim’ gibi bir çabası olmuyor. Kevork’un küçüklüğünde yaşadığı olaydan dolayı bir yere kadar empati duyuyoruz ama sonrasında dönüştüğü insan da şaşırtıyor.
Mağdur olmak, haksızlığa uğramış olmak sizi hayat boyu haklı kılmıyor. Ve sizin de başkalarını mağdur etmeyeceğiniz, onlara haksızlık yapmayacağınız anlamına gelmiyor. Orada bir yüzleşme gerekiyor. Burada bireysel bir süreçten bahsediyoruz ama bu toplumsal olarak da geçerli. Geçmişle yüzleşmediğimiz, üst üste kıyafet giyer gibi giydiğimiz kimliklerimizle ve nihayetinde olduğumuz kişiyle hesaplaşmadığımız zaman aynı şiddeti, aynı baskıyı, aynı gücü daha zayıf bulduklarımıza karşı uyguluyoruz. Kevork’un yüzleşmesi de hakiki değil. Suçluluk duygusu onu bir muhasebeye getiriyor. Bu başlangıç noktası için belki yeterli, ondaki insan hamurunun hâlâ bir yerlerde durduğunu gösteriyor. Ama o zorlu muhasebeye devam etmek için suçluluktan daha fazlası gerekiyor. Yani kendinizi yıkmanız gerekiyor, kendinizi yıkıp yeniden inşa etmeniz gerekiyor. Kevork’ta ise o kadar cesaret yok.
Fotoğraf: Erkin Ön