Zeki’yle, İstiklal Caddesi’nde yürüyorduk. Birden Celal Bayar ve Salamon Adato karşımıza çıkmaz mı? Bayar’ın belinden silahı eksik olmazdı ama kibar adamdı, beni görünce durdu, bende Zeki’yle tanıştırdım: “Partimizin Bursa şubesinden.” Bayar’ın gözleri güldü, “Reşide sizi dinler” dedi. Bir pastaneye oturduk. Bayar mutluydu. Halk Partililer, pullukla uğraşıp “Türkiye küçük Amerika olacak” diyorlardı ama Bayar, Amerika’yla öyle bir içli dışlıydı ki vitrinler traktör reklamlarıyla doluydu: “Kancada 1400 kilo cer kuvveti. Şosede 10 bin kilo yükü kolayca çeker. ” Not: “Derhal Teslim!” Sırf bu yüzden midir bilinmez, Samsat’ta güçlü adamlara cerdo denilmeye başlanmıştı. Çok geçmeden kalabalıklaştık. Bayar, akşam Malta Köşkü’nde Perihan Altındağ’ı dinleyecekti. Bize de “gelin” dedi.
Akşam köşke gittik, ben ve Zeki, Bayar’ın yanına oturduk. Perihan Hanım döktürdü. “Her Mevsim İçimden Geçersin” şarkısıyla içimiz ezildi. Hele şarkının “Merhaba demeden, elveda edersin” kısmında koptuk. Hem ben, hem Bayar şarkıya eşlik ettik. Sanki birimiz Selahattin Demirtaş, birimiz Ferhat Tunç’tuk. Ama Zeki biraz kıskandı. Birden, “Simens radyolarından sesim daha gür çıkıyor” dedi.
Bu aralar en sevindiğimiz şey, aftı. Ressam Celile Hanım’ın oğlu Nazım Hikmet hapisten çıkmıştı. Yan masada oturan DP İstanbul milletvekili Necla Tekinel, bir zamanlar bu genç şair için imza kampanyası yapmıştı. Sevincini şarkılarla pekiştiriyordu. Gece bitti, mest olduk. Böyle süreceğini zannettik. Tek parti dönemi bitti zannettik.
Bir süre sonra herkes Nazım Hikmet’in bir şiirini okumaya başladı. Şiir okumak iyiydi ama bu bir şiir değildi. Mısraların birinde “Milletimin en talihsiz gecesi, ana rahmine düştüğünüz gecedir” gibi çiğ ifadeler vardı. Bu bir bedduaydı, küfür de şiirle yüceltiliyordu: “Türk diliyle gülünüp, Türk diliyle ağıtlar yakıldıkça Adnan Bey, ben anılacağım, anılacak size Türk diliyle sövüşüm.” Şiirlerden biri bitiyor, diğeri başlıyordu. İkinci şiirde Menderes korkudan titreyen biriydi; Menderes, ölülerden korkuyordu ki bu ölüler Kore dağlarından geliyordu, gözleri dumanlıydı. En nihayet Menderes, hiçbir korkuya benzemeyen bir korku yaşıyordu: “Halkı satanın korkusu.” Sanki bu adamı Menderes hapsetmişti, neyse…
Sokaklarda şiirler bitince sloganlar başladı: “Ordu millet elle ele, yaşasın cumhuriyet!” Ordu ve milletin bir araya gelmesi cuntaydı. Orduyla millet Almanya’da birleşmişti ve son, hazindi. Asker millet korku veren bir tabirdi. Sonra “Tuna nehri akmam” diyor şarkısı ıslıkla çalındı. Derken, öğrenciler birbirine girdi. Atlı polisler, resmi polisler, sivil polisler öğrencileri dövdü. Arada hafiyeler, tırnağın piçi gibi, oradan oraya uzadı! Sonra silah sesleri geldi. Bir kişinin öldüğü kulaktan kulağa yayıldı. Her taraf asker, polis kaynıyor. Okullar kapandı. Gece sokağa çıkma yasağı ilan edildi ama bir gün sonra, yine eylem vardı. Sultanahmet’te bir genç daha öldürüldü. İstanbul’a Ankara ses verdi; Ankara’da gençler Büyük Sinema’nın kapısının üstünde asılmış Zeki Müren’in bezden afişine saldırdı; Ankara sinemasının hizasında bir hareketlilik başladı: Beşinci ayın, beşinci günü, saat beşte, mesai bitiminde herkes bir araya gelecektir…
