Sanatçı Ahmet Güneştekin’in kişisel sergisi Kayıp Alfabe, Artistanbul Feshane’de sanatseverlerin beğenisine sunuldu. İBB Kültür katkılarıyla düzenlenen serginin kuratörlüğünü Christoph Tannert üstlendi. Sergi, 20 Temmuz’a kadar ziyarete açık olacak.
Oldukça geniş bir alana yayılan ve Güneştekin’in disiplinler arası eserlerinin bir araya geldiği Kayıp Alfabe, 2012’de Yüzleşme sergisiyle başlayan bir serinin devamı.
Sanatçının önceki işleri Bellek İvmesi, Hafıza Odası ve Gâvur Mahallesi ise serinin diğer sergileri arasında yer alıyor.
Ahmet Güneştekin, Kayıp Alfabe’yi İlke TV’ye anlattı.
‘İzleyicileri geniş bir koleksiyon bekliyor’
Kayıp Alfabe serginizde ne anlatıyorsunuz? Ziyaretçileri neler bekliyor?
Türkiye’de son 100 yılın hafıza, bellek kavramları ile göç ve yıkımlar üzerine yaptığım sanatsal eleştirilerden, hafıza belge olarak sonraki nesillere kalması için yaptığım işlerden oluşuyor. İzleyiciyi oldukça geniş bir koleksiyon bekliyor. Sanat hayatımın en büyük sergisi zaten. Türkiye’de de dünyada da güncel sergi olarak en büyük sergilerden bir tanesi. 8 bin metrekare kapalı alanın tamamında, farklı disiplinlerde yaptığım işlerden oluşuyor. Resimler, heykeller, seramikler, videolar… Sergiyi gezdiğiniz zaman aslında bütün parçaların birbiriyle bağlı olduğunu görüyorsunuz. Birini izledikten sonra, diğer bir eser sizi çağırıyor. Ve izleyici ile sanat eserleri kendi aralarında sohbet etmeye başlıyorlar. Bence en önemli tarafı bu.
Üretim sürecinizde sizi en çok motive eden duygular ve düşünceler nelerdi?
Bir sergiye hazırlanırken en az 2 yıl öncesinden o sergiye çalışmaya, okumaya, araştırmaya başlıyorum. Çünkü sanat eserlerinin sonraki nesillere belge olarak kalacağını bildiğim için öylesine bir sanat eseri yapmıyorum. Bir şeyi hissettiğim zaman yapıyorum. O açıdan da hazırlık süresi 2,5 yıllık bir süreç. Son 6 yılda yaptığım işler bir serinin devamı olduğu için birbiriyle bağlantılı. Eksik olanları tamamlıyorum. Aynı zamanda da bitmeyen bir sergi aslında.
Bu büyüklükteki bir serginin bütün koleksiyonla gösterilmesi çok kolay bir şey değil. Çok ciddi bir hazırlık süreci oldu. Sadece serginin bu mekâna kurulumu 31 gün sürdü. Yüzlerce insan kurulumunda emek verdi. Bir sürü iş makinesi çalıştı, gece gündüz vardiyalı bir şekilde hazırlık aşamaları oldu. Şimdi insanlar “Biz gezerken yorulduk, siz üretirken yorulmadınız mı?” diyor. Canım çıktı tabii ki, çok yoruldum. Halen de yorgunluğunu atmaya çalışıyorum. İnsanların keyif alması da bence sanatçının mutluluğu, rahatlaması ve stresini atması açısından önemli.
Serginiz bir serinin devamı niteliğinde. Peki Kayıp Alfabe’de ortaya koyduğunuz yeni yaklaşımlar var mı? İzleyiciler bu serginizde sizin sanatçı olarak farklı hangi yönlerinizi deneyimleyecek?
Benim sanatımı takip eden kitle, bir sergi açtığımda yeni bir heyecanla karşılaşacaklarını çok iyi biliyor. Bu da haliyle hedefimi, üretme motivasyonumu yüksek tutuyor. Tabii hep şunu söylüyorum; izleyici heyecanını yitirdiği an aslında sanatçı heyecanını yitirmiştir. Yani üretmemiştir, tekrara düşmüştür. Sergimde önceki bazı işleri bilerek gösteriyoruz, hafızanın yenilenmesi ve sonrasında ne eklendiğinin görülmesi için. Muhtemelen 1-2 sene sonraki sergide de o devamlılık sürecek ve yeni işler eklenecektir. Yeni işlerle birlikte bazı önemli eski işler de. Çünkü dediğim gibi benim yaptığım işlerde hepsinin birbiriyle bir bağı var. Bundan sonraki süreç de sağlığım el verdiği sürece devam edecek.
‘Doğadaki her şeye bir sanat objesi olarak bakıyorum’
Hafıza, göç gibi temalardan bahsettiniz. Sergide bu temaların işlenişini malzeme ve form seçimlerinize nasıl yansıttınız?
