• Ana Sayfa
  • Manşet
  • Bernard Lewis’in öngörüsü: Türkiye ve İran’ın dönüşümü
Bernard Lewis’in öngörüsü: Türkiye ve İran’ın dönüşümü
Azad Barış 29 Aralık 2024

Bernard Lewis’in öngörüsü: Türkiye ve İran’ın dönüşümü

İran ile Türkiye arasındaki ilişkiler, köklerini antik Pers-Roma ve Safevi-Osmanlı rekabetlerinden alan uzun bir tarihsel geçmişe sahiptir. Bu rekabetin temelinde yalnızca siyasi ve iktisadi hegemonya değil, aynı zamanda kültürel, dini ve ideolojik mücadeleler de yatmaktadır. 20. yüzyılda ise bu tarihsel bağlama modern ulus devletlerin sınırları, egemenlik paylaşımı ve ideolojik bloklaşmalar eklendi. Türkiye’nin laikleşme ve modernleşme yolculuğu ile İran’ın Şii teokrasisini şekillendiren dönüşümleri, her iki ülkenin konumunu yeniden tanımladı. Bugün, bu iki ülkenin ilişkiselliği, tarihsel dinamiklerin bugünkü güç dengeleri ve bölgesel çatışmalar ekseninde yeniden şekillendiği bir kavşakta ilerlemektedir.

Orta Doğu çalışmalarının önde gelen isimlerinden Bernard Lewis, 1990’larda dikkat çekici bir değerlendirme yaparak, “İran, Türkiye’ye dönüşecek; Türkiye ise İran’a” öngörüsünde bulunmuştu. Bu ifade, dönemin siyasi ve toplumsal bağlamında hem kışkırtıcı hem de sezgisel olarak ters bir tahmin niteliği taşıyordu. Zira o yıllarda Türkiye, NATO’nun güvenilir bir müttefiki olarak Batı’yla güçlü bir entegrasyon süreci içerisindeydi. Laik cumhuriyet kimliği, ülkenin siyasi ve toplumsal dokusunun temel taşlarından biri olarak görülüyor ve Batılılaşma hedefi devlet politikası olarak benimsendiği ölçüde, İran’dan farklı bir yönelim sergiliyordu.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik hedefi ve modernleşme arzusu, 1990’larda laik kimliğini pekiştiren önemli bir itici güç konumundaydı. Buna karşın, İran, 1979 İslam Devrimi’nin ardından teokratik bir yapıya evrilerek Batı karşıtı bir ideolojik duruş sergilemiş ve uluslararası alanda izolasyonu tercih etmişti. Bu karşıtlık, her iki ülkenin siyasal sistemlerini keskin biçimde ayrıştırıyordu. Bu bağlamda, Lewis’in iddialı öngörüsü, o dönem mevcut politik gerçekliklerle uyumsuz görünmüş ve çoğunlukla spekülatif bir değerlendirme olarak algılanmıştı. Ancak günümüzde, özellikle Türkiye’nin iç ve dış politikalarında yaşanan dönüşümlerle birlikte, bu öngörü daha fazla ilgi çeker ve tartışılır hale gelmiştir.

Bugün, Bernard Lewis’in 1990’larda altını çizdiği tespitin çarpıcı bir şekilde gerçeğe dönüştüğüne tanıklık ediyoruz. Hatırlanacağı üzere, Lewis, “İslam’ın Öfkesi” teziyle Orta Doğu’daki çatışmaları, İslam dünyasının Batı’nın seküler, bireyci ve demokratik değerleriyle yaşadığı tarihsel antagonizmalar üzerinden açıklamaya çalışmıştı. Bu görüşleri, Edward Said’in “Oryantalizm” eleştirisinin de hedefi olmuş ve Batı merkezli bir analiz çerçevesi sunduğu gerekçesiyle yoğun eleştiriler almıştı. Lewis’e göre, Batı’nın modernleşme modeli, İslam dünyasında bir kimlik krizine yol açmış; bu süreç, yerel dinamiklerle evrensel değerler arasındaki gerilimi hem tetiklemiş hem de daha karmaşık hale getirmiştir. Bu gerilim, Batı karşıtlığını beslerken aynı zamanda İslam dünyasındaki politik ve toplumsal dönüşümlerin temel belirleyicilerinden biri olmuştur.

