“Popi’nin anısına*
Monika, genç yaşta Che Guevara’yı yalnızca bir devrimci olarak değil, aynı zamanda devrimleri simgeleyen bir figür olarak tanımıştı. Küba’nın devrimci havası, onun ve Che’nin yollarını kesiştirdiğinde, geriye sadece devrimci ruh ve iki farklı kalbin birbirine doğru çekilmesi kalmıştı. O an, tarih bir kez daha yazılıyordu ve bu yazı, sadece bir halkın özgürlük mücadelesiyle değil, aynı zamanda iki insanın birbirine olan tutkulu bağlılıklarıyla da şekilleniyordu.
Che, Monika’nın içindeki ateşi fark ettiğinde, onun ruhunda sessizce uyanan volkanların gücünü hissetmişti. Ancak o an, bu volkanlarla ilgilenecek vakti yoktu. Zamanın dar sokaklarında karşılaştığı Monika’yı birçok yönüyle takdir etmişti, fakat en çok da gözlerindeki kararlılığı ve karakterindeki azmi görmüştü. Monika’nın içindeki yakıcı kalp ateşi, tıpkı Küba’daki direnişin ateşi gibi güçlüydü; fakat o an, Bolivya dağlarında yankılanan Kurtuluş Ordusu’nun haykırışları, rüzgârla taşınan umutla birlikte kalbinde yankı buluyordu.
Che, yoldaşı Monika’yı görmekle birlikte, yalnızca bir yerel mücadele değil, dünya çapında sürecek bir devrimin ihtiyacını da hissediyordu. Devrimin ateşi, zorluklara rağmen parlıyordu, umutla yanıp sönüyordu. Bolivya’nın toprakları, Che’nin içindeki devrimci ruhu coşturmuştu. Küba, giderek dar geliyordu, yeni ufuklar, yeni yollar çağırıyordu. İpek yürekli insanlar, özgürlükleri için mücadele ederken, Küba’nın yüreği de devrimi taşıyordu.
Che, hükümetin koridorlarında kaybolan anlamını, yalnızca kişisel bir zaferin ötesinde, daha büyük bir devrimci amacın içinde yeniden buluyordu. Hans Ertl’in film kameralarının objektifinde yansıyan her an, Monika’nın yaşamına yeni bir ışık, yeni bir umut bırakıyordu. Kızıl saçları, devrimin ateşine teslim olmuş birer alev gibi rüzgârda savrulurken, mavi gözlerinde aşkın ve devrimin izleri barınıyor, dünyayı değiştirme arzusunu içinde taşıyordu.
Fidel ve Che ile karşılaşması, ne yalnızca bir anlık birleşim, ne de rastlantıydı; o an, bir geleceğin habercisi, bir devrimin yeni doğuşuydu. Che’nin sözleri, Monika’nın içindeki kızıl yıldızın altında parlıyordu; bir devrimin, bir halkın sesini yankılandıran sonsuz bir çağrı gibi. Afrika’nın, Filistin’in, dünyanın her köşesindeki devrimci topraklarda Che’nin yankıları çalıyor; Bolivya dağlarında kaybolmuş bir kalbin atışları, özgürlük uğruna atılan her adımla yeniden coşuyordu. Che, yalnızca Bolivya’da değil, tüm dünyada, devrimin kılavuzluğunda bir ışıltı bırakıyordu. O ışık, Monika’nın ruhunda bir alev gibi yanıyor, her anı, her adımı, geleceği şekillendiren bir çığlık gibi yankı buluyordu. Devrim, sadece kelimelerde değil, her bir adımda, her bir kalpte yeniden doğuyordu.
Fidel, Che’nin gözlerinde hem umudu hem de hüznü aynı anda okuduğunda, bir devrimcinin yüreğinin ne denli derin olduğunu bir kez daha fark etti. Fakat Fidel, Che’nin içindeki ateşi, o sarsılmaz inancı, özgürlüğe olan tutkusunu kucaklayarak ona yol vermek gerektiğini biliyordu. “Git,” dedi Fidel, sesi, devrimin yankıları gibi derin ve kararlı. “Yolun açık olsun. Devrim yolunda hep birlikte olacağız.”
