Hazırlayan: Nihat Altan
“Senin kalbin özgür, onu takip etme cesaretini bul” William Wallace
1. Tarihsel Çerçeve: Kimlik, Birlik ve Ayrılık
İskoçya, tarih boyunca farklı bir dil, kültür ve siyasi kimlik taşımış; bu yönleriyle Britanya Adası’ndaki diğer unsurlardan ayrışmıştır. 1707’de İskoçya ve İngiltere arasında yapılan Birlik Antlaşması ile Birleşik Krallık (United Kingdom) ortaya çıkmış, bu tarihten itibaren İskoçya, siyasi olarak İngiltere ile birleşik kalmış, ancak kendi hukuk sistemi, eğitim yapısı ve dini kurumları gibi birçok alanda özerkliğini korumuştur.
İskoçya ve İngiltere arasındaki bu süreç, ne İngiltere’nin kimlik taleplerini tamamen bastırmasıyla ne de İskoç tarafının mutlak isyanı ile değil; çoğu zaman pazarlık, uzlaşı ve birbirini karşılıklı kurumsal tanıma ile şekillenmiştir. İskoç halkı, tarih boyunca kendi kimliğinin ve kurumlarının korunmasına önem vermiş, bu yönüyle sürekli olarak “birlik içinde özerklik” arayışını sürdürmüştür.
Türkiye bağlamında ise Kürtler, benzer şekilde tarihsel olarak farklı bir etnik kimliğe, dile ve kültürel geleneğe sahip bir halktır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren Kürt kimliğini kabul etmeyerek inkar etmiş; dilini yasaklamış ve kültürünü asimilasyon politikaları ile baskı altına almıştır. Bu noktada en önemli fark, İskoç kimliğinin hiçbir zaman ret ve inkar edilmemiş olması ve tarihsel süreçte belirli kurumsal alanlarda tanınmış olmasıdır.
2. Özerklik Mücadelesinin Evrimi
İskoçya’da 20. yüzyılın ortalarından itibaren artan ulusal bilinç, 1970’lerden sonra siyasal alana daha güçlü biçimde yansıdı. İskoç Ulusal Partisi (SNP), özellikle “İskoçya için daha fazla yetki” talebiyle halk desteğini artırdı. 1997 yılında yapılan referandum sonucunda, Londra hükümeti İskoçya’ya özerk bir parlamento kurulması için adım attı. 1999’da Edinburgh’da kurulan İskoç Parlamentosu, eğitim, sağlık, ulaşım ve çevre gibi pek çok alanda bağımsız karar alma yetkisi kazandı.
Bu süreç, tamamen yasal ve anayasal yollarla, halk oylamaları ve merkezi hükümetle yapılan müzakereler sonucunda gerçekleşti. Bir diğer deyişle, özerklik talebi bir kriz ya da çatışma değil, siyasal süreçlerin parçası haline getirildi.
Türkiye’de ise Kürtlerin talepleri güvenlikçi yaklaşımlarla karşılandı. Kürtlerin demokratik talepleri çoğu zaman kriminalize edildi. Kürt hareketinin diyalog kanalları oluşturma çabaları ya karşılıksız bırakıldı ya da kısa süreli olmaktan öteye gidemedi.
Benzerlik: Öz yönetim- yerinden yönetimlerin güçlendirilmesi arzusu.
Fark: İskoçya’da anayasal ve barışçıl biçimde gelişti; Türkiye’de ise güvenlik eksenli politikalar öne çıktı.
3. Bağımsızlık Referandumu ve Siyasal Meşruiyet
2014 yılında İskoçya’da yapılan bağımsızlık referandumu, %84 gibi yüksek bir katılım oranıyla gerçekleşti. %55 “hayır” oyuyla İskoçya Birleşik Krallık içinde kalmayı tercih etti. Ancak bu süreç, sadece bağımsızlığın reddi anlamına gelmedi; aynı zamanda İskoç kimliğinin siyasal düzeyde meşru bir özne olarak tanınmasını daha da pekiştirdi.
Bu referandum, şiddet ya da kriz ortamında değil; tamamen barışçıl, şeffaf ve anayasal yollarla yürütüldü. İngiliz hükümeti, böyle bir referanduma yasal zemin sağlayarak demokrasinin işleyişine olan güveni artırdı.
Türkiye’de ise Kürtlerin siyasi geleceğine ilişkin herhangi bir halk oylaması yapılmamış, bu tür talepler “ülke bütünlüğüne tehdit” olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle, Kürt meselesi çoğu zaman demokrasinin değil, güvenlik politikalarının konusu olmuştur.
