Hayâllerini yanlarına alarak bir gemiye binen insanlar, kakao tarlalarının büyük sahiplerinin övdüğü servete doğru yola çıkarlar. Brezilya’nın Bahia eyaletinde iki liman arasındaki bu geçiş, yolcuların büyük çoğunluğu için, para biriktirip geri dönecekleri ya da toprak sahibi olup, ailelerini yanlarına götürecekleri geleceklerini ifade eder. Kiminin tamamlayamadığı yaşama hevesi, kiminin karnını doyurma derdi göç yollarının nedenidir. Ancak kimin başına ne geleceği belli değildir. Ülkenin belki de tarıma en elverişsiz coğrafyası olan Sertão bölgesinden gelen bu yoksul göçmenlerin çoğu için Ilhéus; daha iyi günler, daha çok kazanmayla eş anlamlıdır. Ancak hiçbirinin dönmeyeceği ve geride bıraktıkları ailelerini yanlarına almayacakları vedalarına gizlenmiş ezgilerin ritmindedir büyük düşünceleri.
“Tek başına seyahat eden ve kimseyle konuşmayan bir adam grupların arasından geçiyor, gelip küpeşteden sarkıyor. Ay denizin üzerinde kırmızı bir iz bırakıyor, şarkı yürekleri dağlıyor: Uzaklara gidiyorum sevgilim/ Asla geri dönmeyeceğim”
Jorge Amado’nun Sonsuz Topraklar romanı, Ilhéus kasabasında büyük kakao yetiştiricileri ile çiftçilerin emek mücadelesinin hikâyesidir. 20. yüzyılın başlarında orman bölgelerinin yok edilerek, yavaş yavaş altın değerindeki kakao ağaçlarıyla kaplı geniş çiftliklerle değiştirilmesi, büyümek için silahların konuştuğu, küçük çiftçilerin yaşam hakkının olmadığı, her türlü yağmanın, yasadışılığın hüküm sürdüğü ve büyük toprak sahibi olma savaşı yürüten ailelerin kanlı savaşını aktarır Amado. Ekonomik nimet olarak görülen şeyin aslında insanlar için bir felaket olduğunu, sömürünün katmerleşmesi için kiralık katillerin devreye sokulduğu, yasaları zenginler lehine savunan avukatların ve çürümüş ilişkilerin bürokratik ayarlarındaki bozulan çarkları görürüz roman boyunca.
Kendisi de Bahialı olan Amado, konuya tam hâkim. İşçilerin sefaletini ve yaşam koşullarını babasının işlettiği plantasyonda gözlemlemesi edebiyatına da yansır. Sonsuz Topraklar’daki karakterlerin duygularını hep yürek diliyle konuşturur ve insani değerleri öne alır. Keza mekân tasvirleri ve anlatımları da karakterlerle buluşur ve ortaya destansı bir akış çıkar.
Farklı bölümlerin inşası ustacadır ve güçlü karakterlerle yapılır geçişler. Kanın ve şiddetin olduğu kadar duygunun ve aşkın da yeri de büyüktür. Gücün yanına kalbin sesi de karışır. Bu nedenle yerel yaşamın zenginliğinde incelikli karakter tasvirleri ve toplumsal yaşamdaki kırılmaları daha rahat görmek mümkün. Yazar, gizemin içine okuru katarak ve belirli bölümleri önemli anlarda yarıda keserek “haydi sen devam et” der âdeta.
Anlatılan, insanların sefaleti değil, bir sistem ve sistemin sefalete sürüklediği, yok ettiği yaşamlar. Acımasız toprak sisteminin yarattığı yoksulluk ve isyan öykülerinin içinde buluruz kendimizi bir anda. Bir de bunları Marksist bir yazarın gözlemiyle okuruz. Dönemin iktisadi-sosyal-siyasal sorunu ve çözümünü ele alış biçimiyle politik temsilci lafını hiç dolandırmadan önermesi şaşırtmaz bizi. Bunu söylerken ajitatif bir dil kullandığı sanılmasın. Jorge Amado, erk’in arka bahçesini bir şarkı eşliğinde açar. Ancak ne var ki “Müzik gecenin içinde ağır ağır ölüyordu.” Gösterilen tam da budur. Aynen Brezilya’nın yerli halkları olan Tupi-Guarani mitolojisindeki yaratığın adı olan Caapora’nın isminin anlamı gibi. “Ormanda yaşayan ve ölenlerin” ay ışıklı gecelerden, yıldızsız ormanların karanlığında kaybolup gitmelerinin sızısıdır roman boyunca gösterilen. Ormanda yaşayan ve ölen Jeremias’tır. Ormanın gizemini kuşanan, büyülü ruhuyla buluşan ve kendisi de büyücü ve şifacı olan. Sırlar ve şifalar ondadır. Büyücü Jeremias’ın anlattığı lanetin peşine takar okuyucuyu yazar. Lanet insanın insana yaptığıdır.
