Geceleyin rüya görmek güzeldir. Rüya görmeyi severiz, uyanmak da istemeyiz: Nerval için rüya, ikinci yaşamdı. Ama kâbusu kimse sevmez. Nedeni, kâbusun kâbus olduğunu bilmektir. Kâbus korkulan bir şeydir. Kendi adıma kâbusları severim. Bu yüzden uykularım kalındır, en kötü anlar, iplik olup çözülünceye kadar kalkmak istemem. Bazen kötüyü takip etmek isterim, korkulana meydan okumak geçer içimden; bu, bir yanda bana çözülmeyi, diğer yandan küçük ve basit bir direniş verir; sabah olmuş, uyanmış, kâbuslarla baş etmişimdir: Zafer, benimdir. Uyumak ve ruhunu bulmak, uyumak ve ruhunu aramak arasında bir ilişki olsa gerek. Şöyle köşeli bir cümle kurulabilir mi? Uyumak ruhunu aramaktır, uyanmak ruhunu bulmaktır. Eğer ben ruhumu bulmazsam, sanırım uyanamam; bilirim, ruhum, kâbusla uyanabilir.
Derler bir de insan, bu dünyaya ikizini bulmak için gelmiştir. Ruhun yaşadığı yerlerden biri belki de ikizdir. Kendi adıma, kendim için bir ikizim oldu mu? Büyük ihtimal şubattı. Şubat ayını sevmem. Yalan bir aydır. Ocağın yağmuru buza, alaza, kara döner, bekleyişleri öldürür: Umudu yok eder; denizin ve göğün rengi birbirine meydan okur, sanki biri diğeri değildir. İşte, bir şubat, bin yıl önceki bir şubat, deniz ve gök, biçim değiştirmiş ve hatta soğuk, çirkin dişleriyle gülmeye başlamıştı ki benle Ambrogia Lorenzetti karşılaştık. O gün anladım, şubat geçmeyecek, hatta adım atar atmaz, şubat yeniden başlayacak; ev gibi, ruhlar da kapanacak, saatler duracak ve kimse kimseyi anlamamaya mahkûm olacak… Bir birinin dilini bilmemek gibi güzeldir; bu, tıpkı İtalya Denizi ve Sylvie gibi bir şeydir, açılmayan ve kapanmayan bir şey.
İşte, o günlerden bir gün, bir şubat günü, ikimiz, ısınmak için, ısınmak adına Edward Lear’ın şiirlerini okuduk, üstelik yüksek sesle; şiirde, yaşlı bir Peru’lu adam vardı ve bu adam, güveç yapan karısına bakıyordu, sonra bir gün, kadın dalgınlıkla, güveç yerine Peru’lu adamı fırına atıyordu.
Batı, çocuğunu böyle terbiye eder.
Derdimiz mi? Hiç yoktu. Doğrusu, derdimizi anlatacak kimse olmadığı için, derdimiz yoktu. Bir dert, anlatacak biri varsa derttir. Anlatacak biri yoksa o zaman, kâbuslar, o zaman rüyalar imdadımıza yetişir…
Kahrolsun kâbuslarını sevmeyenlerin diktatörlüğü!
Çünkü kâbuslar zavallıdır, sabah olunca onları görmeyiz, çekip giderler, günlerimiz, onları aramakla geçer…
Kâbuslarımızın nedeni nedir?
Tristram Shandy, neye mahkûm olduğumuzu, niye kâbus gördüğümüzü anlatıyordu. Zaten dertlerimizi sünepeler açıklar. Tristram, sünepenin önde gideniydi, hatta aptaldı. Ormanda kaybolduğumuzu söylemiyordu, ormanda mahkûm olduğumuzu söylüyordu ve mahkûmiyet kararını onaylayan kimseler olarak anne ve babalarımızı beynimize kurşun gibi sıkıyordu: Beni peydahladıklarında ne yaptıklarına dikkat etmiş olmalarını çok isterdim…
Sanırım bizimkiler, beni peydahladıklarında hiçbir şeye dikkat etmemişler. Dikkat edilmesi gerekenler listesini düşünüyorum kaç zamandır. Büyük edebiyata katkı sunmak dışında bir amacım yok! Ancak tuhaf olan bir şey vardır ki bu son yüzyıldır, edebiyatta kalp diye bir şey yoktur. Dostoyevski, kırıldığı için atan kalpler yarattı; bu, çok iyi bir şeydi; Nietzsche, bunu felsefede, putların karanlığında gördü; her ikisi de sondu; 20’inci yüzyılda, kalp diye bir şey kalmadı; Anna Karenina ve Madam Bovary ise son nüvelerdi. Felsefe bundan sonra devlete, edebiyat paraya yüzünü dönecekti. Aşk romanları da yoktu, ihanet de. Herkes kendine koca bir ihanetti. Benim yerime artık ben bile konuşmuyordum.