Benzerlik: Kendi geleceğini belirleme arzusu.
Fark: İskoçya’da halk iradesi doğrudan işledi; Türkiye’de bu tür mekanizmalar şu ana dek işlemiş değil.
4. Barışçıl Diyalog Kültürü ve Kurumsal Güvenceler
İskoçya-İngiltere süreci, karşılıklı meşruiyet kabulüne dayalı bir diyalog kültürüyle yürütülmüştür. İngiltere, İskoç kimliğini bastırmak yerine, kurumsal özerklikle çözüm aramış; İskoçya ise taleplerini demokratik yollarla ifade etmeye öncelik vermiştir. Bu süreçte şiddet, silahlı çatışma ya da dış müdahale olmamıştır.
Türkiye’de ise 40 yıla yayılan çatışma ortamı, demokratik süreçlerin zayıflamasına, kutuplaşmanın artmasına ve çözüm arayışlarının güvenlik eksenine sıkışmasına neden olmuştur. 2013-2015 çözüm süreci, barışçıl çözüm açısından umut verse de, sürdürülebilir ve kurumsal bir yapı oluşturulamadığı için başarısız olmuştur.
Benzerlik: Diyalog potansiyeli her iki tarafta da zaman zaman belirmiştir.
Fark: İskoçya süreci kurumsallaşmış ve süreklilik kazanmıştır; Türkiye’de ise kırılgan ve kesintili olmuştur.
- Karşılaştırmalı Değerlendirme Tablosu
6.Sonuç ve Değerlendirme
İskoçya-İngiltere deneyimi, sadece bir “özerklik modeli” değil; aynı zamanda demokratikleşme, meşruiyet, halk katılımı ve siyasal çözüm kültürünün başarısını da temsil ediyor. Bu süreçten Türkiye açısından çıkarılabilecek bazı kritik dersler şunlardır:
1.Meşruiyet Temelli Yaklaşım
Kürt kimliği ve talepleri, kriminalize edilmek yerine, demokratik siyasal düzlemde tartışılmalı ve meşruiyeti tanınmalıdır. Bir halkın taleplerinin tartışılması ve tanınması, ayrılık anlamına gelmez; aksine birlikte yaşama iradesini güçlendirir.
2.Anayasal ve Kurumsal Güvence
İskoçya örneği, çözümün istikrarlı ve uzun ömürlü olabilmesi için anayasal bir zemin gerektiğini gösteriyor. Türkiye’de de gerçekçi bir çözüm için; Kürt dili, kimliği ve kültürü anayasal güvence altına alınmalıdır.
3.Şiddetin Dışlanması ve Diyalogun Kurumsallaşması
Şiddetin tüm biçimlerinin reddedilmesi esastır. Ancak şiddetin bitmesi için sadece güvenlik önlemleri değil, siyasal temsil ve katılım kanalları da açık olmalıdır. Barış, yalnızca silahların susması değil, hakların tanınmasıyla mümkündür.
4.Halkın Katılımı ve Referandum Kültürü
Türkiye sınırları içerisinde yaşayan Kürtlerin bağımsızlık referandumu gibi bir talepleri yoktur; Öcalan tarafından 27 Şubat ve sonrasındaki çağrılar ve açıklamalarda da bu net olarak belirtilmiştir. Ancak, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması konusunda halkın doğrudan katılımı sağlanabilir. Böylece siyasal süreçler halk iradesiyle meşruiyet kazanır.
5.Uluslararası Normlarla Uyum
İnsan hakları, yerel demokrasi ve katılım ilkeleri, uluslararası hukuk açısından da tanınmış normlardır. Türkiye, bu normlarla uyumlu çözümler üretirse hem iç barışını hem de dış prestijini güçlendirebilir.
Son Söz
İskoçya-İngiltere modeli, Türkiye için birebir kopyalanabilir bir reçete değildir. Ancak bu model, halkların barışçıl biçimde taleplerini dile getirebildiği, demokrasinin işlediği ve anayasal yollarla çözüme ulaşıldığı bir örnektir. Örneğin önemi buradadır. Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü, tarihsel hakikatleri inkâr etmeden; demokrasi, eşit yurttaşlık ve siyasal temsil ilkelerine dayalı olarak yeniden inşa edilebilir. Bu da ancak cesur bir siyasal irade ve toplumun geniş katılımıyla mümkün olur.
İskoçya demişken Cesur Yürek filmindeki replik o zamanın ruhunu çok iyi yansıtır.