O an, sadece bir veda değil, bir yeniden doğuştu; Fidel’in sözleri, Che’nin kalbine bir dua gibi dokunarak, bir halkın umudu ve bir geleceğin teminatı haline geliyordu. Fidel, Che’ye ipekten kırmızı bir mendil ve gümüş bir yıldız verdi—Bolivya devriminin armağanlarıydı bunlar. Kırmızı, yalnızca bir rengin ötesinde, devrimin ateşini, Che’nin ruhundaki kararlılığı simgeliyordu. Gümüş yıldız ise, özgürlüğün ve adaletin simgesiydi; devrimci bir ışığın, karanlıkta yolunu bulmak isteyenler için parladığı bir pusula gibi.
Fidel, Che’yi özgür bırakırken, ona sadece bir veda değil, aynı zamanda bir yükümlülük ve bir yoldaşlık mirası da bırakıyordu. Aralarındaki bağ, sadece bir lider ve bir yoldaş arasındaki değil, bir devrimle yoğrulmuş iki yürek arasındaki bir birleşimdi. Fidel’in yüreğiyle Che’nin yüreği birleşiyor, onların özgürlük uğruna verdikleri savaştan çıkan umut dolu bir geleceği müjdeliyordu. Fidel’in sözleri o an Monika’nın da kaderini belirlemişti. Che, Fidel’e sarıldı ve yola çıktı, içinde sevgiyi ve umudu taşıyan kalbi ikiye bölünmüştü, Küba’nın toprakları ve Monika’nın sevgisi arasında. Monika’nın adı, And dağların esintisiyle dans edercesine yankılanıyordu Che’nin ruhunda…
Küba’dan ayrılmaya karar verdiği o kritik anlarda, Monica yanındaydı. Monica’nın genç yaşının zorlu bir yolculuk için uygun olup olmadığını düşünüyordu. Derin bir içsel muhasebe yaptıktan sonra, Monika’nın başka türlü devrimde yer almasını söyledi. Che’nin kararını onaylayan bir bakış, ikisinin arasındaki ilişkiyi sadece devrimci bir yoldaşılıktan öteye taşıdı. Monika, Che’nin yanında olmayı seçmişti ve bu seçim, bir kadının yalnızca aşkı değil, ideallerini de kucakladığı bir yola çıkmak anlamına geliyordu.
Bir gün, Küba’nın kavurucu sıcağında yolda yürürken, Che, Monika’ya yaklaşarak ellerinde kırmızı bir şalın yarısını sundu. Diğer yarısı ise Che’nin bütün fotoğraflarında, askeri elbisesinin altında boynuna sarılı olandır. O şal, Che’nin Monika’ya sunduğu en değerli hediye değildi sadece; aynı zamanda zamanın, mekânın, ölümün ötesinde yankılanan bir sembol, bir ruhun sonsuzluğa taşınan ifadesiydi. Her bir dokusu, devrimin ateşiyle sarılı, sevdanın en saf halini Monika’nın yüreğine kadar ulaştıracak bir hatıra olarak kalacaktı. Ama şalın anlamı yalnızca bu değildi; her bir dokusu, bir hatıra, bir arzu, kaybolan zamanların hüzünlü yankılarıydı. Her bir ipliği, bir kadının devrimiyle, aşkıyla, sadakatiyle birleşen mücadelesinin ölümsüz izlerini taşıyordu…
Her bir dokusu, devrimin ateşiyle sarılı, sevdanın en saf halini Monika’nın yüreğine kadar ulaşan bir hatıra olarak kalacaktı. Tüm bunlar, Monika ve Che’nin derin bağlılıklarının devrimin engebeli yollarında parlayan ilk kıvılcımıydı. Birlikte soludukları devrimin rüzgârı, özgürlük şarkılarını dünyaya duyurmak için büyüyordu. Aşkları, tıpkı devrim gibi, sınırları aşıyor, kalpleri aynı yolda buluşturuyordu. Monika’nın Che’ye duyduğu sevda, romantizmin ötesinde, devrimci bir imgeye dönüşüyordu.