Ancak bu çatışmanın, Batı merkezli yorumların evrensellik iddiasıyla bölgesel tepkileri tetiklemesi bağlamında da okunabileceğini belirtmekte fayda var. Bu bağlamda, Lewis’in öngörüsünü tam anlamıyla kavrayabilmek ve doğruluğunu daha derinlemesine değerlendirebilmek için yalnızca Türkiye ve İran’ın iç dinamiklerini analiz etmek yetersiz kalacaktır. Bölgesel ve küresel güç dengelerinin yanı sıra, ideolojik ve kültürel etkileşimlerin de bu dönüşüm üzerindeki etkisi dikkate alınmalıdır. Özellikle Erdoğan liderliğindeki Türkiye, son çeyrek yüzyılda, dini milliyetçilikle harmanlanmış bir siyasi yapı inşa ederek, demokratik normları aşındıran ve giderek daha otoriter bir yönetim modelini benimseyen bir çizgiye evrilmiştir. Bu süreç, sadece Türkiye’nin iç siyasetinde değil, aynı zamanda bölgesel politikalarında ve Batı’yla ilişkilerinde de değişimlere yol açmıştır.

Bu süreçte, Erdoğan liderliğindeki iktidar, sadece Türkiye’nin iç siyasetini yeniden şekillendirmekle kalmamış, aynı zamanda bölgesel dinamikler üzerinde de önemli bir etki yaratmıştır. Türkiye, geçmişteki laik ve modernleşme odaklı yönelimlerinden uzaklaşarak, İslamcı bir ideoloji ekseninde şekillenen bir siyasal yapıya doğru evrilmiştir. Öte yandan, İran ise teokratik rejimini sürdürmesine rağmen, son yıllarda giderek artan bir iç muhalefet dalgası ve toplumsal ılımlılık arayışıyla karşı karşıya kalmıştır. Kadın hakları, ekonomik krizler ve bireysel özgürlük talepleri etrafında büyüyen bu muhalefet, İran’ın iç politik yapısında gözle görülür bir değişim ve toplumsal dinamiklerde köklü bir dönüşüm yaratmaya başlamıştır.

Bu bağlamda, her iki ülkenin mevcut durumu, hem içsel hem de bölgesel düzeyde önemli bir dönüşüm sürecini işaret etmektedir. Erdoğan’ın Siyasal İslam vizyonu, İhvan ideolojisi temelinde şekillenmiş olup, yalnızca Türkiye’nin iç politikasını değil, aynı zamanda bölgesel jeopolitik ve ideolojik düzeni de yeniden tanımlama amacını taşımaktadır. Erdoğan’ın iktidara gelişi, Türk siyasetinde bir dönüm noktası olmuş, başlangıçta demokratik değerlerle uyumlu, ılımlı bir İslamcı profil çizen Erdoğan, zamanla daha iddialı bir siyasi ajanda benimseyerek İslamcılığı Türk milliyetçiliğiyle harmanlayan yeni bir paradigma inşa etmiştir. Bu paradigma, yalnızca Türkiye’nin siyasi yapısını dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda ülkenin bölgesel etkisini artırma yönünde agresif bir dış politika çizgisine de evrilmiştir.

Türk-İslam sentezi olarak bilinen bu yeni siyasi yapının Mısır’daki başarısız girişimi, Erdoğan’ın kafasındaki projenin sekteye uğramasına neden olmuş olsa da, sonrasında gelişen radikal İslam hareketlerinin yükselmesi, kırılan umutlarını yeniden canlandırmıştır. Mısır’daki deneyim, Erdoğan’ın ve onun liderliğindeki AKP’nin İhvan benzeri bir modelin Türkiye’deki uygulanabilirliği konusunda zorluklarla karşılaşmalarına yol açmıştı.