Jeremias daha kakao bitkisinin Amazon’dan gelmediği bir dönemde kölelikten kaçıp şifalı otların sırlarını öğrendiği, yerlilerin yaşadığı bu ormana sığınmıştı. Efendisinin onu kamçılattığı bir şeker plantasyonundan geliyordu. Zaman mevhumunu yitiren, bitki kökleri ve otlarla beslenen Jeremias’ın sırtında izlerini taşıdığı olaylar bir bir silinip gitmişti belleğinden. Yalnızca atalarının Afrika’dan getirdiği zenci tanrıların hatırası capcanlıydı. Ona göre her ağaç kutsaldı, tanrılar ormana el uzatacak insanlardan hiç acımadan intikam alacaktı.
Kitabın tamamına yayılan bir müziğin eşliğinde duvarda asılı tabloların figürlerinden bile öyküler toplayıp önümüze koyar yazar. Müziğin tınısı, şiddetin ve zalimliğin önüne geçer. Şiirsel ve büyülü bir anlatımla dünyanın bilinmeyen bir yerinde, bir ormanda bir araya gelmiş karakterlerin yarışını okuduğumuz gibi, o dünyanın pisliğine de tanıklık ederiz. Ormanın çekiciliğini, fırtınaların şiddetini, yılanların yuttuğu kurbağaların gece çığlıklarını duyarız. O seslerin arasına gizlenen romantizmi de söylemek gerek. Aşkın sessizliğini ve sırrını, yıldızların geceye düşen ışıltısında bir başka görürüz. Karanlığın ortasında hayâl kurmanın mümkünlüğü vardır. “Ama büyük şehirlerde o kadar çok ışık var ki yıldız falan göremezsiniz… Ve bir şair yıldızları sever, Dona Ester… Gökteki ve yerdeki yıldızları…”
Paranın cazibesi, mülk sahibi olanların ayrıcalıkları, zorla mülke konma, bazı aileleri zenginleştirdiği gibi, karşı konulamaz bir çekiciliğe ve ilişkiler ağına taşır. Balta girmemiş ormanları yok etme, dolandırıcılık manevralarıyla tekelleştirme, çiftçileri pusuya düşürmek için uşaklarını kullanma gibi her türden yolsuzluk, hukuksuzluk, hilenin ayrıntıları vardır bu koşuda. Her şey mübahtır bu sömürü çarkında. Sadece büyümek ve ölüm vardır.
Günlük harcamalar için hileli ekipman kredileri ve yararlandıkları bu kredi sistemi aracılığıyla borçlandırılan ve istedikleri gibi çalışmaya zorlanan tarım işçileri, kendilerini sonsuza kadar borç içinde bulurlar. Çoğu da bir şekilde tropik ateşler ve yılan ısırmalarıyla insanlığın talihsizliklerinin kurbanı olurlar. Para babalarının ve onların yanında olan siyasi gücün, dünyanın tüm insanlara sunduğu değerleri yok etmenin her türden tanıklığını görürüz romanda. Sömürü sistemi için her şey serbesttir ve yasaların koruması altındadır.