Che’nin vurulmasıyla Monika’nın kalbinde tutuşan ateş, onu aynı cephede savaşa çağırmıştı. Bolivya’nın sarp dağlarını ezbere bildiği gibi, dağlara çıkmadan önce intikamını almalıydı. Bu duygu, ruhuna kazınmış bir yemin gibiydi. Monika, bu bağlılıkla yola çıktı; adımları, devrimin yankısını büyütüyor, Che’nin mücadelesine göğüs geriyordu. Aşkı, adaletin kırmızı bayrağını gökyüzüne yükseltmekti ve bu bayrak, onun Che’ye olan bağlılığının en saf simgesiydi.
Che’yi yakalayıp öldüren asker Mario Teran’ya emir veren istihbarat şefi Quintanilla, Bolivya Konsolosu olarak Hamburg’a atanmıştı, bir ödül gibi. Monika, bu haberi duyduğunda, Che’nin anıları ve devrimin ateşi içinde ruhu daha da alevlenmiş, kalbindeki öfke ve yas, intikamın kutsal ateşini körükleyerek büyütmeye başlamıştı. O an, yüreğinde bir şeyin kırıldığını hissetmişti: direnişin, haksızlığın ve kaybın birleştiği o acı verici kıvılcım, yeni bir eylemin doğuşunun habercisi bedeninde dolaşıyordu. Her nefes alışında, Che’nin kaybının boşluğuna karşı çıkan, devrimin uğrunda canını feda eden bir kadının, yalnızca bir aşk değil, bir halkın direnişiyle sarılı kalbi atıyordu.
İçindeki öfke ve intikam arzusu, zamanla bir ateşe dönüşüp büyüdü. Her geçen gün, Che’nin ölümünün yarattığı boşlukta, intikamın soğuk gölgesinin derinleştiğini hissediyordu. Bir yolunu bulup, Hamburg’a gitmeye, Che’nin esas katiliyle hesaplaşmaya karar verdi.
Monika, çelişkilerle dolu bir dünyada büyümüş, Nazilerle adı çıkmış ünlü Alman sinemacı ve belgeselci Hans Ertl’in kızıydı. Çok yüklü bu kimlik bir taraftan ailenin Nazı geçmişini diğer taraftan ise bu yolculukta karşısına çıkacak engelleri aşacak kaynaklarla bezeli bir pusula gibi duruyordu. Bu hesaplaşma, yalnızca Che’nin ölümüne duyduğu öfkenin değil, aynı zamanda ailesine karşı duyduğu öfkenin dışavurumuydu. O nedenle kafasındaki eylem devrimci bir kadının idealleri uğruna verdiği bitmeyen mücadelenin simgesi olacaktı. Bir halkın özgürlüğü uğruna, bir kadının kalbinde tutuşan ateş, devrimci bir aşkın, bir hayatın parçasıydı artık.
Her şey, Heilwig Caddesi’nin sakin taş sokaklarında başlamıştı. Hamburg’un kırmızı tuğlalı evlerinin gölgesinde, devrim ateşi Monika’nın kalbinde yeniden alevleniyordu. Che’nin ölümünün ardından, onun geride bıraktığı boşluk, Monika için kaçınılmaz bir çağrıya dönüşmüştü. Kafasında yuva kuran intikam duygusu, Hamburg’un tuğla evlerinin pencerelerinde hayalet gibi dolaşıyor, sokak taşlarında yankılanan her titreşim, onu Che’nin yarım kalmış izinden gitmeye zorluyordu. Monika, adaletin peşinden atacağı ilk adımı, bu şehrin sessiz ve ağırbaşlı sokaklarında atmayı seçmişti. Che’nin mirasını yeniden alevlendirme kararlılığı, onu bir devrimcinin gözü pek cesaretiyle sarmalamıştı; çünkü Che’nin kaybı, sadece bir yaşamın değil, aynı zamanda direncin de yarıda kalışını simgeliyordu.
