12 Eylül askeri darbesi ile birlikte Türkiye’de neoliberal politikaların Türk sağının eliyle inşa edildiğine dikkat çeken Güven Gürkan Öztan, AK Partili hükümetlerle birlikte yaşanan rejim değişikliğine vurgu yaptı. Öztan sorularımızı yanıtladı.
Kitabınız, Türkiye’nin 1983-2002 dönemini sağ siyasi partiler üzerinden analiz ediyor. Aynı zamanda bu alanda bir ilk olma özelliği taşıyan çalışmanız, siyasi partiler ekseninde kurgulanmış bir yakın tarih okuması sunuyor. Böyle bir çalışmayı hangi akademik/tarihsel ihtiyaçtan yola çıkarak tasarladınız?
Kitabı yazma sürecinde birkaç hareket noktam vardı. Bunlardan ilki, bugünü anlamanın yolunun “AKP’nin öncesine”, özellikle sağ siyaset içi ittifak ve gerilimlere bakmaktan geçtiğine dair ortak politik tecrübemizdi. İkincisi bu tecrübenin akademik bir çalışma ile yeni kuşaklara aktarılmasının elzem olduğunu düşünmemdi. Kitapta anlatılan dönemi bizzat yaşayanlar için de bir çeşit hafıza tazeleme, yakın geçmişe yönelik bütüncül bir bakış imkânı sunacağını ümit ettim. Zira AKP’li yılların yarattığı tahribat bazen geçmişe dair nostaljik hissiyatı besleyebiliyor ve bu hissiyat siyasi projeksiyonlara da etki edebiliyor. Son 10-15 yılda aralıklarla dillendirilen (ve teşebbüs edilen) merkez sağın ihyasının, neoliberal otoriter siyasete ve İslamcı-milliyetçi popülizme panzehir olabileceğini varsayan tezler ya da Özal’ı ve Demirel’i birer demokrasi havarisi gibi anan hatırlatmalar böylesine kısır siyasal yaklaşımların bir ürünü. Kitapta merkez sağın demokrasi ufkunun da ne denli sınırlı olduğunu, doktriner sağın yükselişine nasıl zemin hazırladığını yakın tarihten somut örneklerle gösterebilme şansım oldu. 2002 öncesiyle ilgili siyasal süreçleri aktarırken okuyucunun sonraki 20 yıl ile benzerlik ve farklılıkları zihinlerinde canlandıracakları kavramsal bir çerçeve, tarihsel bir akış yakalamaya gayret ettim.
Örneğin Özal ve partisi ANAP, cuntacılarla aynı dilden konuşarak 1980 öncesini öcüleştirmiş, devrimci toplumsal dinamikleri kaosla özdeşleştirmiş ve kendisini “toplumu barıştıracak” bir aktör olarak lanse etmişti. Halbuki ana hedefi sermayenin taleplerine uygun bir politik ve toplumsal iklim yaratmaktı. ANAP’tan 20 yıl sonra, AKP benzer bir ötekileştirmeyi bu sefer 2000 öncesini hedef alarak tekrarlayacak, bilhassa 1990’ları işaret ederek siyasal istikrarsızlığı tedavi edecek reçetenin kendi elinde olduğunu iddia edecekti. “Millî görüş gömleğini çıkarma” ve “muhafazakâr demokrat” olduğunu söyleme aceleciliği ile küresel finans örgütlerinin vesayetinde Türkiye’deki sermaye fraksiyonlarını bir an önce “barıştırma” hevesi bir madalyonun iki yüzü gibiydi.
‘Özal, 1982 Anayasası’nın genel mantığı ile çelişmedi’
Çalışmanız, 12 Eylül askeri darbesinin yarattığı siyasi-ekonomik kırılmayla şekillenen neoliberal dönüşümü sağ siyaset üzerinden inceliyor. Bugünün perspektifinden baktığınızda, 12 Eylül’ün hem sağ siyasetin evrimine hem de neoliberal politikaların inşasına nasıl bir altyapı hazırladığını düşünüyorsunuz?
12 Eylül, Türkiye siyasetini sağ vasatın endişeleri ve ön kabulleri üzerinden yeniden dizayn etmeyi denedi. Doktriner sağın aşırılıklarını törpüleyerek ve Sağ Kemalizm’i dayatarak devlet mimarisinde bütünleşik bir gövde inşa etmeye çalışan 12 Eylülcüler, hem yeni birikim rejimini uygulayacak bir siyasal sistemi hem de onun toplumsal meşruiyetini kurmak istediler. Buradan bakıldığında 1965-1980 arasında Demirel’li Adalet Partisi’nin 1961 Anayasası’na dair eleştirilerinin önemli bir kısmının ya da 1970’lerin ikinci yarısında sermaye çevrelerinin şikayetlerine cevap üreten yasal bariyerlerin 1982 Anayasası’nda kendisine yer bulması tesadüf değildir.
