Şükûfe Nihal beni dinlemedi
Samsatlı Saatçi Sarkis 30 Mart 2025

Şükûfe Nihal beni dinlemedi

Halide Edip ve Şükûfe Nihal kardeş gibiydiler. Tek fark şu olsa gerek; Halide şarkı, türkü severdi Nihal, Şükûfe ise şiir. Halide hiç şiir yazmadı. Ya da yazdıysa da bana göstermedi. O zaman makbul olan şiirdi ve Şükûfe yazdıklarını bana okuturdu. Ben de sırf, onun “bir tek sen beni anlıyorsun” demesinden mutlu olurdum. Kolay mı? Biri sana diyor ki, seni anladım… Tanışmamız da şöyle oldu: Saati bozulmuştu, her şeye ve her yere geç kalıyordu. Saatçi olmama rağmen ben de her şeye geç kalmış biriydim ve bu yüzden onu iyi anlıyordum. Geç kalmak kötü bir şeydir.  Bunu çok düşündüm, ben niye geç kalıyorum; sonra buldum, bunun altında yatan temel neden varmak istememektir. Gitmek istemediğimiz yere, kişiye, geç kalırız… Bu zamanla hayatımı olumsuz yönde etkiledi; baktım saatleri tamir ederken bile dikkatim dağılıyor ve saati bozulan kişi, birkaç gün sonra bana yapamadın diye fırça atıyor… Bu hal beni depresyona soktu; elim titredi… Kitap okurken de böyle oldu, bir kitap okumaya başladım ama kitabı da yazarı da sevmedim, anladım, okumak istemiyorum ve bana bu ağır geldi. Kaygılarım arttı. İlgilerim azaldı, hatta ilgilerim ağzına gem vurulan ata döndü; evet dizginler benim elimdeydi ama keyfim kaçtı. Bunu anlayacak kimse yoktu, bir gün Mazhar Osman’a sordum, dedim, geç kalıyorum… Dedi, ben hep geç kalırım… Güldü, sonra tahta kürsüyü altına çekti, neden geç kaldığını anlattı… Meğer ki ilgi çekmek için geç kalıyormuş, böylece, herkes onu bekliyor, ilgiler onda toplanıyormuş ve bekleyen kimseler hep onu düşünüyormuş… Okumuş adamların hali başka… Oysa titiz adamım ben, oysa geç kalmak bana yakışmaz…

İşte burada Şükûfe’yle birleştik, o da hep geç kalıyordu ve bu yüzden titizliği hastalığa dönüşmüştü ve dahası, en küçük bir ayrıntıyı bile günlerce düşünmek zorunda kalıyordu. Saatini tamir ettim, bana bir şiir hediye etti, bende şiiri çerçeveleyip duvara astım: Şimdi ne akşam var, ne ses ne dere/ Yolumuz ayrıldı başka ellere/Benzetti bizi bir kırık mermere/ Ruha zehir gibi damlayan o su…

Bundan sonra yazdığı her şiir bana getirdi. Tuhaftır onun şiir okuru, benim dışımda azdı ama onun şiirlerini okuyan kimseler, özellikle şairler hemen âşık olurdu. Kimi parasına, kimi yakışıklılığına kimi de edebiyatına güvenen şairler Şükûfe’ye âşık olurdu ve bu aşkta dikişi tutturamayınca bu sefer hayran olurlardı. Faruk Nafiz Çamlıbel ve Nazım Hikmet ilk aklıma gelenler. Şükûfe dükkânıma gelince, hemen dükkânın önünde, berisinde biterdiler. Şükûfe ise başını kaldırıp bakmazdı. Bir tek bana bakardı ama bende kalbi delik bir iğne ne ise oydum, hiçbir iplik geçmezdi. Garibim daha on altı yaşında evlendirilmişti. Sonra bir oğlu olmuştu. Oğlu da hoş bir çocuktu. Şükûfe sırf bu yüzden midir bilinmez ateşli bir cumhuriyet yanlısı oldu; Sultanahmet Meydanı’nda Halide Edip gibi konuşmalar yaptı, dinleyenleri gözyaşlarına boğdu. Ama bir gün Vakit gazetesiyle yanıma geldi… Mustafa Kemal, kadınlara rey hakkı, vekil olma hakkı verecekti. Karısı sormuştu, demişti, “Mustafa sen benim vekil olmamı ister misin?” Oda rey tamam, seçme tamam, seçilme tamam ama “ben evimde rahat olmak isterim” diye karşılık vermişti…

