William Blake, Sanayi Devrimi’yle oluşan burjuva sınıfıyla büyük çelişkiler içinde büyüdü, gelişti, öldü. Blake, Devrimin olumsuzluklarını şiirlerinde yansıttı, fırçasıyla çizdi ve kendi kişiliğinde otoriteye boyun eğmedi. Blake’e göre hem acı hem sevinç aynı kaynaktan geliyordu: Sevinç, tohumu eker, acı biçerdi. Evren onun için düştü. Matematikte olgulara dayanan evren, onda düşle görülebilirdi. Blake, mekanik dünyanın paralelinde gelişen fiziğe bel bağlamadan düşle görülen dışgörüsel bir fizik oluşturmaya çalıştı; Tanrı da bir saat yapımcısıydı; tıkır tıkır işleyen evrenin dışındaydı, saatin kendisi değildi. Yani tanrıyla benim aramdaki fark şu idi; o yapımcı, ben de saat tamircisiydim.
Blake bütün düş gücüyle bir dünya yarattı ancak bu dünyanın bana söylediği tek şey vardı: İnsan can çekişmektedir. Bu doğruydu, katılıyordum, kime rastlasam can çekiyordu… Derdim şu idi: İnsan niye can çekişiyor? Blake’e göre Sanayi Devrimi var gücüyle insanın içindeki insana hükmetmiş ve korkunç yalnızlığa itmişti. Haklıydı, kim devriminden kovulmamıştı ki…
Blake doğduğunda Newton, ölmüştü ama egemenliği vardı: Sanayi Devrimi’nin oluştuğu burjuva sınıfı da Newton’un eseriydi. Bir gün bana aynen şunu söyledi, dedi, “Newton düşü öldürdü.” Ekledi: “Zamana ayak uyduran kimseler yanlarına Newton’u alarak insanların düş gücünü de öldürdüler.” Haklıydı. Mekanik bir dünya vardı ve insanlar Newton gibi evreni mekanikleştiren bir tiranla dünyayı ele geçirmişlerdi; Newton bir cindi, insanları çarpmıştı. Blake bu konuşmamızdan sonra Urizien adını verdiği bir resimde Newton’u gözleri kapalı, aksakallı bir tiran cini yaptı; cin ayak parmaklarıyla doğanın kitabını okumaktadıydı, yine aynı kitapta yılanla sarmaş dolaş, aynı zamanda korkuyla bakan insanlar Newton’un cinli düşüncelerinin uçurumundan düşmekteydi ve dahası Newton, kaslarla var olan güçlü bir gövdeyle ifade ediliyordu, çizgileri de eğriydi. Kaslarla beslenen eli de pergele egemendi. Pergel elin uzantısı olmuştu; Newton eğilmişti, eğilerek çizebilmekteydi. Çizgiler güçlüydü, yuvarlaktı. Yuvarlak çizgiler, pergelin düz çizgileriyle birleşmekteydi ve Newton ne olduğu bilinmeyen yere bir şekil çizmekteydi. Pergel kağıda yaslanmıştı, böylece bir eşkenar üçgen olmuştu Newton. Üçgenin düz çizgilerindeki belirginlik, Newton’un matematik dünyasını yansıtmaktaydı. Pergelle el arasında kopukluk yoktu. Sol elin parmakları, pergel, Newton’un eğilmiş gövdesi, sağ ayağı, burnu, gözleri, kasları, sağ elinin parmaklarının pergele oluşturduğu şekil, hep üçgene, üçgenin içine çizilen yaya uymaktaydı. Düz-eğri çizgi karşıtlığı kaynaştırdı ama bu, bir eğriyi, içine çizilen doğru parçalarının oluşturduğuna delalet etmekteydi. Sayıların sonsuza gitmesi limit alınırsa, sonsuz sayıda küçük doğru parçasının limit durumda eğriyi oluşturduğu görülmekteydi. Öte yandan eğilen, matematikle eğilen Newton’un elindeki pergel, beden ve kağıdın oluşturduğu bütünlük güçlü bir egemenliği imlemekteydi, ancak bu egemenlikte insan bütün boyutunu kaybetmişti. Matematik insanı yere eğmekte, iki boyuta tutsak etmekteydi. Newton’un saçlarındaki kıvrımlar, beyin kıvrımlarını andırmaktaydı. Işık kağıda vurmuş, bedenin ve kağıdın oluşturduğu bütünün dışında kalan ortam karanlıkta kalmıştı. Işık sınırlıydı, kağıda tutsak olmuştu. Böylece insan boyutunu yitirmişti, kendini kağıdın üstüne yansıtmış, kendini düşürmüştü.