Elbe Nehri boyunca, bir anakonda gibi kıvrılan Heilwig Caddesi’nde dolaşırken, Che’nin anısının Hamburg’un soğuk sessizliğinde yankılanan izlerini arıyordu. Bu sokaklar, yitip gitmiş bir devrimin hüznünü ve bastırılmış öfkesini içine çekmişti sanki. Monika, her adımında, sanki taşların altında saklı geçmişin ağırlığını hissediyor, Che’nin kaybının yarattığı boşlukta yankılanan direnişin fısıltılarını işitiyordu. O fısıltılar onun için yalnızca birer anı değil, bir rehberdi artık; adaletin izinde yol alırken ona eşlik eden, asla terk etmeyen gizli bir yol gösterici. Monika, Che’nin hatırasının ve kaybedilen bir mücadelenin yükünü kalbinde taşırken, kararlılıkla yoluna devam etti. Her bir adımı, kaybolmuş devrimcilerin yeminlerine bir adım daha yaklaşıyordu.
O sokaklar, Che’nin mücadelesinin devam ettiği, kaybolanların sesinin hala duyulabildiği bir alan haline gelmişti. O fısıltılar, Monika’ya yol gösteren bir rehber gibiydi; onu adalet arayışının kaçınılmaz patikasına itiyordu.
Kırmızı ve mavi ışıklar, Heilwig Caddesi’nin taş duvarlarına yankılanıyordu. Herkes ne olduğunu anlamaya çalışırken, Che’nin anısına yakılmış bu alevin son dalgası Monika’nın ruhunu ve Hamburg’un sessizliğini sarıyordu. Sokak lambaları sönük birer tanık gibiydi; olayın sıcaklığı taş duvarlara, soğuk beton zemine işlenmişti. Konsolos Quintanilla’nın ölümü, devrim ateşiyle kavrulmuş ruhların intikamını simgeliyordu Monika’nın hayallerinde. Monika’nın, Che için yaktığı o intikam ateşi, her bir gölgeye sinmiş devrim ruhunun bir yankısıydı. “Zafer ya da ölüm,” diye fısıldıyordu rüzgâr, Monika’nın kulaklarında yankılanan anıların şarkısıydı bu. Çantanın içindeki ipek mendilin içine saklanmış Colt Cobra 38 Special marka tabanca Che ve Fidel’in öfkesini taşıması, onun ardında bıraktığı devrimi Hamburg’un sessiz sokaklarında bile hissettirmişti.
Monika’nın gözleri, zaferin soğuk ve sert gerçekliğiyle dolarken, Cordillera Dağları’ndaki günleri ve Che’nin adını yüksek sesle haykıran Bolivyalı gerillaları düşündü. O günlerin yankısı, hala kalbinde bir ateş gibi yanıyordu. Bu son görev, onun Che’ye olan aşkının ve devrime olan bağlılığının nihai tezahürüydü. Devrimin gücü, aşkın ateşi, hepsi birbirine karışıyor ve onu hedefine bir kelebek hafifliğiyle taşıyordu.
Gri bir Kuzey sabahında, Monika soğuk ve kararlı adımlarla Hamburg’daki Bolivya Konsolosluğu’na doğru ilerliyordu. Yıllardır içini kemiren intikam arzusu, onu adım adım bu ana getirmişti. Che’nin Bolivya’da öldürülmesinden sorumlu olan istihbarat şefi de Hamburg sosyetesinin yeni gözdesi konsolos Quintanilla, şimdi kaderin döngüsünde onun hedefindeydi.
Monika, konsolosluktan Bolivya için vize işlemleri düzenlemek üzere grup turu düzenleyicisi olarak kayıt yaptırmıştı. Eski bir istihbaratçı olan ve katliam geçmişi nedeniyle yabancılardan gelen telefonlara şüpheyle yaklaşması gereken bu kişi, Monika’nın amacını anlayabilecek kadar duyarlıydı. Ama Monika Ertl’in günlüğüne kaydettiği bir şiirinde geçen mısrayı bilmezdi, nasıl bilsin ki? Şöyle diyordu: “Quintanilla, Quintanilla. Geceleyin artık huzur bulamayacaksın.”