Amado’nun doğduğu topraklarda kakao, zenginleşmek isteyenlerin iştahını ve tutkularını harekete geçirendir. Mülk sahibi çiftçiler servetlerini artırmak için yaptıkları diğer tarımsal faaliyetleri hızla bırakırlar. Kakao öncelik kazanmıştır ve bunun için ormanları yakma yoluna giderler. Böyle olunca da savaş başlar. İşte romanda iki ailenin yürüttüğü savaşın her türlü kötülüğüne, ilişkilerine, silahlı çetelerine, pusularına tanıklık ederiz. İş artık ekmek kavgasından çıkmış, sert bir savaşa dönüşmüştür. Taraflardan biri Horacio, diğeri ise Badaro’dur. Erkeklerin verdiği bu keskin savaşın hikâyesinin büyük bir kısmı, Sequeiro Grande ormanının fethinde, Badaro ve Horacio’nun birbirlerine karşı verdiği savaşa ayrılmıştır. Bu savaşta hiç de yabancısı olmadığımız katillerin dünyası vardır. “Katilin kurbanının tabutunun ardından yürümesi bu topraklarda yeni bir şey değil. Kimilerinin yüzünde üzgün bir ifadeyle, simsiyah tören giysileri içinde tabutu taşıdığı bile söylenir.” Nasıl bildik ve tanıdık bir eylem. Çocuk katillerinin, arama, kurtarma faaliyetlerine katılıp, cenaze namazına durmasını bu topraklar da tanıktır.
Amado, açgözlülük ve şiddetin ötesinde, erkeklerin karmaşıklığına, tutkularına ve bölgenin onlar üzerindeki etkisine dikkat çekiyor. Bunu bir eleştiri olarak değil de karakterlerin tutuculuğunda görmemiz gerekeni göstererek yapıyor. Erkeklerin acımasızlığı ve savaşı ağırlıklıdır. Köleciliğin ve zalimliğin devam ettiği dönemlerdir anlatılan.
Ormanın tartışmasız efendisi olarak hüküm süren Horacio yaşananlardan sonra yargılanır ve beraat eder. Avukatının söylediği; “Bu trajedi komediyle sonuçlandı.” sözü, romanın başlangıcından sonuna kadar devam eden ezgiye atıftır. Söylentilere göre bu trajik olay, bu ormana sığınan büyücünün söylediği lanetten kaynaklıydı. Kuşların şarkılarının, maymunların çığlıklarının, vahşi hayvan sesleri arasında, büyük ağaçların gölgesinde, kölelikten kaçan ve o zamandan beri yaşayan yaşlı, siyah, çılgın büyücü Jeremias’ın huzur içindeki yalnızlığının öyküsündeki lanettir.
“Toprak fethi için verilen son büyük savaştı bu, hepsinden daha vahşi oldu. Bu yüzden, yıllar sonra bile anısı canlı kaldı, hikâyeleri dilden dile dolaştı, babadan oğula, yaşlıdan gence aktarıldı. Ve kasabalardaki, şehirlerdeki pazarlarda kör gitarcılar bu çarpışmanın, kara kakao topraklarını kana doyuran bu vuruşmaların hikâyesini çalıp söylediler: Büyücülük lanetiydi/ Büyücülük gecesinde…”
Kitabın başındaki alıntıyla biter kitap. Bana da aktarmak düşer. “Ay ışığı geceyi sarıyor, uzaktan uzağa bir müzik geliyor. Bir adam şarkı söylüyor: İşte bir hikâye anlattım size, Ürkütücü bir hikâye…”
Sonsuz Topraklar, sömürü çarkının, toprak ağalığının kanlı tarihinin, ilişkilerinin; onların deyimiyle küçük insanların bu savaşların en önce yok olanı olduğunu; düzenbazların, siyasi ilişkilerin, hukukun, basının manşetlerinin ortaklığının ve en önemlisi de doğanın nasıl yok edildiğinin romanıdır. İyi ile kötü arasındaki mücadelesinin bir tür alegorisidir aynı zamanda. Jorge Amado derinden gelen ve korkunç derecede acı sonuçları olan yaraları deşerken bir şey anımsatıyor. Her türlü sömürü ve şiddet ortaktır. O nedenle yoksulların şarkıları hüzünlü ve kederlidir. “Ürkütücü bir hikâye, bu toprakların hikâyesi, bir aşkın hikâyesi. Bir yılanın ağzında bağıran bir kurbağanın” hikâyesi.
Sonsuz Topraklar, Jorge Amado, Çeviren: İpek Gürsoy Manavbaşı, Sel Yayıncılık 2024