Cuntacılara destek çıkan sağ entelijansiya ve de hâkim sermaye sınıfı (daha önce denenen Milliyetçi Cephe hükümetlerindeki parçalı hale son verecek şekilde) tek bir parti çatısı altında kendinde bir sağ ittifakın sağlanmasını ve solun sistem karşıtı bir güç olarak yeniden politik sahneye dönüşüne engel olacak bir siyasi topografyanın tesis edilmesini murat etmişti. Kültürel alanda milliyetçi-muhafazakâr, halkla kurulan retorik ilişkide popülist, ekonomide piyasacı… ANAP böylesi bir tahayyülün ürünüydü. İlim Yayma Cemiyeti’nin ağır topu Sabahattin Zaim boşuna Özal’ı ve ANAP’ı bölünmüş muhafazakârları birleştiren bir aktör olarak tanımlamamıştır mesela. Özal her ne kadar sağ çevrelerce “sivilleşme ikonu” gibi lanse edilse de 1982 Anayasası’nın genel mantığı ile çelişmemişti. Ötesinde Anayasa’nın yürütmeye sunduğu avantajlara da kitapta göstermeye çalıştığım gibi dört elle sarılmıştı.
‘Çağ atlama’ iddiası yürütmenin yeniden dizayn edilmesini örten retorik manevralardı
Turgut Özal, kitabınızda merkezi bir figür olarak karşımıza çıkıyor. 12 Eylül öncesinde başlayan siyasi kariyerini darbe sürecindeki rolü, başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığıyla taçlandıran Özal’ın Türk siyasetinde inşa etmek istediği modeli nasıl tanımlarsınız? Özellikle “Anavatan Partisi deneyimi” ile Türk sağının dönüşümündeki etkileri nelerdi?
Özal, ANAP’ı kendi içinde bir koalisyon olarak kurdu. Bir yanında liberaller, diğer tarafta mukaddesatçılar ve milliyetçiler. Bu gruplar sürekli farklı ittifak kombinasyonlarıyla partide egemen güç olmaya çalıştılar. Özal, kâh terazinin bir kefesine kâh diğer kefesine ağırlık koyarak bir denge siyaseti izlemeye çalıştı. Onun bu rolü, partinin bir lider partisi olarak tescillenmesine yol açtı. Özal’ın cumhurbaşkanı olduktan sonra da ANAP’a sürekli müdahale etmesi ve bu müdahaleler sırasında partide oluşan gerilimler sözünü ettiğim dinamiklerden bağımsız düşünülemez.
Özal merkez sağın doktriner sağı “içererek kontrol etme” stratejisinin ana yürütücüsüydü. Demirel’in DYP’sine nazaran bu stratejiyi daha etkin kullandığını söylemek mümkündür. MHP ve Millî Görüş geleneklerinin 1980’lerin sonunda dek toparlanamamasında 12 Eylül kadar ANAP’ın politikaları da etkili oldu. Neoliberal dönüşümün yarattığı krizleri ve Kürt sorununda yükselen gerilimi kendi lehine kullanan doktriner sağ ise farklı yollardan ama güçlenerek 1990’lara damgasını vurdu.
Türk sağının “güçlü yürütme” takıntısı Özal’ın siyaseti kavrayışının da mihenk taşıydı. Geleneksel bürokrasiyi etkisizleştirmek, yalnızca kendine bağlı bir teknokrat ekiple önemli kararları alıp uygulamak ve Meclis’i baypas etmek Özal’la özdeşleştirebileceğimiz siyaset tarzının görünümleriydi. KHK’lere bu denli başvurması ve bunların büyük bir kısmının kamu yönetimini yeniden yapılandırma ile ilgili olması bize çok şey anlatıyor. “Çağ atlama” ve “transformasyon” gibi iddialar aslında yürütmenin ve kaynak aktarım mekanizmalarının yeniden dizayn edilmesini örten retorik manevralardı. Cumhurbaşkanlığı döneminde fiili bir başkanlık rejimi uygulamak isterken de sistemin meşruiyet esasını yasamadan tek kişiye kaydırmayı denemişti. Başkanlık ona göre emperyal vizyonun bir gereğiydi hem de Kürt sorununda ve diğer demokrasi-kimlik temelli meselelerde çözüm için işlevseldi. Başkanlık sisteminin tartışılmasını teşvik eden ve bu başlığı popülerleştiren Özal, öldükten sonra da Türk sağının sistem odaklı manevralarında bir referans haline geldi.