Bir Nisan sabahında, Quintanilla’nın ofisinde kısa bir görüşmenin ardından Monika, üzerindeki paltosunun cebinden Colt Cobra 38 silahı çıkardı ve Che adına “Zafer ya da ölüm!” diye haykırarak tetiği cesurca çekti. Şok dalgası hızla tüm binayı sararken, Quintanilla’nın öyküsü Elbe nehrinin kenarında son buldu; ama devrim ateşi, Monika’nın kalbinde yanmaya devam ediyordu. Eylemi tek başına, görünmezliğin örtüsüne sığınarak gerçekleştirdi. Sessiz adımlarla konsolosun evinden ayrıldığında, peşinde ne bir iz ne de bir gölge bırakmıştı. Gölgelere karışan figürü, sıradan bir yürüyüş gibi görünüyordu belki, ama Hamburg sokaklarında gizli bir başkaldırıyı sürüklüyordu.
O yılların devrimci ruhunun tam kalbinde yer alan Hamburg, Almanya’nın 68 hareketinin dinamosu, radikal düşüncelerin biçim bulduğu, ateşin harlandığı bir karnaval meydanına dönmüştü. Bu şehir, Alman Kızıl Ordusu’nun (RAF) entelektüel atölyesi, yeniyi arayanların, dünyayı sorgulayanların sığınağıydı. Ve işte bu coşkulu direnişin tam ortasında, Monika’nın Che’ye duyduğu bağlılıkla ateşlenen eylemi, sadece Hamburg’da değil, tüm dünyada yankılanan bir marş gibi yayıldı. Monika’nın ellerinde şekillenen bu sessiz ama sarsıcı eylem, bir isyan şarkısına, direnişin ritmine dönüştü. Şehir, tarihin ve ideallerin ezgisiyle yankılanırken, Monika’nın adı artık fısıltılarla anılan bir efsaneye dönüyordu.
Gölgelerin arasından geçip giden bu cesur ruh, sadece bir eylem değil, bir direniş hikâyesi bırakmıştı. Ve o hikâye, Hamburg’un duvarlarına, rüzgârına ve devrimci marşlarına sinmişti. Che’nin hayaleti ve devrimin izleri, şimdi Hamburg’un Heilwig Caddesi’nde bir anı gibi dolaşıyor, Cordillera Dağları’ndan esen rüzgârlar ise bu hikâyeyi, yeni nesillere fısıldamaya devam ediyordu. İntikam, bir devrimin kalbinde ne kadar keskin bir biçim alabilir? Monika’nın gözlerinde bir umudun ışığı vardı ama aynı zamanda, Che’nin ölümünden sonra yarım kalan devrim ve onun ardındaki acı verici sessizlik de yer ediyordu.
Monika’nın içindeki bu ateş, yalnızca bir kadının intikam arzusundan çok daha fazlasıydı: Devrimin, insanların hayatlarında inşa ettiği devasa anıların ve kayıpların yankısıydı. Quintanilla, Bolivya’daki devrimci hareketin belki de en zalim düşmanıydı. Üzerinde taşıdığı kanlı miras, yalnızca Che’nin ölümünü değil, aynı zamanda bir halkın, yüzyıllarca süren sömürülmüşlükten sonra özgürlük için verdiği mücadelenin trajik sonunu da simgeliyordu. Monika, bir zamanlar Bolivya’daki Che’nin arkadaşlarının çocukluğunun geçtiği dağlarda, o cesur, özgürlük için can veren insanların arzusunun bir parçası olarak, Che’ye bir tür vefa borcunu yerine getirmek için bu yolu seçmişti. O an, sadece bir adamın ölümü değil, bir halkın boğulmuş hayalleri ve yok sayılmış hakları da hayata veda ediyordu.
Hikâye bir kadının ölümle yüzleşmesi, tarihin kökenine dönerek eski bir hesaplaşmanın bedelini ödemesiyle başlamıştı. Ancak her devrim, kendi tarihini yaratır ve yeni bir anlam katmanı eklerdi. Bu yeni devrimci akım, tıpkı Che’ye inandığı gibi, sadece bir halkın özgürlüğü değil, aynı zamanda adaletin ve eşitliğin özüdür. Cordillera Dağları’ndan Hamburg’un sokaklarına kadar yankılanan bu hikaye, insan ruhunun sınır tanımayan cesaretinin ve aşkın sonsuz gücünün bir hatırlatıcısı olarak sonsuza kadar yaşayacaktı.