Kalple ilgili en dokunaklı yorumları, edebiyatçıların değil de, sanki çok önemliymiş gibi babasının mühendis olduğu önemle belirtilen, sonra evin tek kızı denilen- bunlar denildiği zaman, yazarı değil de, yazarın çocukluğuna kadar bilen bir okur akla gelir- ve sonra Karl Jaspers’den felsefe öğrenen, Heidegger’le aşk yaşadığı önemle belirtilen Hannah Arendt yapmıştır. Sıkı değil, basit bir cümle kuruyor Arendt, şunu söylüyor: “Kalbin karanlığı.” Burası neresi? Burası, son durak; burada, “hiçbir şey insanın gözünde belirgin değildir.” Burası karanlıktır. Kalbi karanlık yapan ne? Şüphe! Devrim, nerede başlar? Kalpte! Robespierre şüphenin cisimleşmiş haliydi, kendisi dahi hiç kimseye güvenmiyordu. Tek başına yatıyordu, kapısını kilitliyordu. Halk karşısında ise namuslu ve dürüstü oynuyordu. Açıktı! Devrim, karanlık bir şeydi. Dahası devrimin yüzleri Marquis de Sade, sonra büyüğümüz Baudelaire karanlığı görmüşlerdi, mahkemelerinde onları mahkûm etmişlerdi; ikisi de inanmıştı, karanlıkları, kırılmışlıklarından geliyordu. Soru şu: Kalp ne zaman atar! Yanıt: Kalp kırıldığında atar. Yani ille de 6/7 Eylül olaylarından söz etmem gerek; ötekilerin evlerinin içinde müzayede kurdular, eşyalarını komşuları çok ucuza kapattılar. Ahmet Ümit diye biri bir roman yazıyor; romanın erkeği Türk, kadını Rum’dur ve Rum kadının babası, bu olaylardan sonra kızına tabanca alıyor, kendini korusun diye… Peh! Adamın evinde müzayede kurup, çatal bıçağını, halısını almışsın şimdi bunun edebiyatını yapıyorsun… Bir de buna edebiyat diyorsun. Kalp gerekli mi, kalp… Türk filmlerinden biliriz zati, kalp değil, kalbin üstünde atan cüzdana kızını vermek ister Hulusi Kentmen…
Bundan sonra benim kalbimin de elbette bir anlamı kalmayacaktır. Gordon Pym’den farkım, bütün canlılardan daha kısa boylu, hatta görülmez bir adam oluşumdur. Kâbus mu? Devam ediyor: Vapur kalktı. Baktım. Yüzüm kefen gibi beyaz. Karın uğursuz, pis ve bir o kadar da namusuz beyazı. Nasıl ezilip geçilen bir böceğe dönüşür insan ve buna bir aklı evvel Gregor Samsa adını verir. Samsa, uyandığında böcektir… Kâbusundan uyanmak istememiştir hiç. Annesini, babasını, kız kardeşini, karısını, arkadaşlarının onun böcek olarak hep tasavvur ettiklerini bilir. Böceğin de bir imanı vardır. Kimse, bu imanı görmemiştir. Beni bir böcek olarak görenlere şükranlarımı iletirim diyordur belki, kim bilir… Neyse.
Lorenzetti, durup dururken, karşılaştığımız o ilk an bir parti kuracağını söyledi. Hem de hiç gereği yokken. Parti programını ben yazdım. O programı resimledi. Amacımız hümanizme ilgi çekmekti. Yani asker, takım elbise giyindiğinde bile sivil olmazdı ve bu sivil giyimli askerin eşlerini de unutmamak gerekti, çünkü bunlar hükümetin sevincini dans ederek kutlar, herkese refah içindeyiz görüntüsü verirlerdi. Lorenzetti bunu abarttı, şarkı söyleyen, dans eden kadınlara ayakkabı tamir ederken dikişleri sevgiyle atan bir ayakkabıcı ekledi, sonra bir taverna. Beni dinlemedi, kızdım. Beni mutlu etmek için de çiftçiler çizdi, bunlar ürünlerini satmak için kentte inmişlerdi. Buna daha çok kızdım, dedim, hükümetin işi Pazar kurmaktır… Yine dinlemedi. Sonraki gün, bir ev çizdi, işçiler var, tuğla döşüyorlar. Artık öfkeden deliye döndüm… Beni dinlemiyor, başımızı koyacak kiralık bir evimiz bile yok, o zenginlerin oturacağı evler çiziyor… Bununla kalmadı. “İlle de seminerler düzenleyelim” dedi. Partinin seminerini ben vereceğim. Konuyu o seçecekti, ha ben, ha o, fark etmez yani; o çizecek, ben konuşacağım, iki el gibi çırpacağız. Konu şu: Kötü Hükümetin Şehir Yaşamına Etkileri…

Ambrogio Lorenzetti – Kötü Hükümetin Şehir Yaşamına Etkileri
Lorenzetti, resmini çizdi. Bana düşen, resmi seminerde okumaktı artık. Öyle bir konuştum ki, konuşmam 33 defa kesildi. Biraz daha uzasa Ali Koç, Fenerbahçe’yi bırakıp partimize geçecekti. Kötü hükümeti ve kralı anlattım. Kötü hükümet ve kötü kral, iyi adamlarımızın tümünü hapsetmişti. Ne olduğu belli olmayan ne ve kim oldukları belirsiz, uzun boylu, bir gözü şaşı, yozlaşma içinde, açıkça, şişmiş, şişirilmiş bir domuz sürüsü insan da krala secde ediyordu. Kralın iki tarafı doluydu; solunda zalimlik, ihanet, dolandırıcılık; sağında çılgınlık, bölünme ve savaş vardı. Ayaklarının dibinde adaleti temsil eden bir kadın vardı, ellerinden ve ayaklarından zincirlenmişti. Şehir harabeydi, itibarlı kimseler soygunculardı, sokaklar onlarındı ve maaşlarını, devletin gizli ödeneğinden alan bir sürü kabadayı, adaleti temsilen kadını saçlarından sürükleyip baba evine götürüyorlardı. Her şey kral içindi. Kral, adı üstünde İskender’den kalma boynuzlarıyla, şaşı gözleriyle olup biteni izliyordu. Kralın ayağının altında, lüksü simgeleyen ve hiç kımıldamadan uyuyan bir keçi vardı.
Keçi, me dediği an, başım tavana değdi, uyandım. Kendimle girdiğim iddiayı kaybettim. Beni bir masum uyandırdı, ilk taşı atan oydu. Lorenzetti’ye dedim, ben Samsat’a gidiyorum, burada hümanizmin resmi var…