Ancak, bölgesel ve küresel düzeydeki değişimler ve özellikle Arap Baharı’nın ardından yükselen radikal İslamcı hareketler, Erdoğan’ın siyasal vizyonunu yeniden şekillendirecek bir fırsat alanı yaratmıştır. Dolayısıyla, Siyasal İslam olarak bilinen bu yeni ideolojik mefhum, dini muhafazakârlığı milliyetçi bir coşkuyla harmanlayan, hem iç politikada hem de dış politikada geniş bir izleyici kitlesine hitap eden bir yönetim modeli sunmaktadır. Bu model, yalnızca Türkiye’deki toplumsal yapıyı dönüştürmeyi hedeflemekle kalmamış, aynı zamanda Orta Doğu’daki stratejik konumunu güçlendirmeyi amaçlayan bir dış politika ile birleşmiştir.

Erdoğan’ın vizyonu, Müslüman Kardeşler ideolojisiyle uyumlu olup, İslami yönetimin tabandan başlayarak toplumsal mobilizasyonla inşa edilmesini savunur. AK Parti, bu ideolojik çerçeveden etkilenmiş ve yalnızca Türkiye’de değil, Orta Doğu’da da Siyasal İslam’ın savunucusu olarak kendini konumlandırmıştır. Arap Baharı sonrası, Erdoğan, komşu ülkelere kendi yönetim modelini ihraç etmeye çalışmış, İslamcı hareketleri destekleyerek Türkiye’yi Sünni bir İslami uyanışın lideri yapmayı hedeflemiş ve böylece hem laik Arap rejimlerine hem de İran’ın Şii etkisine meydan okumuştur.

Suriye İç Savaşı, Türkiye’nin bölgedeki politikaları açısından önemli bir alan haline gelmiştir.  Türkiye, başlangıçtan itibaren Beşar Esad rejimine karşı güçlü bir muhalefet sergileyerek yalnızca stratejik çıkarlarını değil, aynı zamanda daha geniş bir İslamcı gündemi de güdümüne almıştır. Erdoğan, Esad’ın düşüşünü, Türkiye’nin Siyasal İslam vizyonuna uygun, Sünni İslamcı bir hükümetin kurulması için tarihi bir fırsat olarak görmüş ve bölgedeki stratejik hedefleri doğrultusunda çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Türkiye’nin bu süreçteki adımları, hem iç politikada hem de bölgesel dengelerde etkili olmayı amaçlamıştır.

Bu girişimler, Türkiye’nin kuzey Suriye’deki Kürt özerkliğine karşı izlediği stratejiyle örtüşürken, aynı zamanda Erdoğan’ın bölgedeki İslamcı yönetimlerin güçlenmesine yönelik amacını da pekiştirmiştir. Türkiye’nin Suriye’deki en tartışmalı rolü, aşırıcı ideolojileri benimseyen fundamentalist gruplara doğrudan ya da dolaylı destek sağlamış olmasıdır. Yabancı savaşçılar, silahlar ve kaynakların akışını kolaylaştırarak, Türkiye, Esad sonrası Suriye için istikrarlı ve çoğulcu bir gelecek inşa edilmesini engelleyen radikal fraksiyonların yükselmesine katkı sağlamakla suçlanmıştır. Bu strateji, Erdoğan’ın Orta Doğu’daki etkisini artırmayı hedeflerken, aynı zamanda bölgedeki Sünni İslamcı yönetimlerin kurulmasına zemin hazırlamayı amaçlamıştır. İçeride ise Erdoğan’ın politikaları, din ile milliyetçiliği kasıtlı olarak harmanlayarak, Türkiye’nin laik temellerinin aşındırılmasına yol açmıştır. Laikliğin gerilemesi ve İslamcı değerlerin siyasi alanda daha belirgin hale gelmesi, Türkiye’nin iç siyasetiyle uyumlu bir şekilde Suriye’deki radikal grupları destekleme politikasını beslemiş ve bu durum bölgesel istikrarsızlıkla birlikte, Türkiye’nin uluslararası itibarını da tartışmalı bir duruma sokmuştur.

Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi, okullarda İslami müfredatın yaygınlaştırılması ve siyasi söylemde laiklik karşıtı dini retoriğin giderek artması, Türkiye’nin daha teokratik bir devlet kimliğine doğru kayışını net bir şekilde göstermektedir. Erdoğan, hem iç siyasetteki dönüşüm hem de küresel düzeydeki stratejik hedefleri doğrultusunda, Türkiye’yi Müslüman dünyanın lideri olarak konumlandırmaya çalışmıştır. Din ve milliyetçiliği birleştirerek, Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak ve Türkiye’yi Sünni İslam’ın savunucusu olarak tanımlayarak, Erdoğan sadece İslamcı kimliğe sahip olan kesimlere değil, aynı zamanda milliyetçi muhafazakâr çevrelere de hitap etmeyi başarmıştır. Bu yaklaşım, hem içeride hem de yurtdışındaki İslamcı çevrelerde destek bulmasına olanak sağlamıştır.

Erdoğan’ın Siyasal İslam projesinin önemli bir unsuru, Filistin davasına yaklaşımıdır. Filistin’e destek, uzun süredir Türk dış politikasının temel taşlarından biri olsa da, Erdoğan bunu kçklü bir İslami ideolojik çerçeveye oturtmuş ve Filistin mücadelesini Siyonizm ve Batı’ya karşı geniş bir dini çatışma olarak sunmuştur. Bu yaklaşım, Erdoğan’a Müslüman ümmetin savunucusu kimliği kazandırmış ve bölgedeki İslamcı hareketlerden destek bulmasını sağlamıştır. Ancak, bu çerçeveleme, Filistin davasını ideolojik çıkarlar için araçsallaştırdığı gerekçesiyle eleştirilmiş, laik ve ilerici çevrelerde tepki yaratmıştır.

Erdoğan’ın Anadolu İslam irfanına dayanan Siyasal İslam projesinin en çarpıcı yönlerinden biri, seküler Kürt siyasi hareketine yönelik düşmanlığıdır. Kürtlerin temel hak ve özerklik mücadelesi, Orta Doğu’nun en seküler ve ilerici hareketlerinden birini temsil etmektedir. Özellikle Rojava’daki toplumsal cinsiyet eşitliği, çoğulculuk ve çevresel sürdürülebilirlik gibi ilkeler, Erdoğan’ın İslamcı-milliyetçi vizyonuna tamamen zıt bir model sunmaktadır. Erdoğan, Kürt siyasi hedeflerine karşı hem Türkiye içinde hem de Suriye ve Irak’ta amansız bir kampanya yürütmüş, Kürt hareketini terör tehdidi olarak tanımlayarak seküler ideolojisini gayrimeşru ilan etmeye ve tabandan gelen desteğini bastırmaya çalışmıştır. Bu durum, sadece jeopolitik bir mücadele değil, aynı zamanda Erdoğan’ın İslamcı vizyonu ile Kürt hareketinin seküler ve kapsayıcı modeli arasındaki paradigmal bir çatışmayı da yansıtmaktadır.

Bağlamın bu noktasından hareketle Lewis’in “İran, Türkiye’ye dönüşecek; Türkiye ise İran’a” şeklindeki öngörüsü, yalnızca kışkırtıcı bir ifade değil, aynı zamanda bu iki ulusu şekillendiren temel dinamiklere dair güçlü bir analizi de içermektedir. Günümüzde Türkiye’nin İslamcı bir otoriter devlete dönüşüm süreci ile İran’ın iç dinamiklerinden kaynaklanan ve demokratik enerji ile toplumsal ılımlılığa doğru kademeli bir itişi temsil eden gelişmeler, Orta Doğu’nun dönüşümünü anlamak için önemli bir perspektif sunmaktadır.