Zeki, o zaman yıkıldı. “Senin afişin benim hürriyetimdir” dedim, teselli ettim ama o ağladı, başını duvara vurdu. Belki bir şey yapabilirim diye Ankara’ya gittim. Menderes, ötekilere iyi davranıyordu. Beni iyi karşıladı. Osmanlı’nın altı yüz yıl boyunca maliyesi bizden sorulurdu ve en önemlisi Samsat’ta biz, Bazikilerle karar almıştık, reylerimizi ona vermiştik. Doğruya doğru, Bozova’dan biri gelip bizi ikna etmişti. Yani deyişim şudur: Göğsümüz burnumuzdan öndeydi. Menderes beni akşam evinde misafir etmek istedi, kırmadım. Mesai bitince ikimiz birlikte çıktık. Menderes’in sevdiği Buik Roadmaster 58 serisi makam otomobiline bindik. Tam Atatürk Bulvarı’ndan geçiyorduk ki bir kalabalık. Menderes gülümsedi, Zeki’yi sordu, onu sormasıyla “Bu imtidâd-ı cevre-ki bahtın şitâbı var” diye başlayan bir şarkıyı söylemesi bir oldu… Otomobilini durdurdu; her zaman iliklenmiş ceketinin düğmelerini kontrol etti. İnerken, otomobilin aynasından kendine baktı, itinayla bağladığı kravatı az kaymıştı, elini boğazına attı, yakasının son düğmesini açtı, hürriyet isteyen öğrencilerin arasına karıştı. Sanki bir başbakan değildi, bir mesafe yoktu; halkın önünde, halkın içinde ama asla altında ve arkasında değildi; sağ, sol diye kimseyi kayırmıyordu “Öldürmek istiyorsanız, öldürün beni, buradayım.”
Sağına baktı, soluna baktı, kimse yok; hatta otomobili de yok, bereket bir gazeteci çıktı da bizi eve bıraktı.
Ben İstanbul’a döndüm. Birkaç gün içinde terminal şairleri kaleme sarılmışlardı. Ordu, millet elle ele… Atatürk Bulvarı’nda gül büyütenler mi, doğmamış çocuklarına ninniler söyleyenler mi; mısra diye bir sürü şey yazıyorlardı. İstanbul’a sitemler başlıyordu: Kara gümrük, Cibali, Fatih uyuyordur, Ankara ayağa kalkmıştır, ak saçlı profesörler, karanfil bıyıklı teğmenler ve şiir olsun diye araya serpiştirilen “Bursa’da ipek çeken kızlar” da şiirde yerini alıyor, böylece beşinci ayın beşinde, saat beşteki eylem, başarıyla sona eriyor; buna iki gün sonra bir efsanede ekleniyordu: Hızır’la İlyas, halkın imdadına yetiştiler!
İlerleyen günlerde kaleminden kan damlayan şairlerin sayısı arttı. Mustafa Kemal için bir mevlit (Ol Zübeyde, Mustafâ’nın ânesi/ Ol sedeften doğdu ol dürdânesi) ve ezan (Atatürk ekber, Atatürk ekber) yazan Behçet Kemal Çağlar’ın bir şiiri bildiri gibi elden ele, kulaktan kulağa yayıldı, iki yıl okuduktan sonra hemen mezun olan subaylar kendilerinden geçiyordu: “Canım seni arzuluyor Mehmedim/ Gel koyunlar kuzuluyor Mehmedim/ Benden emmiyenler bile öz oğlum/ Süt damarım sızılıyor Mehmedim/ Mehmet, Mehmet ahiretten konuş gel / Atatürk’le şehitlerle tutuş gel/ Bir tek umut sende kaldı amanın/ Türk ordusu, Türk ordusu yetiş gel!”