Evet, savaşırsanız ölebilirsiniz. Kaçarsanız biraz daha yaşayabilirsiniz. Ama bundan yıllar sonra yatağınızda ölümü beklerken, o yaşadığınız günleri bu günle değiştirmeyi hayal edeceksiniz. Bu fırsatı düşleyeceksiniz ve bu günlere dönüp şunu söylemek isteyeceksiniz. Hayatlarımızı alabilirler! Ama özgürlüğümüzü asla elimizden alamazlar! Özgür İskoçya!
Kaynakça:
- Michael Keating – The Independence of Scotland: Self-Government and the Shifting Politics of Union
- Stephen Tierney – Constitutional Referendums: The Theory and Practice of Republican Deliberation
- Scottish Government – Scotland’s Future: Your Guide to an Independent Scotland, 2013
- House of Commons – Devolution Memorandum of Understanding
- BBC Scotland, The Independent – haber arşivleri
Sonuç yerine:
Barış, inkâr edilen hakikatlerin tanındığı anda, yeni bir yaratının doğuşudur
Zamanın akışı içinde yazılmış her metin, kendi kırılma anına bir imza bırakır; 11 Temmuz günü PKK’lilerin okuduğu metin ve ardında sembolikte olsa yakılan silahlar öyle bir imzadır!
Tarihin en kadim yerlerinden biri olan ve Ortadoğu ve Mezopotamya’nın her bir anına tanıklık eden bir bölgede yapılan törende okunan metin herkese şunu söylemiştir:
Yüz yıllık tarihsel yaralara, kimliklerin hırpalanmış hafızasına, dillere ve mottolara dönüşmüş sloganların ardına saklanmış acılara duyulan saygıyla başlayan bir yolculuğun sonunda, bu cümlelerde varacak en derin durakta duruyoruz:
Şimdi vardığımız bu noktada, dünyanın farklı yerlerinden; İstanbul’un sürekli devinen kalabalığında ayakta durmaya çalışan bir gencin gözünden, Diyarbakır’ın taşlara sinmiş belleğinde yankılanan çocuk seslerinden, Hakkari’nin Çarçel yaylasından, Yozgat, İzmir, Dersim’in ortak acılarından, Londra’daki bir üniversite amfisinde söylenen bir sorunun altındaki tarihsel suskunluktan ya da Bogotá’nın gri sabahlarında uyanan yorgun bir entelektüelin zihninden okunabilecek ve her birinde ayrı bir yankı uyandırabilecek cümleler kurma zamanıdır.
Burada yalnızca bir çatışmanın sona erdirilmesi gibi dar bir hedefe değil, çok daha derin ve kapsayıcı bir soruya yönelmek zorundayız: Bu topraklarda nasıl bir gelecek tahayyül ediyoruz? Zira sadece barışın teknik yolları değil, barışın insani, kültürel ve varoluşsal zeminleri üzerinde düşünüyoruz.
Bu düşünme biçimi, devlete dair klasik reflekslerin-milli güvenlik parantezine sıkışmış savunma mekanizmalarının, çıkar odaklı jeopolitik hesapların ötesine geçmeyi gerektiriyor. Çünkü mesele artık yalnızca devletin bekası değil; insanın iç dünyasındaki, ruhundaki, belleğindeki, geleceğe ilişkin tahayyülündeki kırılganlığın, korkunun ve travmanın tanınmasıdır. Ve bunlar tanınmadan, yaralar sarılmadan beka’nın çözülmesi de mümkün değildir.
11 Temmuz günü okunan metnin, barışı bir güvenlik meselesi olarak değil, insan oluşun inceliğiyle örülmüş bir varlık meselesi ve inkâra son vererek ortak bir yaşamı kurmayı hedeflemesi bundandır. Ve tam da bu nedenle, kurulmak istenen yalnızca bir düzen değil; çağdaş bir medeniyet düşüdür; ahlaki temelleri olan, hakikate açık, diyaloga yaslanan bir medeniyet!
Elbette bu bir tarihsel iddiadır ve fakat salt geçmişe dair bir anlatı kurma çabası değildir; tarihi, onun bütün çatallanmış patikalarıyla birlikte bugünün kararlarına içkin kılma cesaretidir. Bu nedenle geçmişi yalnızca bir arka plan değil, bugünle iç içe geçmiş, çözülmemiş, kimi zaman bastırılmış ama sürekli olarak geri dönen bir eşlikçi olarak görmek gerekiyor. Ol sebepten bu metin, yalnızca ahlaki değil; aynı zamanda hukuksal, siyasal ve kolektif belleğe dair bir teklif sunmaya çalışıyor.
