Kar tanelerine düşen veda etmiyorum çığlığı
Başak Canda 14 Temmuz 2025

Kar tanelerine düşen veda etmiyorum çığlığı

Bazı kitaplar vardır, daha ilk sayfadan itibaren okuyanı içine çeker. Han Kang’ın Veda Etmiyorum’u böyle bir kitap. Geçmiş ile gelecek arasında yaşanmışlıklara sıkıştırılmış kırılmalar yetmiyormuş gibi bunlara yenilerini ekliyor yazar. Tam da geçmişle yüzleşilmesi gereken bir dönemden geçerken, nereden geldiği bilinmeyen yumruk misali iniyor Kang’ın kitabındaki acı gerçekler yüzümüze. Kimsenin kimseyi anlamadığı düşüncesine kafa yorarken, Kang elimden tuttu ve birlikte yürümeye başladık. Onun kadın kahramanları gerçekten daha gerçek bir hâle bürünüp yol arkadaşım oldu. Cesaret, ilham ve yaşamı yeniden inşa etmenin romanı diyebilirim. Hafızaya direkt iz bırakan ve unutulmamasını sağlayan demek daha doğru gibi.

Dokunaklı bir çok hikâyenin şiirsel anlatımıdır büyüleyici olan. Oysa romanda izini sürdüğümüz asıl şey ülkenin kanlı tarihine dair yansımalardır. Acı verici hikâyenin ardında, Kore geçmişinin şiddeti, işkenceleri ve dalgalara veya kör madenlere terk edilmiş bedenler saklı. Anlatımın en büyük gücü, daha ilk sayfalardan itibaren rüya ile gerçeklik arasında büyüleyici bir süreklilik, özgün ve inandırıcı bir zihinsel alan yaratmasıdır. Kar her zaman yağar; ya göz kapaklarının arkasına ya önüne. Gerçek ile hayâl gibi. Dün ile bugün arasındaki sınırlar kalkar böylece. Hafıza ve ruhların hayatta kalmasının yansımasıdır bu.

Anlatım; Gyeongha, arkadaşı Inseon ve arkadaşının annesi olmak üzere üç kadının etrafında dönüyor. Hepsinin ortak bir noktası var: Jeju Katliamı ve yüzleşme. Kore yarımadasının güneyindeki bu ada, 1948-1949 yıllarında Syngman Rhee’nin (1875-1965) milliyetçi hükümeti tarafından benzeri görülmemiş bir vahşetle bastırılan ve Amerikan askeri otoritelerinin de onayladığı bir ayaklanmaya sahne oldu. Bu trajik olay Han Kang’ın romanının merkezinde yer alır. Yazarın çizdiği otoportrede kadınların yalnızlığına, sessizliğine, inatçılıkları eklenir. Rüyalar kadar belgelere, teknik çalışmalarla doğayla bütünleşmeye inanışın karelerini izlerler. İz sürücülerin arınma mücadelesidir yol.

“O kış bu adada otuz bin kişinin, ertesi yaz ise karada iki yüz bin kişinin katledilmesi tesadüfler zinciri değil. Bu adada yaşayan üç yüz bin insanın tamamını öldürmek gerekse bile komünistleşmenin engellenmesi için verilen, Amerikan Ordu Komutanlığı’nın emri vardı, bu emri gerçekleştirmeye hevesli kin dolu aşırı sağcı Kuzeyli gençler haftalık eğitimin ardından polis ve asker üniforması giyerek adaya geldiler, sahil kapatıldı, basın kontrol edildi, yeni doğmuş bir bebeğin kafasına silah doğrultmanın çılgınlığına izin verildi ve hatta bu davranış ödüllendirildi, bu şekilde ölen on yaş altı bin beş yüz çocuk vardı…”

Seul’de yaşayan fotoğrafçı, belgesel yapımcısı olan kadın, hastaneye kaldırılan arkadaşından bir mesaj alır. Hastaneye ulaştığında ölme tehlikesiyle karşı karşıya olan kuşu Ama’yı beslemesi için yukarıda alıntıladığım katliamın yaşandığı ıssız Jeju adasına gitmesini rica eder arkadaşı. Bundan sonrası soğuk ve kar fırtınasının yanında, o zor koşullar bir yüzleşmeye dönüşür. Okur da bu yolculuk ile adanın travmatik geçmişine gidip, bu karanlık acının ortasında bulur kendini. Yazarın yapmak istediği tam da böylesi bir yüzleşmedir. Katledilen bir toplumun bu yolculuk aracılığıyla şiddetin karakterlerini nesiller boyunca ne ölçüde etkilediğini göstermek ister. Susturulmuş ve parçalanmış hayatlar, kaderleri bilinmeyenler ve imkansız vedaların aslında nasıl da onuru korumaya dönüştüğünü tanımlıyor ve çarpıcı ifadelerle yüzümüze vuruyor.

“Hayır, belki de durum bunun tam tersidir. Ölen ya da ölmekte olan ben belki de ısrarla buraya bakıyorum. Şu kuru derenin aşağılarındaki karanlığa. Ama’yı gömüp eve dönerek senin soğuk odanda uzandığım yerden.

İyi de ölüm bu kadar canlı olabilir mi?

Yanaklarıma değen kar bu denli soğuk gelebilir mi?”