Tabii şair ve şiir bu olunca, millet de asker olur.
Türk Ordusu yetişiyor, darbe oluyor. Sason Kartalı Cemal Madanoğlu ve Alpaslan Türkeş el ele vermişler, iki dirhem bir çekirdekler… Biri bildiriyi sen oku diyor, diğeri sen…
O gece ben ve Zeki şaraba vurduk. Bir insan eşiyle, dostuyla, sevgilisiyle kendini içkiyi vurur, bu normal ve anlaşılır bir şeydir ama iki kardeşin kendini içkiye vurmasının tek bir nedeni vardır: Acı… Zeki elimizde büyüdü, bu toprakların gamı kederiydi… Agopos Efendi ve Udi Kirkor’un bize emanetiydi.
Öte yandan Zeki’nin Tepebaşı’nda konseri var. Aylardır hazırlanıyor… Ama bir aksilik var. Kemancısı gözaltına alınmış, Davutpaşa’da tutuluyor, bir dalı kırık, kalbi bir kuşun çalılıktaki kalbi gibi çarpıyor. Birde, yıllardır elime keman almamıştım ama buna rağmen “bana eşlik et” demez mi? Burada amaç keman çalmak değildi, yanında durmaktı. Ben, yanında duracaktım.
Zeki’nin gözleri ateşti. Nereye düşse yakacaktı. Kendisine o gün için bir kaftan yaptırdı. Osman Paşa’nın kaftanına benzer bir kaftanla sahneye çıkacaktı, herkes merak ediyordu; konserin ilanlarında bu önemle belirtilmişti; üstelik bu kaftanı kendi tasarlamıştı, sembolik olarak mehter takımı da olacaktı. An geldi: Sazlar çalındı, şarkılar söylendi. Zeki “Olur mu böyle olur mu/ Kardeş kardeşi vurur mu” diye değiştirilip söylenen marşı yorumladı. Daha da ileri gitti, “Yeşil Ördek” şarkısını söyledi ve şarkının iki dizesini iki defa söyledi, dinleyicilere de söyletti: “Ne sen beni unut ne de ben seni.” Kast edilen kişi, herkesin bildiği Menderes’ti.
Zeki itirazını dile getiriyordu. Kitle anladı ve Zeki ne söylese eşlik etti. Herkes “Paşa, Paşa” diye tezahürat yaptı. Ama Sıkıyönetim Komutanlığı nasıl geldiyse ve kim, nasıl haber ettiyse bilinmez, konser daha bitmeden gazinoyu kuşattı, birden her taraf asker doldu, gazino sahibi ve kuliste kim varsa gözaltına alındı. Zeki’yi gözaltına alma cesareti gösteremediler.
İki üç saat içersinde Madanoğlu ve Türkeş’in emriyle nöbetçi savcı diye biri devreye girdi, gazino mühürlendi. Gece boyunca bizi dövdüler. Sabahleyin savcılığa çıkartıldık. Zeki’yi de sabah savcılığa çağırdılar. Zeki yüzümün, gözaltlarımın morluklarını görünce, “Sarkisim” dedi, “bu tokatlar sana değil, bana atıldı, sanata, edebiyata atıldı.” Savcı, Zeki’ye “sen halkı tahrik ediyorsun” deyince sustu, kulağıma eğildi, dedi, “Sanat, bir tek ruhu tahrik eder.” Ben, “sakın konuşma” dedim. Neyse onlarda vazgeçtiler. Davutpaşa’ya götürülüp öldürülen vardı; ölüme kılıfta bulunuyordu: Kalp krizi.
