Cuma…
Gündem, nefes alıp düşünecek zamanı neredeyse bırakmıyor. Analiz becerimizi felç edercesine belleğimize yeni veri girişi oluyor. Olan biteni izlerken çoğu zaman ışığa bakan kedinin hareketsizliğinde donup kalır gibiyiz. Tedirginlik ise ana duygu. Çatlaklarda umudu arıyoruz. Vasat hale gelme ihtimali birçoğumuzu ürkütüyor.
Cuma öğlen saatleri. Süleymaniye’den görüntüler geldi gelecek derken Youtube’dan ana akım, ulusalcı, liberal-sol, Kürt medyası ve İlke TV olmak üzere 6 farklı kanal bilgisayarımda açık. En ilgi çekicileri hızlı geçişlerle seçerek izliyorum. Yazmaya başladığımdan bu yana farklı görüşlere daha fazla ilgi gösteriyorum. Yankı odasından çıkmak için iyi bir yol.
Yorumlar önden hızlı gidiyor. Ana akımın orda olmasına şaşırmakla beraber devletin dahli hakkında fikir veriyor. Sürprizler iç içe. Önce fotoğraflar düşüyor medyaya. Kanallar “kendi farkıyla yayınladığı” hikayesini yazarken gelen videoları izlemeye başlıyorum.
Her şey çok planlı. Platformun fonunda güncel haliyle Abdullah Öcalan’ın görüntüsü var. Önde masa ve arkasında Bese Hozat konuşuyor. Güçlü isimler ve simgesel değeri yüksek bir gösteri. Doğallıktan biraz uzak olması fazla planlı olduğu ihtimalini kanıtlar gibi. Belli ki taraflar çetin pazarlıktan çıkılmış. Onun gerginliği yüzlerde hissediliyor.
Sonra ateş seremonisi başlıyor. Silahların yakılması çok ikonik. Her şeyden bir direniş hikayesi çıkarmaya çalışanlar arasında Newroz ateşine benzetenler var. Pek katılmıyorum. İçimdeki duygu “savaş ihtimalini yok etmek ve güçlü bir barış mesajı”.
Nasıl olacak diye günler öncesinden düşünürken dünyadaki örneklere bakıyorum. Kuzey Amerika yerli halklarının geleneklerine kadar gidiyor aklım. Barış için baltaları gömme ritüeli. Nikaragua’da Sandinistler’in bazı yerlerde benzer silah yakma törenler yaptığını hatırlıyorum. Sonra İRA’nın bağımsız gözlemciler tanıklığında silahlarını imha etmesi derken en etkileyici bulduğumun, FARC’ın yaptığı olduğuna karar veriyorum. Eritilen silahlar, savaşın bitmesini simgeleyen yapının tabanına parke taşı olarak döşenmiş ve Kolombiyalı sanatçı Doris Salcedo’nun “anıt karşıtı bir yapı” olarak nitelediği Fragmentos (Parçalar) ile bu ritüel yerine getirilmişti.
Basındaki göz alıcı yorumlar trafiğinde dikkatten kaçan ayrıntıları arıyorum ama bulması zor. Süreci biraz daha sindireceğim bir döneme ihtiyacım olduğunu düşünüyorum. Olayın cuma günü olması nedeniyle “hayırlı cuma” mevzusu bile işlenmişti. Retorik diye düşünüyorum. En azından Erdoğan’ın beklenti yaratan konuşması ve sonrası gelişmeleri beklemek iyi olacaktı.
1998 yılında Kuzey İrlanda’da IRA’nın silah bırakması, “Hayırlı Cuma” (Good Friday) Anlaşması ile gerçekleşmişti. Bu anlaşmanın adını aldığı “Kutsal Cuma” Hristiyanlıkta İsa’nın çarmıha gerildiği, acının ve kefaretin günü olarak kutsanıyordu. Dolayısıyla bu tarih hem siyasi hem de sembolik anlamlar taşıyarak; barış, affetme ve yeni başlangıçlar için güçlü bir metafor olmuştu. Anlaşmayla beraber Birleşik Krallık, Kuzey İrlanda’da özerk yönetimi tanımış, Sinn Féin silahlı mücadele yerine parlamenter siyaseti benimsemişti. Anlaşmada mahkum affı, polis reformu, haklar beyannamesi, kültürel tanınma gibi maddeler yer almıştı. IRA, 2005 yılında resmen tüm silahlarını imha ettiğini açıkladı. Kuzey İrlanda’da Protestan ve Katolik siyasi partiler (DUP ve Sinn Féin) koalisyonla yönetime katıldı. 2007’den itibaren özerk parlamentoda birlikte çalışmaya başlandı ve Kuzey İrlanda, Birleşik Krallık içinde barışçıl ama çetin bir siyasi düzen kurdu.
