Bazı hayatlar vardır ki, haritası çizilmemiş coğrafyalar gibi keşfedilmemiş, pusulasız ilerleyen sürgünler gibi belirsiz ve görünmeyen sınırların kıyısında salınan varoluşlar gibidir. Devletin, otoritenin ve muktedirin mutlak hakikat olarak sunduğu düzene ne tam olarak dâhil olabilirler ne de bütünüyle dışında kalabilirler. Varlıkları tanımlanmış kalıplara sığmadığı için görünmez sayılır; yoklukları ise bir tehdit olarak görüldüğünden sürekli denetim altında tutulur. Onlar, tarihin arka sokaklarında yankılanan fısıltılar, susturuldukça büyüyen çığlıklar ve resmi anlatının kıyısına sürgün edilmiş fikirlerin pirleridirler.
Otoritenin kendi varlığını pekiştirmek için başvurduğu en eski yöntemlerden biri yasak koymaktır. Ancak ironik bir şekilde, her yasak, aslında yasaklananın varlığını teyit eden bir mühür işlevi görür. Bir şeyin yasaklanması, onu yalnızca hukuki ya da ahlaki bir suç haline getirmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal hafızada daha derin bir yankı uyandırır. Yani yasaklar yöneldiği şeyi var kılar.
Bugünün Türkiye’sinde yasaklar, yalnızca siyasi rejimin çizdiği hukuki sınırları değil, aynı zamanda kolektif hafızanın ve bireysel bilincin çerçevesini de şekillendiren bir araca dönüşmüştür. Tarih boyunca iktidarlar, hakikati tekeline almak ve mutlak bir gerçeklik inşa etmek adına yasaklara başvurmuştur. Ancak yasak, kendisiyle çelişen bir kelimedir; görünmez kılmayı amaçlarken, saklamaya çalıştığı şeyi daha da görünür hale getirir.
Her insan bir düzenin içine doğar; bir yasanın gölgesinde, bir normun kıyısında, bir otoritenin nefesini ensesinde hissederek yaşamaya başlar. Ancak bazıları vardır ki, onlar bu gölgenin altında değil, tam sınırlarında dururlar—bir ayağı gündelik hayatın akışına kapılmışken, diğer ayağı belirsizliğin, tehlikenin ve düşüncenin uçurumuna sarkmıştır. İşte onlara, yani fikirleriyle meşruiyetin sınırlarını zorlayan, varlıklarıyla iktidarın huzurunu kaçıranlara “yasaklı” denir. Ne tamamen suçludurlar ne de bütünüyle özgür; ne tam içeride ne de tamamen dışarıdadırlar. Onlar, hayatın legal ile illegal arasındaki flu bölgesinde yaşayan, ne tam susturulan ne de tam anlamıyla duyulan insanlardır.
Gayrimeşruluk, yalnızca fiillerin değil, düşüncelerin de üzerine düşen bir mühürdür. Muktedirin en büyük yanılgısı, hükmettiği coğrafyanın yalnızca haritalarda çizili sınırlarla kuşatılabileceğine inanmasıdır; oysa gerçek iktidar, fikirlerin sınırlarını çizerek var olur. Her çağ, meşru olanın gölgesinde bir gayrimeşru sahne inşa eder. Ancak zamanın hükmü, muktedirlerin hükmünden daima daha uzun ömürlüdür. Bugünün sakıncalı kelimeleri, yarının abidevi metinlerine dönüşür.
Sokrates’in ölümü, yalnızca bir bedenin infazı değil, sorgulamanın kendisine açılmış bir savaştı. Ancak hakikat, en derin mahzenlere kapatıldığında bile infilak etmeye meyyaldir. Sokrates, baldıran zehrini içerken belki de mukadder olanı en veciz haliyle dile getiriyordu: “Benim ölüme mahkûm edilmem, sizin haklı olduğunuzu göstermez.” Zira en büyük yanılgı, hakikatin zorbalıkla bastırılabileceğine duyulan inançtır.
Galileo, Engizisyon mahkemesi karşısında fısıldadığı “E pur si muove!” (Yine de dönüyor!) sözleriyle, bir fikrin mahkeme kararlarıyla yok edilemeyeceğini kanıtladığında, hâkimler onun cezalandırıldığını sanıyordu. Oysa hakikatin en cılız yankısı bile, zaman içinde tüm despotizmleri aşındırmaya yeterlidir. Baskının en somut tezahürü, yalnızca kelimeleri susturmak değil, kelimeleri var edenleri de ortadan kaldırmaktır.