Çünkü barış, soyut bir ideal olmaktan çıkıp, anayasal zeminlerde, hukukun koruyucu çerçevesinde, toplumların özgür iradesiyle hayata geçirilebildiğinde anlam kazanır. Bu iddia, geçiş dönemlerinin sadece yasal düzenlemelerle değil, hakikatin tanınmasını sağlayacak toplumsal mekanizmalarla (arabuluculuk kurumlarıyla, hafıza mekânlarıyla, anlatıya açılan alanlarla) desteklenmesi gerektiğini vurgular. Tıpkı Belfast’ta boyaları dökülen bir duvarın ardındaki hikâyenin hâlâ canlı olması gibi; Medellín’de bir anıtın önünde eğilen bir elin taşıdığı yas gibi; Batman’ın, Koçgirî ya da Yozgat’ın girişinde yazılan bir tabelada yankılanan ana dil gibi…
Bu örneklerin her biri, geçmişin yalnızca nasıl gittiğini değil, geleceğin nasıl kurulacağını da belirleyen kırılma anlarıdır. Gerçek barışın, geçmişin üstünü örten değil, onunla dürüstçe yüzleşen bir gelecek kurma biçimi olması gerektiği bu nedenledir. Ve bu yüzleşme, yalnızca bir özür ya da törenle değil; adil, kolektif ve kurumsal dönüşümlerle mümkün hale gelir.
Bu metin aynı zamanda politik ve güncel bir iddianın taşıyıcısıdır da; çünkü mesele yalnızca arşivlere, tarih kitaplarına ya da akademik sempozyumlara terk edilmiş bir tartışma değil, hâlâ sokaklarda yankılanan, adliye koridorlarında fısıldanan, partilerin kapalı kapılar ardında konuştuğu, medyada ya bastırılan ya da çarpıtılarak sunulan bir hakikat alanıdır.
Doğusuyla batısıyla Türkiye’nin her ilçesinde, her köyünde, kimi zaman bir köy muhtarının sessizliğiyle, kimi zaman bir gençlik örgütünün coşkulu çıkışıyla, kimi zaman ise bir annenin mahkeme önündeki sessiz bekleyişiyle ifadesini bulan bu mesele, yaşamın her katmanına sızmış bir siyasal varoluş sorunudur. Bu nedenle burada önerilen şey, soyut bir barış fikri değil; doğrudan, cesurca, dürüstçe gündelik kısır tartışmaların içine taşınmaması gereken sorular ve sorunlar bütünüdür.
Bir referandum ihtimali gerçekten ne anlama gelir? Öz yönetim, yerel yönetim, yerinden yönetim, belediye, komün vb. Adına ne derseniz deyin; halkların bu talebi neyle sınırlı, neyle mümkündür? Yeni bir anayasa, yalnızca bir teknik metin mi yoksa yeni bir toplumsal sözleşme mi olacak? Bunlar ertelenerek aşılabilecek meseleler değildir.
Zira 100 yıllık inkar-isyan ve çatışma süreci de göstermiştir ki, bu sorular ve sorunlar saklanmayı, ertelemeyi ya da çerçeve dışına itilmeyi reddeder; kamusal alanı bu sorularla açıkça yüzleşmeye çağırır. Demokrasiye gerçekten inananlar için, temsil gücünü elinde tutan parlamentolar için, halkın iradesiyle şekillenen siyasi aktörler için bu çağrı nettir: Hiçbir çözüm, halkın katılımını dışlayan bir kabulle kalıcı olamaz. Gerçek çözüm, müzakerelerin şeffaflığıyla, siyasal iradenin ve toplumun hakikatle yüzleşmeye duyacağı cesaretle mümkündür. Unutulmasın ki demokrasi, yalnızca oy vermek ve oy saymak değildir; aynı zamanda neyin konuşulabileceğine, nasıl yaşanması gerektiğine halkın kendisinin karar verdiği bir siyasal zemini kurmaktır.