İkinci bölümde gecenin derinliklerine dalarız. Kahraman kötü rüyalarla dolu karanlık bir gecenin ortasında paradoksal bir şekilde yaşam zevkini yeniden kazanır. Vasiyetnamesindeki hükümleri düşünerek yatağından, yani hüzünden kalkıp yeniden hareket etmeye başlar. Kabusun resminden uyanışı ve terk edişi, yeniden yeniden yaşanan aynı manzara ve duyumlar ile eski bir katliamı konu alan bir kitabın yazım sürecindeki zorluklarla karşılaşmalar. Bu karşılaşmada ölüm, kar, su, gizemli ağaç gövdeleri, rüyalar, mezarlar vardır. Yağan, savrulan, uçan, biriken ve her şeyi silen karın yumuşaklığı bir de. Romanın kurgusu da “2012 kışı, o kitabı yazmak için belgeleri okumaya başlamamla beraber, kabuslar görmeye başlamıştım.” dediği yerden başlar.

Böylece anıların parçaları, kurtulanların tanıklıkları, ülkelerindeki trajedilere dair arkadaşının belgesellerinden alıntılar ve anlatıcının destansı yolculuğu, otobüsün camlarına vuran kar fırtınası, yeri kaplayan ve adımları engelleyen kar tozu; öldüren ve dirilten ikileminde vurgulanan imgelerle yumuşak bir kuş tüyünün peşinde iç içe geçmiş zamanlara değen sözcükler. Yaşam ve ölüm, geçmiş ile şimdi, rüya ve tarihsel gerçeklik, şiirsel anlatımla bazen şiddetin birleştiği bir çelişkinin ortasında olur okur. Bu çelişkiyi belki de “Kuş gibi hafif de derler. Fakat kuşların da ağırlığı var.” sözüyle anlatmış yazar.

“Karaya vurmuş bir bebek olabilir belki diye etrafı aradım ama kimseyi göremedim. Çok fazla insan olmasına rağmen ne tek bir giysi vardı ne de bir ayakkabı teki. İnsanların kurşuna dizildikleri nokta, gece boyunca gelgit tarafından yıkandığı için sahilde herhangi bir kan izi yoktu ve kumlar tertemizdi. Demek bu yüzden katliamı kumsalda gerçekleştirdiler, diye düşündüm.”

Yazarın buradaki anlatımından da anlaşılacağı gibi kum tanelerinin küçüklüğü, hafifliği, şaşırtıcı bir düşsellikle yok oluşu, anlatım şekli acı dolu bir keskinliğin tam ifadesi oluyor. Büyülü bir gerçekliğin anlatımıdır bunlar. Kitap boyunca okuru bırakmayan kar taneleri de belirsizliği, bu beyaz parçacıkların başka bir zamandan gelip bir tür uyanık rüya içinde ölenleri hatırlatarak hafızanın unutulmaz yanlarına göndermeler yapması savaşın acımasızlığını canlı tutmak içindir. Bu aynı zamanda ölenlere bir saygı duruşudur.

Katliama ve vahşete karşı farkındalık romanı yazmış Han Kang. Çünkü bu farkındalık çağrısında bazen yüzen, bazen düşen, bazen kafa karıştıran, yaşayanların dünyası ile ölülerin dünyası arasındaki sınırda gelgitlerin varlığıyla ortak geçmişe, sevdiklerine ve hatta yabancılara, hayata dokunan herkese dün olduğu kadar yarın da veda edilemeyeceğine davet ediyor yazar okuyucuyu. Ne de olsa hafıza ve acı metaforunda ortaya koyduğu görmezden gelinen bir toplumun travmatik geçmişi var. Bunun etkisi altında yaşayanların ya da yaşamalarına bir şekliyle izin verilmiş ya da hayata tutunabilmişlerin en azından barışın başlangıcı olarak ölülerinin başına ne geldiğini bilmeleri gerekmez mi? Ya da Han Kang’tan ödünç alarak şöyle mi sormalıyım: İyi de ölüm bu kadar canlı olabilir mi?  Ölüler acıkabilir mi?

Dünyada genel anlamda çok az huzurlu dönemler olmuştur. Kanın akmadığı, katliamların olmadığı topraklar yok gibi. Ele avuca sığacak hiçbir nedeni de yoktur bunun üstelik. Kişisel hırslar, iktidar kavgaları… Gerisi çok kolay. Vahşet sadece insanları değil, kültürleri, tarihsel zenginlikleri de ortadan kaldırıyor. İşte günümüzde yaşanan kıyımlar. Canlı yayınlanan görüntüler. İnsanların yaşam yerleri başlarına yıkılıyor ve bunlar naklen veriliyor. Çığlıklar ve gözyaşı evlerin içindedir ve tüm acıları o evlerin içindekiler yaşayıp, ortaklaştırmaktadırlar. Modern dünyanın en gelişmiş savaş araçlarıyla sunduğu ilkelliğe, yaşamı yok etme barbarlığına karşın halkların ortak dilidir susmamak ve veda etmemek.

Veda etmemek aslında hiçbir şeyin ölmediğine dairdir. Hafızanın aktarıcıları olduğu sürece, katiller ve kurbanlar arasındaki aktarım hep kurbanların tarafındadır ve tarih ve hafıza anneden kıza geçen yasın biriktirdiğidir bir bakıma. Yaşatılan, yeniden doğan bir kuşun varlığı rüyalarına ve yaslarına sahip çıkan kadınların direnişi ile mümkündür. Veda etmiyor ve o yerden devam ediyor kadınlar aktarmaya. Çünkü savaşlarda en büyük acıyı kadınlar çekiyor ve kadınların direnişi ile dünya çiçekleniyor. Veda etmiyorum sözü tarihsel bir akıştır ve rüzgâr onu insanların vicdanına ve kalbine taşırken, ben varım ile katillerin dünyası bir kez daha mahkûm edilmektedir.

Veda Etmiyorum, Han Kang, Çeviren: Göksel Türközü, April Yayıncılık 2024

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.