Şiirin, halkın bilinçaltına sızan en tehlikeli şeylerden biri olduğunu düşünen bir rejim, García Lorca’yı kurşuna dizdiğinde, onu yok ettiğini sanıyordu. Oysa ölüm, bazı kelimeleri çürütmez; bilakis, onları sonsuzlaştırır. Lorca sadece bir şair değildi; Endülüs’ün kanlı tarihini, köylülerin alın terini, baskının gadrine uğrayanların sessiz haykırışını mısralara dökmüştü. Onun cümlelerini susturduğunu sananlar, aslında o kurşunlarla şiirlerini zamanın sonsuz boşluğunda yankılandırıyordu.
Fakat sürgün, bazen ölümden daha ağır bir infazdır. Walter Benjamin, Nazi takibatından kaçarken, sınırın öte yanına geçmenin gerçekten bir kurtuluş olup olmadığını düşünüyordu belki de. O, yalnızca bir sınırda değil, tarihin en karanlık anaforlarından birinde sıkışıp kalmıştı. Kaçarken geride bıraktığı el yazmaları, bugün hâlâ bulunamayan ve belki de düşünce tarihini baştan yazacak metinlerdi. Benjamin’in ölümü, bir devletin takibatının nihayete erdiğini düşündüğü andı; oysa düşünce, sınırları tanımaz, mülkiyeti kabul etmez ve en koyu gecede bile kendine bir gedik açar.
Bazen en büyük ironi, yasaklanan kelimenin muktediri de mahkûm etmesidir. İbn Rüşd, kendi topraklarında aforoz edilirken, Avrupa’da Aydınlanma’nın ilham kaynaklarından biri olarak yükseliyordu. Endülüs’te yakılan kitapları, Paris’in kütüphanelerinde elden ele dolaşıyordu. Muktedir, düşüncenin sınırlarını çizdiğini sanarken, aslında ona küresel bir yankı kazandırıyordu.
Bütün bunların ötesinde, yasak yalnızca bir sınırlama değil, bazen bir doğum sancısıdır. Her kelime, onu bastırmaya çalışan mekanizmalar içinde daha da keskinleşir. Her baskı, düşüncenin daha rafine bir biçimde yeniden doğmasına vesile olur. Çünkü en büyük iktidar, zamanın kendisinindir. Ve zaman, eninde sonunda, yasaklananların haklılığını ispat etmekten geri durmaz.
Her yasak, susturulduğunu sananların değil, susturulmaya çalışılanların hanesine yazılır. Tarih, bastırılan her düşüncenin bir şekilde geri döndüğünü, görünmez kılınan her hakikatin en beklenmedik anda su yüzüne çıktığını göstermiştir. Muktedir, yasak koyarak otoritesini pekiştirdiğini sanırken, aslında yasaklananı ölümsüzleştirir. Çünkü yasak, yalnızca bir denetim aracı değil, aynı zamanda hakikatin en güçlü yankısıdır. Ve tarih boyunca her bastırılan, eninde sonunda geri dönmüştür—hem de daha güçlü, daha derin ve daha sarsıcı bir biçimde.
Bırakın onlar susturduklarını sansınlar, yasakların sonsuza dek süreceğini düşünsünler. Önemli olan, bizim hakikate inanmamız, umudu diri tutmamız ve söylenmesi gereken sözü zamana emanet edebilmemizdir. Çünkü hakikat, en karanlık dehlizlere hapsedilse bile ışığıyla yolunu bulur. Tarih ise onu unutturmaya çalışanları değil, ona sahip çıkanları yazar.
Ve bugün de tarih aynı döngüyü yazıyor. Yasaklarla sindirileceği sanılan gerçekler, dijital çağın sınır tanımaz hafızasında yankılanıyor. Her yasak ve sansür, yeni bir direniş biçiminin doğmasına vesile oluyor. Bugün kapatılan bir gazete, yarın binlerce blogda yaşamaya devam ediyor. Susturulan bir ses, milyonlarca fısıltıya bölünerek daha da gürleşiyor. Artık yasak koyanların unuttuğu bir şey var; zamanın kendisi değişti. Hakikati bir sınır ya da duvarın arkasına hapsetmek mümkün değil artık. Çünkü zamanı gelince fısıltılar çığlığa dönüşür ve bastırılan günün sonunda geri döner.