Ertesi gün…
Cumartesiye geldiğimizde Erdoğan’ın konuşması gündemi belirlemeye başladı. Bir gün önce yaşananlar sanki bir anda buhar oldu. Erdoğan, uzun ve belagatı yüksek konuşmasında 2013-15 dönemi sonrası takındığı tutumdan vazgeçmiş, Kürt sorununu sebep-sonuç ilişkisini tekrar tarihsel bağlamda değerlendirmeye başlamıştı. Beklentiyi karşılamayan ancak hamaset içermeyen bir dil kullanması 10 yıldan sonra otokratik iktidarda çatlak olarak yorumlanabilirdi. Tabii ki çatlaktan daha fazlası gerekiyordu. Bir gün öncesinin karşılığı bundan fazlası olmalıydı.
Cambaza bak hikayesinin içine mi düşüldü acaba?
Ancak kıyameti koparan asıl mesele DEM partinin süreç bağlamında AKP-MHP ile ittifakı söylemi oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan her zamanki performansıyla muhalefeti tasarlamayı ihmal etmedi. Seçim performansı ve barış meselesini iç içe yürütmek istediğinin sinyallerini verdi. Bu beklenen demokratik adımların dibine kibrit suyu çakma potansiyelde bir gerilime işaret ediyordu.
Sol-Sosyalist yapıların “etkisiz eleman” tadındaki duruşları ve arkaik söylemleri bir kenara CHP’nin Özgür Özel şahsındaki duruşu umut vadeder nitelikte oldu. Adıyaman’da yaptığı konuşma ile Erdoğan’ın sürece dair tuzaklarını boşa çıkaracak söylemler geliştirdi.
DEM parti tabanının (Alevi oyları ağırlıklı) katkılarıyla belediye başkanı seçilen Abdurrahman Tutdere’nin görevden alınmasına karşı Adıyaman’da düzenlenen mitingde konuşan Özel “DEM Parti’nin kurumsal kimliğine bütün saygımla, CHP’nin Kürtler ile ilişki kurmak için ve Kürtler için iyisini istemek için DEM Partisi’ne ihtiyacı yok. DEM Parti’nin de Türkler ile ilişki kurmak için CHP’ye ihtiyacı yok. Ama Kürtlerin de, Türklerin de bir arada olmak ve geleceği kurmak için birbirine ihtiyacı var, birbirimize ihtiyacımız var” diyerek Kürt meselesini siyasi partiler arası bir ittifak meselesi olmaktan çıkarıp demokratikleşme için rekabet unsuru olarak tarifledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ümmetçilik siyaseti dışında alan bırakmamış oldu. Meclis faaliyetlerinin yürümesi için Özel’in tavrının umut verici olduğunu kaydetmek gerekiyor.
Gelelim Kürtlere. Tuhaf duyguların karışımıyla önümüzdeki hafta beklenir halde. AİHM kararlarıyla tahliye olması talep edilen Selahattin Demirtaş’ın çıkışı büyük bir adımın ilk belirtisi olabilir. Hatta Ahmet Özer’in tahliyesi CHP’yi de içine alacak şekilde daha da büyük bir adım olabilir. MHP bunun işaretini vermis oldu. Barışın seyir defterine yeni şeyler yazılabilir.
***
Silah bırakma töreni sonrası DEM heyetinin Neçirvan Barzani ziyareti sırasında önde yürüyen iki erkeğin, Ahmet Türk ve Neçirvan Barzani’nin arasından hızla sıyrılarak öne geçen ve yüzünde binlerce gülücük açan Leyla Zana’ın mağrur yürüyüşüne ne demeli…!
Evet 6 Kasım 1991 yılında Meclis koridorlarını kat ederek kürsüye yürüyen aynı kişi…
Kadınların kazandığı bir mücadelenin özeti gibiydi…