Erdoğan’ın Siyasal İslam projesi, köklerini İhvan ideolojisinden alarak yalnızca Türkiye’nin siyasi yapısını yeniden şekillendirmekle kalmamış, aynı zamanda bu ideolojik vizyonu Orta Doğu’nun geneline ihraç etmeyi amaçlayan bir stratejiye evrilmiştir. Filistin meselesini dini bir kimliğe büründürerek İslamileştiren, Kürt sekülerizmine karşı sistematik bir savaş açan ve Suriye örneğinde olduğu gibi radikal İslamcı grupları destekleyerek bölgesel düzeydeki güç dengelerini sarsan Erdoğan, hem Türkiye’nin iç siyasetinde hem de Orta Doğu genelinde köklü bir değişim dalgası yaratmıştır.

Orta Doğu’nun geleceğini şekillendiren bu süreçte, Türkiye ve İran gibi iki tarihsel ve ideolojik açıdan farklı eksen üzerinde hareket eden devletlerin çatışan vizyonları ve bu vizyonların bölgeye etkisi, giderek daha belirleyici bir rol oynamaktadır. ABD’nin Irak’a müdahalesiyle başlayan süreçle birlikte İran’ın bölgesel nüfuzunun artmasına imkân tanınmış olunsa da, son yirmi yıl içinde bu nüfuz hem uluslararası baskılar hem de bölgesel dengelerle sınırlanmıştır. Ancak İran’ın iç dinamikleri, rejimi dönüştürebilecek toplumsal ve siyasal bir enerjiye sahip olduğunu göstermektedir.

Esad rejiminin düşüşüyle beraber, Maşrık coğrafyasını şekillendiren iki güçlü aktör öne çıkmaktadır. Bir yanda bölgesel askeri üstünlüğünü ve küresel desteğini pekiştirmiş İsrail, diğer yanda ise kısa vadede itibarı büyük ölçüde yeniden tesis edilmiş gibi görünen Türkiye’dir. Türkiye’nin gelecekteki yönelimi, özellikle evrensel değerler ve bölgesel işbirliği normlarıyla kuracağı ilişki çerçevesinde daha net biçimde anlaşılabilecektir. Suriye bağlamında Türkiye’nin izlediği strateji, Lewis’in bölgedeki dönüşüm öngörülerini doğrular nitelikte bir çizgi izlerken, siyasal İslam eksenli otoriterleşme hamleleriyle İran’ın toplumsal ve siyasi düzlemdeki ılımlılaşma eğilimleri arasında belirgin bir ideolojik ve jeopolitik antagonizma şekillenmektedir.

Şii eksenin temsilcisi İran ile Sünni İslam’ın hamisi Türkiye arasındaki bu tarihsel ve ideolojik karşıtlık, yalnızca bölgesel dinamikleri değil, küresel güç dengelerini de etkileyen bir çatışma ve etkileşim alanı yaratmış ve etkileşmeye devam edecektir. Şam rejiminin düşüşü İran’ın bölgesel gücünü kırmış gibi görünse de, iç dinamikler rejimi dönüştürme potansiyeli taşırken, Türkiye’nin siyasal İslam’ı MENA bölgesine yayma arzusu Suriye’deki kazanımlarla daha iddialı bir boyut kazanmaktadır. Bu süreç, iki ülkenin bölgesel rollerinde köklü bir değişimin habercisi olarak okunabilir.

Lewis’in 1990’lardaki öngörüsünün günümüzdeki yansımaları, Türkiye ve İran’ın dönüşen iç dinamiklerinin Orta Doğu’nun geleceği üzerindeki etkilerini daha net bir şekilde gözler önüne sermektedir. Erdoğan’ın İslamcı otoriter vizyonu ile İran’ın toplumsal ılımlılık yönünde yaşadığı evrim, sadece bu iki ülkenin kaderini değil, aynı zamanda bölgenin jeopolitik dengelerini de yeniden şekillendirmektedir. Türkiye, seküler ve modernleşme odaklı geçmişinden uzaklaşarak, İslamcı ve milliyetçi bir yapıya doğru evrilirken, İran ise teokratik yapısının içinden demokratik ve toplumsal dönüşüm arayışlarına girmektedir. Bu karşıt dönüşümler, sadece ideolojik bir çatışma değil, aynı zamanda küresel ve bölgesel dinamiklerin yeniden tanımlandığı bir dönemin işaretleridir.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.