Kuşkusuz ki bu, felsefi ve teorik düzeyde bir iddianın ifadesidir; barışın salt bir siyasi uzlaşma ya da metinleştirilmiş anlaşma olmanın ötesinde, insanın varoluşsal yapısında köklü bir dönüşümü gerektirdiğini ileri sürüyor. Martin Buber’in “İnsan-insan ilişkisinin temeli diyalogdur” önermesi, burada sadece bir iletişim biçimini değil, aynı zamanda varoluşun kendisini şekillendiren temel ontolojik zemini işaret eder. Çünkü barış, her bir “Sen” ile “Ben” arasındaki mesafenin kapanması, birbirini tanımanın ve karşılıklı varlığın tanınmasının pratiğidir. Bu diyalog, bireysel varlığın yalnızca bir yansıması değil, aynı zamanda bir “Biz”in kurulmasını mümkün kılan bir süreçtir; varoluşun sürekli yenilendiği, yeniden tarif edildiği, kimliklerin kesintisiz olarak karşılıklı dönüşümden geçtiği bir alandır…
Tıpkı Sartre’ın varoluş felsefesindeki özgür seçim kavramı gibi; bu süreç, toplumları ve bireyleri pasif birer nesne olmaktan çıkarıp, tarihsel ve toplumsal dönüşümlerin aktif kurucu özneleri haline getirir. Böylesi bir durumda barış burada, bir “mihmandar”lık rolünü aşar; yani sadece süreci yönlendirmekle kalmaz, aynı zamanda yazılı ve yazılmamış sosyal metinlerin yeniden yazıldığı, anlamların yeniden kurulduğu bir varlık sürecine dönüşür. Bu yeni varoluş tarzı, bireylerin ve toplumların kendini tanımlama biçimlerini temelinden değiştirir, ontolojik kırılganlığı kavrayarak, o kırılganlığın üzerine yeni bir güç inşa eder.
Sözün özü:
Türkiye’nin bugünkü siyasal ve toplumsal gündemindeki dar, içe kapanan perspektifin ötesine geçilmesi zorunludur. Bölgesinde ve ötesinde hızla değişen güç dengeleri, yeni ittifak biçimleri ve küresel yeniden yapılanmalar karşısında, Türkiye’nin kendini sadece “oyun bozan” bir güç ya da mevcut haliyle hiçbir gerçekçiliği olmayan “bölgesel aktör” olarak tanımlamak yerine, çok katmanlı, çok boyutlu ve adil ortaklıklar kuran bir aktör olarak konumlandırması gerekmektedir. Avrupa Birliği ile sürdürülen ilişkiler, yalnızca ekonomik ya da diplomatik çıkarlar üzerine inşa edilmemeli; aynı zamanda demokratik normların güçlendirilmesi ve ortak değerler zemininde yeni bir entegrasyon vizyonu geliştirilmelidir. Bölgemizde İran’dan Suriye’ye, Irak’tan Doğu Akdeniz’e kadar uzanan karmaşık stratejik ağda, eski tip müttefiklik kavramlarının yerini karşılıklı saygı ve eşitlik temelli “adil ortaklıklar” almalıdır. Ancak tüm bunların yapılabilmesi için, pansumanı aşan, Türkiye’nin devlet, siyaset ve toplum olarak 100 yılı aşkın zamandır kanayan yarasının sağaltılması ve bir daha kanamaya yol açmayacak demokratik, çoğulcu yol ve yöntemleri hayata geçirmesi gerekmektedir. Bunun için Kürt meselesi inkar fazından çıkarılmalı, yasal-anayasal güvencelere kavuşturulmalı ve bu durum toplumun tümüne yaydırılarak pozitif barış inşa edilmelidir. PKK buna hazır olduğunu attığı adımlar ile gösterdi, şimdi sıra muhatapları olan; toplum ve devlette…
Çatışmalı süreçlerle ilgili yıllardır yapılan çalışmalarda bir kavram ön plana çıkar. Onarıcı adalet… Onarıcı adalet yaklaşımı, herkesi, çözüme yönelik bir yol haritası çizmek ve toplumun kazananlar ve kaybedenler olarak amansızca bölünmesiyle sürdürülen anlamsız şiddet ve kayıp döngüsünü durdurmak için tüm paydaşlarca alınması gereken eylemlerin belirlenmesini amaçlayan bir diyaloğa dâhil olmasını hedefler. Aksi takdirde yaşanacak bir bölünme, hepimiz için yalnızca kolektif bir kayba neden olur.
Tüm yazılanlardan azade; eğer bir masa varsa ve bir metin ortaya çıkacaksa orada cansız sözcükler olacaktır. Onların yaşayan politikalara dönüşmesi için yürünecek yol bir hayli uzun…
Son sözü Yaşar Kemal söylein; Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir, barıştır.
Yararlanılan kaynaklar:
- Abdullah Öcalan (DUM)
- Mesut Yeğen (Devlet Söyleminde Kürt Sorunu)
- Hamit Bozarslan (Kürt Sorunu: Tarih, Kimlik, Siyaset)
- Cengiz Çandar (Dağdan İniş: PKK Silah Bırakırken)
- Demokratik Açılım/Çözüm Süreci Komisyon Raporları
- TESEV (Çözüm Süreci İzleme Raporları)
- MA Ajans, Bianet, Al-Monitor, DW Türkçe, BBC, WOA