Zeki’nin günahı çoktu! Paşa kılığıyla askeri küçük düşürmüştü, Osman Paşa’ya saygısızlık ediyordu. Bunu onun yanına bırakmayacaklardı.
Zeki’nin kendini toplaması geç olmadı, zaten, Zeki demek kendini toplamaktı, gözaltında kalanlara bal, kaymak ısmarlardı, neşelendirdi, sonra koluna girdi, “Söğüt dalından incesin” şarkısını söyledi, güldü. Araya hayli zaman girdi.
Bir gün Melih Cevdet Anday’a rastladım. Sokak Kızı İrma’nın iki biletini verdi; oyundaki şiirleri Melih çevirmişti. Melih’in ailesini tanırdım. Anası Malatyalıydı, Kürt’tü. Bu yüzden arada takışırdık. Samsat bize bağlı dediği zaman kafayı yerdim. Samsat, Samsat’a bağlıdır ve Samsat bir yere bağlanamaz. Konuyu ille meclise mi götürelim? Vekillerimizin başka derdi mi yok. Neyse, Zeki’yle oyuna gittik. Maksat efkâr dağıtmak… Oyun bitince oyunu bilenler söylenmeyeni söylediler; ben ve Zeki ayağa kalktık: “Kurşunla ölmek de var/ Cellât desen ipte sallar/ Elektrikle can vermek de var/ Ya giyotin, kafan kopar.”
Sonraki gün, gazeteler yazdı, radyo söyledi: Asılmışlar. İdamlardan sonra, lakayt bir kültür doğdu. Her yerde askeri öven şarkılar, türküler çalındı ve bunları söyleyenler toplumun göz bebeği oldu. Hem beyaz perde hem sahne gerçek sanatçılara kapandı. Kim darbeyi övse, kim Kıbrıs dese sanatçı kabul edildi. Güzelim çay bahçelerinde, meyhanelerde Nuri Sesigüzel’in “Türk Ordusu Geçti Başa” plağı çalınıyordu artık: “Yaşa yaşa yaşa/ Türk ordusu yaşa/ Yaşa yaşa yaşa/ Türk milleti sen çok yaşa.” Nuri’yi de bilirdim, aslında has adamdı, bir taraftan Bazikiydi, bir taraftan Ketikanlıydı. Neyse. Sinemalarda ise Bülbül Yuvası filmi vardı; başrol Göksel Aksoy’du. İstanbul, İstanbul değildi, idamlardan sonra yapılan kutlamalar da artık, ikinci kez fethedilen bir şehirdi. Menderes’in sevdiği şarkıları çalıp söylemek bile yasaktı. Bir şarkıcı “Nihansın Dideden” şarkısını söylerse alınıp götürülüyordu. Menderes Ovası’nın adını değiştirmek istiyorlardı. Coğrafya kitaplarında menderes yerine, kıvrım denilmesi isteniyordu. Bu konuda önerge vermek isteyen vekiller vardı. Türkiye’nin beşte birinin mutlu ve huzurlu olduğu bir zamandı.
Bir akşam canım sıkıldı. Yürüdükçe yürümek istedim. Bir şarkı vardı, onu bir söylesem ya da onu söyleyen birini bulsam diye çırpındım. Zeki’nin yanına gittim, “Bu imtidâd-ı cevre-ki bahtın şitâbı var” şarkısını söylemesini istedim, “yok” dedi. Beni dinlemedi. Ben de Samsat’a gittim, bir daha onu dinlemedim…
Derken bir gün, köyden bir adamın bir kızı oldu. Kıza Manolya adını verdiler. Adamın karısı bu kızın adını sevmedi. Birkaç ay sonra kadın kayboldu. Meğer Manolya, buralarda görev yapan birinin karısının adıymış ve bu adam, gizliden gizliye kadına tutulmuş… Her yerde bu kadını aradık. Kimi kendini Fırat’a attı dedi, kimi sır oldu dedi… Adam meczuba döndü. Tek teselisi yıllar sonra şu oldu: Zeki’nin o şarkısı: Manolya…