Araya hayli zaman girdi, ben Vezneciler’deki dükkânı kapatmak zorunda kaldım, seyyar saat tamir işine girdim. Tam Samsat’a gideceğim gün, baktım biri beni mahalleden soruyor. Bir çocuk. O zaman çocuk haber demekti. Bir kutu şekere gitmeyeceği yer yoktu. Şükûfe yeni bir şiir yazmış, bana okutmak istiyor. Buluştuk ama tadı yoktu, rengi kaçmıştı, ruhu su üstünde yüzüyordu, bakışları bir tamburanın teli gibi gergindi… O sırada ben bir yanda saat tamir ediyordum, boş zamanlarımda Dostoyevski’nin Budala romanını okuyordum. Şükûfe’nin bu hali bende romanın kadın karakterini hatırlattı. Kadına âşık, genç, yakışıklı, zengin bir subay var ama kadın bir budalayı seviyor, budalanın gülüşünü seviyor… Subay deliye dönüyor, hatta bir keresinde kadının âşık olduğu adamı dövüyor ama dövdükçe kadın biraz daha fazla seviyor bu adamı, dudağından sarkan kanı, beyaz mendiliyle siliyor; elbette ben de subay olsam kafayı duvara vururum, orduları ip gibi dizen adam, bu budala karşısında çözülüyor. Metnin bundan sonrası entelektüellere bırakayım, “biz de Frankfurt Okulu’nun Türkiye temsilcisiyiz” havasıyla metni çözümlesinler, her şeyi şu gariban ben mi hal edeceğim.

Asıl konu şu: Şükûfe, mecnununu arıyor. Mecnunu kayıp, mecnunu yok. Bir kadının sahiden onu seveni kaybetmesi kadar büyük bir acı yoktur. Adam gidince Şükûfe’nin içinde bir boşluk doğuyor. Onu unutamıyor, onu seviyor; onu çocuğu gibi seviyor, onu sevgilisi gibi seviyor, onu canı gibi seviyor. Karmakarışık duygular içinde… Kim bu adam dedim. Hemen yanıtladı: Osman Fahri.

Ha dedim, Cenap Şahabettin’in üvey kardeşi. Aslen Manastırlılar… Meseleyi o zaman anladım… Şükûfe, geç kaldım dedi… Mesele şu idi: Osman, aşkına karşılık bulamadığı için gittiği Elazığ’da, başına bir kurşun sıkmış, şimdi İstanbul’da…

Şükûfe hastaneye gidemiyor. Benden yardım istiyor ama tanıdığım bütün iyi Ermeni doktorlara şimdi hemşire muamelesi yapılıyor… Ne yapsam? Üstelik, kurşun beynini delmiş.  Kalktım, La Paiş Fransız Hastanesi’nde gittim. Tanıdık doktorları devreye soktum ama sonuç alamadık. Acı olan şu, bir aşık kalbine sıkarsa, sevdiğini öldürür; beynine sıkarsa, bu şu demektir, sevdiğine kıyamamış… O zaman böyle düşündüm…

Osman Fahri öldü. Şükûfe, sanırım bundan sonra onun için yaşadı. Onun için pek çok şiir yazdı ve onu hayatının tek aşkı olarak kabul etti. Hatta diyebilirim ki bundan sonra yazdığı bütün şiirlerde, romanlarda eserlerinin kaynağı bu adam, bu aşk oldu.  Tuhaf olan, bir şey daha vardı. Şükûfe ayrılmış olmasına rağmen, Osman Fahri, ilk kocasının arkadaşıydı ve bu hal onu daha bir derinden sarstı… Sonuçta, bir gün bana üç saatle geldi, biri durursa diğeri doğru zamanı göstersin dedi…  Üç saati de ayarladım, hiçbir şey söylemedim, bir şey söylersem, zamanı kaybedebilirim diye düşündüm… Meseleyi anladım ama… Şükûfe alıp başını gidecek. Nereye mi?

Şükûfe, Osman Fahri’nin ölümünden sonra yaşadığı yerleri görmek ve onu tanıyanlarla tanışmak için Elazığ’a doğru yola çıktı.  Geri döndüğünde birkaç gün konuşmadı, sonra ne yaptın diye sordum. Amacım, acısını hafifletmekti. Dedi, yaşadığı eve gittim, evin bir köşesine bir tutam saçımı bıraktım, geldim…

Şükûfe, o günden sonra hep onun yaşadığı yerlerde gezdi, dolaştı. Bir süre sonra bir de roman yazdı, Çölde Sabah Oluyor: Romanın iki kahramanı vardı; biri Adnan, diğeri Meryem idi. Bu ikisi birbirlerini seviyorlardı.

Sonra buralarla ilgili kimi yazılar yazdı. Yazılardan biri Zaza Kadını’ydı. Şükûfe, Bingöl’de genç kızların, yaşlı adamlarla evlendirilmesini gözlemişti; sanırım, bu kadınlarda kendini görmüştü. Dedim, Samsat’a gidelim, dedi, oralarda bir yeri görmek, her yeri görmektir…

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.