Bir diplomatın bu kadar karmaşık bir senaryonun tam merkezinde vurulmuş olması, ne kadar sıradan bir saldırı gibi görünse de ardında bir devrimci öykü barındırıyordu. Alman disipliniyle olayı inceleyen polisler, Quintanilla’nın masasında açık duran defterlerin ve dosyaların arasında bir iz bulmaya çalışıyordu. Monika’nın ona attığı her kurşun, sadece fiziksel bir hesaplaşmayı değil; yıllar boyunca biriken nefretin, acının ve haksızlıkların sembolik bir intikamını taşıyordu. Che’nin ardından süregelen bu devrimci intikamın peşinde olan Monika, Hamburg’un soğuk sokaklarında bile devrimin sıcak nefesini hissettirmişti.
Soruşturmalar derinleştikçe, Monika’nın kimliği ve geçmişi gün yüzüne çıkıyordu. Polisin eline geçen gri çantanın içindeki kırmızı mendil, Fidel’in ona bir tür devrim vasiyeti olarak verdiği gizemli bir armağan olarak yorumlanıyordu. Oysa hakikat yadigârın sırrında saklıydı. “Victoria o muerte, Zafer ya da ölüm!” notu ise Monika’nın Che’ye olan bağlılığını ve bu yolda göze aldığı fedakârlığı açıkça gösteriyordu. Hamburg’da yankılanan o olayın etkileri sadece yerel basında kalmadı; Latin Amerika’dan Avrupa’ya, devrimci hareketlere ilham veren bir simgeye dönüştü. Quintanilla’nın, Che’nin Bolivya’da infaz edilmesinde rol oynayan bir isim olduğu anlaşıldıkça, bu suikastın ardında yatan öfkenin sebebi de daha da anlaşılır hale geliyordu.
Bu olaydan sonra Monika, devrimci çevrelerde bir efsane haline getirdi. Birkaç yıl boyunca kimse onun izini bulamadı; ama adı, Cordillera Dağları’nda yankılanan devrim marşlarıyla, Che’nin bıraktığı mirasla anılmaya devam etti. Bazıları onun Latin Amerika’ya kaçtığını ve devrimci hareketlere katıldığını söylerken, diğerleri Avrupa’da yeraltında faaliyet gösterdiğine inanıyordu. Monika’nın hikâyesi, devrimin ve aşkın ortak bir destanına dönüşerek, unutulmaz bir miras bırakmıştı.
Monika’nın intikamı sadece bir anlık bir eylem değil, Che’nin ideallerinin bir kez daha yeşermesi ve devrimci bir halkın mirasının yeniden anlam bulmasıydı. Bu miras, aslında her devrimde gizlidir: İntikamın ötesinde bir özgürlük arayışı, sessizliğin yankısı, kayıpların arkasında yeniden doğan umut. Tıpkı Latin Amerika’da olduğu gibi, bu topraklarda da devrimci bir ruha, Che’nin hayaletine dair yankılar hâlâ dinleniyor, hâlâ var olmaya devam ediyor.
Monika’nın, Che’ye olan sarsılmaz bağlılığıyla yaptığı eylem, tüm dünyada yankı uyandıran bir direniş marşına dönüşmüştü. İki yıl sonra, 12 Mayıs 1973’te, La Paz’da özel birlikler tarafından bir tuzağa düşürülüp vurulmuş; ama bedeni, tıpkı Che’ninki gibi, katillerinin zaferlerinin simgesi olarak fotoğraflanmış ve dünyaya yayılarak, o korkunç anı hafızalarda biriken bir iz bırakmıştı. Ancak Monika’nın anıları, ölümsüzleşen bir simgeye dönüşmüş, ölü hali bile toplumsal belleğe kazınarak unutulmaz bir ikon haline geldi. Che’nin hayaleti ve devrimin izleri, şimdi Hamburg’un Heilwig Caddesi’nde bir anı gibi dolaşıyor, Cordillera Dağları’ndan esen rüzgârlar ise bu hikayeyi, yeni nesillere fısıldamaya devam ediyor…
*Yirmi beş yıl sonra, Che’nin cenazesini Bolivya’da bulan ve onu Küba’ya getiren “Popi”, idealist bir sosyalist doktor olarak hafızalarda kaldı. Bu hafta Che’ye kavuştu.