Aslında malzemeyle oynamak çocukluğumdan gelen bir alışkanlık. Ailemin anlattığına göre, 3-4 yaşımdan beri her malzemeyi sanat eserine dönüştürüyorum. Tabii o dönemler yaptığımın sanattan ziyade bir oyun alanı olduğunu keşfediyorlar. Çünkü ailemin ya da yetiştiğim coğrafyanın sanatla çok ilişkisi olduğu düşünülemez. Ben bile 14 yaşına kadar sanatın, resmin icadından haberdar olmayan biriydim. Ta ki liseye geldiğimde, resim öğretmenleriyle tanışıp akademinin varlığını, dünyada ve Türkiye’de önemli sanatçıların olduğunu keşfedince ilgi alanımın bu olduğunu düşündüm ve okumaya, araştırmaya başladım.
Disiplinler arası sürekli hareket eden, üreten biriyim. Sadece tuval resmi yapan, desen yapan biri değilim. Sergiye bakıldığı zaman çok zengin bir seramik koleksiyonu, inanılmaz bir taş ve metal koleksiyonu da var. Farklı enstalasyonlar, farklı malzeme seçimleri… Malzeme ayırmayı çok sevmiyorum açıkçası. Doğadaki her şeye bir sanat objesi olarak bakıyorum. Bulduğum her şeyi ben bunu nasıl sanat eserine çeviririm, nasıl yorumumu katabilirim diyerek bakıyorum. Bir ahşaba, metale, taşa, cam parçasına, seramik parçasına ya da bir çamura, bir kumaş parçasına o gözle bakıyorum. İnsanlar nasıl mutlu olur, nasıl bunu sanat eseri olarak karşılar kısmını açıkçası çok umursamıyorum. Ben bir sanatçı olarak nasıl mutlu olabilirim, bunun benim açımdan karşılığı nedir, sanatsal dili nedir kısmına bakıyorum. Zaten sonrasında bunu sergiliyor ve izleyiciyle sanat eserlerini bir arada bırakıyorsunuz. Onlar sohbet ediyorlar, eleştiriyorlar, mutlu oluyorlar. Ben ise kenardan izliyorum.
‘Bir kültürü, dili yok etmenin imkânı yok’
Sergide yer alan eserleriniz, coğrafyası değişen veya göç etmek zorunda kalan insanların hafızalarını nesneler aracılığıyla aktarıyor. Bunu oluştururken nasıl bir yaratım süreci geçirdiniz? Ve bu süreçte sizi en çok etkileyen ne oldu?
Dil meselesi benim bir çocukluk travmamdır. Sonuçta bir Kürt olarak dünyaya geldim. İnsanlar kendi coğrafyasını, kültürünü, inancını seçme kudreti yok. Her insan bir yerde doğar, bir yerde büyür, bir yerde gelişir. Ben bir Kürt olarak dünyaya geldim ve haliyle de ana dilim benim için önemli. Çünkü insanın ilk oyun alanı, ilk gelişim alanı, ilk duygu yaşam alanı evidir, ailesidir. Ailenizin kullandığı en önemli araç da dildir. Bu engellendiği zaman haliyle sizde bir travmaya yol açar. Başka kültürlerin de aynı şeyleri yaşadığına da tanıklık etmek bende aynı duyguyu uyandırıyor. Bugün dünyanın herhangi bir yerinde de bir ulusun dilini yasaklarsanız ya da engeller koyarsanız sanat yoluyla aynı tepkiyi yine veririm. Bu yüzden Türkiye’de son bir asırdaki dil meselesini işledim. Sadece Kürtçe üzerine yapılan baskılar değil, Süryanice, Ermenice gibi birçok dil…
Sergi alanında büyük kayaların üzerinde harflerden oluşan zeytin ağaçları gibi ifade edilen ağaçlar var. Ağacı kökünden kesersiniz ama kökleri toprağın altında kalır ve tekrar fidan çıkmaya başlar. Diller de böyledir. Bir kültürü, dili yok etmenin imkânı yok.
Eserler aynı zamanda bireysel ve toplumsal bellekteki zorlayıcı anlarla yüzleştiriyor. Bu yüzleşmenin izleyicide nasıl bir etki yaratmasını umuyorsunuz?
Dediğim gibi, izleyiciler eserle sohbet ediyor. Mübadilin Kayığı’na baktığınız zaman aslında o trajediyi, travmayı izleyici bire bir yaşıyor. İnsanların sanat eserlerinin yanında duygusallaşıp ağladığını gözlemliyorum. Ya da bir köşede beni yakalayıp kucaklaşan annelerle çok karşılaşıyorum. 20-30 yıl önce kaybedilen ailesinin bir ferdinin; faili meçhul bir cinayette ölmüş birinin ismini burada görmesi ve onun isminin bir kamusal alana verilmiş olması insanları duygulandırıyor. Yani bir sanatçının bunu hem hatırlamasını hem de kendisinden sonraki nesillere belge olarak bırakmasını önemsiyorlar.
Vicdanım bunu önemsiyor. Bunu önemsediğim için de zaten bütün hayatım boyunca söylemek istediğim her şeyi sanat yoluyla ifade edebildim. O yüzden de izleyiciler Türkiye’nin son yüzyılının aslında çok güçlü bir yüzleşmesiyle karışılacaklar. Herkes kendinden bir parça, bir anı bulabilecek. Çünkü buradaki bütün nesneler aslında insanlarla sohbet edebilecek anılar barındırıyor. Her parçanın bir hikayesi var. Daha önce bir insanın o parçayı kullandığı, onun anısının olduğu hissedilebiliyor. Sadece bakmanız, yakın durmanız yetiyor.