Newton monotipi – William Blake
Blake’in sıradan bir hayatı vardı, entelektüeller tarafından ilgiyle karşılanmazdı. Hatta, laf aramızda Wordsworth ve Coleridge, Blake için “deli” derlerdi. Bu yüzden Samsat’a gidelim dedim, Bazikilerin hepsi deli dedim ama beni dinlemedi. Hele Bozova’dakiler delilikte yarış halindedirler, ne bileyim, taşla konuşurlar, suyla konuşurlar, kendi kendileriyle konuşmanın sınırına gelince köylüleriyle kavga ederler, kimse olmayınca kendilerini döverler, küçük bir gölleri var, bunu deniz zannederler… Bu gölün dili olsa da konuşsa.
Blake, Fransız Devrimi’ne sıcak bakıyordu. Ben mesafeliydim. Ona göre bu devrim halkın iktidarıydı. Kaplan şiirinde “öfkeli kaplanların, eğitimli atlardan uysal” olduğunu belirterek bu sempatisini gizlemiyordu ama devlete karşıydı. Devlet demir bir kafesti ve burada insan erirdi; devlet en nihayetinde askeri bir güce dayanırdı. Bu sohbetlerimiz de öğlen arasında geçerdi. Babası arkadaşımdı. Londra’da bir çorap (ya da külotlu çorap) üreticisinin oğlu olmak bazen ağır geliyordu, sırf bu yüzden 20 yaşından sonra kendi dükkânını açtı, dedi, Sarkis, çorabı çorap olarak satacaksın… Dükkanı açtıktan sonra evlendi, Catherine ile mutluydu. Dedi, “Catherine bana hazların hazzını veriyor.” Peki ya sen dedim, sustu, bir gün sonra elinde bir çorapla geldi, “Sarkisim buldum” dedi… “Ben de ona ruhumu veriyorum” dedi. “Aslansın” dedim.
Bundan gaz aldı, birkaç gün sonra çıplak bir vaziyette bahçede oturup Milton’u okuduklarını gördüm. Ayıp dedim, “Samsat’ta olsan, arkana teneke bağlarlar.” İtiraz etmediği gibi, sesimi de duymadı. Karı koca ağız birliği edercesine bana şunu dediler. “Biz Adem ve Havva’nın bugünkü halleriyiz.”
Ben kabul ettim, Bekir Bozdağ kabul etti ama komşular kabul etmedi. Blake, tıpkı eski bir zamanı yaşıyormuşçasına, sarayına yeni bir kadın getirmek isteyince Catherine cennetin iyi bir yer olmadığını söyledi, gözyaşlarına boğuldu. Yetmedi, bir ara Swedenborg’a uzandı, ondan feyz aldı. Swedenborg aşkın kutsal masumiyetinin çarşaflar altında gizli gizli girişilen oyunlarla değil, gün ışığındaki çıplaklıkta dışa vurulabileceğini söylüyordu. Catherine eve bir cariye getirme işinden sonra sinirlendi. Blake, “The Garden of Love” (Aşk Bahçesi) adıyla bir şiir yazdı. Okudum, anladım ki kayadan zehir boşalmayıncaya kadar işler kesattı.
Blake deli miydi? Yıllar sonra Jung’a sordum. Dedi, Blake her söylediğiyle biraz kendini açıklamıştır. Jung, Blake’i biraz da benim katkılarımla içedönük dünyası etrafında yorumladı. Jung’a göre içe dönük sezgi bilincin arka planında gerçekleşen süreçleri, dışa dönük duyunun dış nesneleri algılamasındaki kadar berrak algılardı. Buna göre şeyler (ya da nesneler) sezgi için ne kadar önemliyse bilinçaltının imgeleri de o kadar önemliydi.
Blake bir gün bana şunu söyledi, dedi: Gece gündüz göklerden gelen habercilerin yönetimi altındayım; ancak bazılarının sandığı gibi böyle şeylerin doğası zahmetsiz değildir. Bunu bir dinle açıklamak mümkün değildi. Cümle ikiye bölünüp okunduğu zaman ilk ayrım şair ve din adamınaydı. Şair, göklerden haber alan, daha doğrusu haber verenlerin yönetimi altında olan biriydi; din adamı ise bunun olumlu ya da olumsuz zahmeti peşindeydi. Din adamı ermeyi ve eriş sırasında ve sonrasındaki zahmeti söylerken, şair tıpkı Adem ve Havva gibi yasaklı olana yönelirdi; günahı ve yasağı seçerdi, bunun bedelini düşüşle öderdi.