Fotoğraflar: Doğan Çetinkaya
‘Milli irade’ söylemiyle sürdürülen siyaset, tek kişiye doğru dönüştürüldü
Çalışmanız, 2002 seçimleriyle başlayan AK Parti iktidarlarını doğru değerlendirebilmenin anahtarını 1983-2002 döneminde arıyor. 20 yıllık bu kritik evre, günümüz Türkiye’sinin siyasi kodlarını anlamak için neden belirleyici bir dönem olarak okunmalı?
Bu dönemin politik ve iktisadi parametreleri orta vadede Türkiye siyasetinde rejim değişimine giden yolun taşlarını döşedi. Beraberce şu tespitleri yapabiliriz sanıyorum. 1990’lar itibariyle Demokrat Parti, Adalet Partisi ve sonra ANAP’ın bayraktarlığını yaptığı “yöneten merkez sağ” miti darmadağın oldu. Soğuk Savaş’ın bitmesi ve neoliberal dönüşüm sürecinde ortaya çıkan yeni koşullara merkez sağ cevap üretemediği gibi sorunların derinleşmesinde de önemli bir rol oynadı. Ekonomik kriz, Kürt sorunu, siyasal İslam’ın yükselişi gibi başlıklarda merkez sağ siyasetin rıza üretme kapasitesi günbegün azaldı. 1990’ların sonuna gelindiğinde merkez sağ artık yalnızca krizlerle ve skandallarla anılır hale gelmişti. Aynı zaman diliminde sermaye fraksiyonları arasındaki çatışma da biçim değiştirdi. Hâkim sermaye sınıfının “4büyük sağ koalisyon” teşvikleri başarısızlıkla sonuçlandı, 28 Şubat ile de MÜSİAD’ın yol haritası değişmek zorunda kaldı. 1999 ve 2001 krizlerinin tetiklediği hegemonya bunalımı, sağ siyasetin yeniden inşasını zorunlu kılıyordu. AKP’nin kuruluşunu, uluslararası konjonktürle birlikte bu koordinatlarda anlamlandırmak mümkün.
Erdoğan ve AKP kurucu kadrosunun hem ANAP deneyiminden hem de Refah Partisi (RP) geçmişlerinden çıkardığı dersler vardı. AKP de farklı siyasetlerden gelenlerin oluşturduğu bir partiydi ama “dışarıdan” gelenlerin partide müstakil bir ağırlık merkezi oluşturmasına izin verilmedi, Millî Görüş kökenli çekirdek kadro hep hakimdi. ANAP kaynak transferi mekanizmalarını iyi işletemediği gün çözülmeye başlamıştı, AKP küresel kapitalizmin dönemsel fırsatlarını kullanarak ve İslamcı popülist strateji uyarınca transfer mekanizmalarını yeniledi, değiştirdi, güncelledi. RP tecrübesinden de ilk şunu öğrenmişlerdi, uluslararası ve ülke genelinde siyasal meşruiyet tesis edilmeden yapısal değişim zorlanmamalıydı. İkincisi bu meşruiyet sağlandığında ordu ve yargı karşısında geri adım atılmamalıydı. “Milli irade” söylemiyle sürdürülen siyaset, 2015 sonrasında siyasal meşruiyetin kaynağının tek bir kişiye doğru dönüştürülmesi ile bir başka aşamaya geldi ki bunun son adımı MHP destekli rejim değişikliği olarak tescillenecekti.
Mühürsüz zarflardan 31 Mart 2019 İstanbul seçimlerinin iptaline, kayyım politikalarından Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına uzanan yol ise sağ siyasetin demokrasiyi sandığa indirgeyen vasatının dahi anlamsızlaşmakta olduğuna işaret ediyor. Böylece Türk sağının bir miti daha, bizzat en geniş sağ koalisyonun marifetiyle buharlaşıyor.
Güven Gürkan Öztan hakkında
Güven Gürkan Öztan, lisans ve lisansüstü öğrenimini tamamladığı İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor.
Öztan’ın “Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası” başlıklı doktora tezi, alanın önemli çalışmaları arasında gösteriliyor. Bu tez de “Türkiye’de Militarizm” adıyla Ayrıntı tarafından kitaplaştırılmıştı.
Öztan’ın meslektaşı İnci Kerestecioğlu ile birlikte hazırladıkları “Türk Sağı: Mitler, Fetişler ve Düşman İmgeleri” başlıklı derleme kitap ise İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.
Öztan, geçtiğimiz yıllarda Serdar Korucu ile birlikte “Tutku, Değişim ve Zarafet: 1950’li Yıllarda İstanbul” (Doğan Kitap) ve Ömer Turan ile birlikte “Devlet Aklı ve 1915: Türkiye’de Ermeni Meselesi Anlatısının İnşası” (İletişim) adlı kitaplara da imza attı.