Haber- haberci beni etkiledi. Çünkü haber ve haberci görülmeyendir. Ama bir ses vardır, bir işitme (duyma). Haberci sesleniyor ve bedenin içinde bir ateş gibi yanan ve bu yanmayla şairi sessiz bırakan ruh duyuyor. Göz yoktur, kulak vardır ve kulak gözün işlevindedir ve sesi alan güç, ruhtur. Zahmet! Bu, Blake için hazdı.
Bir keresinde Samuel Palmer, Blake için maskesiz bir insandı dedi, peşinden ekledi: Hiç bir şey istemez. Bu yüzden soylu ve mutluydu. Kutsalı aramazdı; kutsal, yaşayan her şeydir ve yaşayana zarar vermek onun bilincinin dışındaydı. Masumluk Kehanetleri şiiri yaşayan ve bu yüzden kutsal olan her şeye söylenmiş bir manifesto niteliğindedir. Bu şiirde dünyayı bir kum tanesinden görüyordu, cennet bir yaban çiçeğindeydi, sonsuzluk bir saatin içindeydi.
Bu kadardı dünya. Ancak insan soyu ayaklarının ucundaki cenneti salt kendi yaşamı için cehenneme çevirmişti. Kuş, kafese kapatılmıştır ve bu yüzden onun ötüşü- esareti cenneti bile öfkeye boğar. İnsan habersizdir bundan. Ama kafes yerine kuşlar kendi evlerinde olsalar o zaman tam tersi olur, cehennemin bütün bölgeleri titrer. Bu insanilik olmadığı için köpekler, efendilerin kapılarında açlıktan ölür. Bu ölüm önemsenmez. Oysa bu ölüm, bir devletin çöküşünü haber verir. Aynı dizge devam eder. Kurt ve aslan içinde geçer. İkisinin uluması, cehennemden bir insan ruhunu kaldırır. Yaban geyiği orada burada gezerken uzak tutar insan ruhunu üzüntüden. Ama bunları bilmez oyunbozan oğlan, sineği öldürür ve örümceğin düşmanlığını kazanır. Blake öğüt verir: Güve ve kelebeğin canına kıyma, çünkü kıyamet yaklaşmaktadır.
Onun için köpek ve efendi, devlet (iktidar) ve yurttaş; yaban tavşanı ve Beyin, özgür düşünce ve krallığa bağlı gelişen düşünce anlamına geliyordu. Bunun yanında örneğin horoz ve güneş, Fransız İhtilali ya da ihtilal ile ilgili kıpırdanışlarla ayrı bir çağrışım verir. Bütün bunları düşünmemin nedeni şiirde güce yapılan atıflardır. Bir güç tanımayan, hatta devleti ve iktidarı insanın önünde bir engel olarak gören Blake, devlet ve iktidarın kaynaklarını da bu şiirde ele verir. Blake’e göre devlet ve iktidarın kaynağı palavracı dilenciler ve prensler keselerinde zehirli mantar taşıyan cimrilerdir. Onlar halkı zehirlemek için prensler yaratmışlardır; prenslere kaftan, dilencilere paçavralar giyindirenler onlardır. Onların insanlara giydirdikleri paçavralarla gökyüzü bile parçalara bölünmüştür. Bölünen göğün yerdeki izdüşümü devletler, sınırlardır. Cimriler Afrika sahillerindeki altını yağmalamış ve böylece güçlü olmuşlardır. Savaşlar bu yüzden çıkmıştır. Silahla insan ırkça çarpıtılmıştır. İnsanlık zehirlenmiştir ve bugüne kadar bilinen “en güçlü zehir, Sezar’ın Defne Tacı’ndan gelmiştir.” Blake’in eleştirdiği sömürgecilikti. Altın ve mücevher sabanı süslediğinden beri insanlığın yaşadığı tek ruh hali kıskançlık olmuştu ve bir sanat olan barış, boyun eğmek zorunda kalmıştı. Blake’e göre bir memleketin kaderini belirleyen iki şey vardı; bunlardan biri kumarbaz, diğeri fahişeydi. Kumarbaz kaybeder, kazanır. Ancak Masaya kazanmak için oturur, gözü başkasının topraklarındadır. Onun kazancı, sonunu belirler, sonuçta parasını, kendisi gibi olan kimselerle harcar, onlarla dost olur. Bu yüzden olsa gerek fahişenin bir sokaktan diğerine seslenişi İngiltere’nin kefenini örer. Devlet kumar ve fahişedir, bunları üretir hep.