Temel çelişki nedir?
Ahmet Faruk Ünsal 10 Eylül 2025

Temel çelişki nedir?

Bir genel başkanın kendi partisini dönüştürmesi mutlaka önemlidir ama çok daha önemli olanı rakip siyasi partiyi dönüştürebilmesidir. Kıyasıya rekabetin yaşandığı siyaset arenasında rakibinizi istediğiniz kıvama getirirsiniz, rakip olmaktan çıkar müttefikiniz haline gelir. Tayyip Erdoğan’ın en büyük siyasi başarısı da rakibini dönüştürüp kendine bağımlı hale getirmesinde yatıyor. Sorun, bu dönüştürmeyi siyasi enstrümanlarla değil mutlak egemenlik kurduğu yargı erki eliyle yapıyor olmasında.

Mamafih, yargı eliyle siyasetin dizayn edilmesinin mucidi, 1960 darbesiyle emekleme safhasındaki Türkiye demokrasisini kötürüm hale getiren Kemalistler. Rakibinden öğrendiği numarayı rakibine yaparak müsabakayı şimdilik kazanmaya yakın duran ak-pehlivanın, uzun erimde sadece kısır döngünün hızını ve ateşini harladığını anlaması çok uzun süreceğe benzemiyor. Zira siyasetin en sevmediği şey, siyasete siyaset dışı enstrümanlarla müdahale edilmesidir. Tarih gösterdi ki, tüm askeri müdahaleler, 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, 28 Şubat’tan 27 Nisan’a, ilk kurulan sandıkta halkın iradesine yenildiler.

Yeri gelmişken, Erdoğan’ın bugünlerde yargı eliyle CHP’yi şekillendirme çabasına ilişkin tam iki ay önce, 6 Temmuz görüşmesinde, Öcalan’ın İmralı heyetine yaptığı ikaza atıf yapmakta yarar var: “Kemalist partiyle mücadele edilebilir ama benim önderlik tarzım farklıdır.” Yine bu görüşmede Öcalan, CHP ile ilişkilenmeyi demokratik ittifak olarak kodlayıp, yargısal müdahaleye tepki bağlamında ileriki günlerde yaşanacak olayların Gezi olaylarına dönmemesi ikazında bulunur: “Herhangi bir partiye, CHP’ye ya da başka bir partiye iktidar kazandırmak için görüşmüyorsunuz, olsa olsa demokratik bir ittifak olabilir. Üçüncü bir yolsunuz, üçüncü bir ittifaksınız.”

Tekrar CHP İstanbul kongresine dönecek olursak, İstanbul 45. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin, 2 Eylül’de aldığı kararla, 8 Ekim 2023’te yapılan CHP İstanbul 38. Olağan İl Kongresi’ni iptal etmesi, İl Başkanı Özgür Çelik ve il yönetimini görevden alıp, yerine Gürsel Tekin, Zeki Şen, Hasan Babacan, Müjdat Gürbüz ve Erkan Narsap’tan oluşan geçici bir kurul ataması yargı eliyle siyasetin dizayn edilmesine son örnek. Müjdat Gürbüz ve Hasan Babacan daha sonra yaptıkları açıklamalarla kayyım heyetinden ayrıldıklarını ifade ettiler. Anlaşılan, Türkiye’nin en köklü ve kritik Kemalist kurumu, kendi icat ettiği yöntemin mağduru haline gelecek.

Türkiye’de yapılan tüm genel/yerel seçimler öncesi, iktidarlar tarafından kimi zaman doğrudan seçmene beyaz eşya dağıtmak, zarf içinde para dağıtmak, muhalif ya da mütereddit ailelerin fertlerini işe almak gibi işler, CHP İstanbul Kongresi’nde de yapıldığı ve böylelikle delege iradesinin sakatlandığı iddiasıyla açılan dava ile Kongre iptal edildi. Çok büyük olasılıkla 15 Eylül’de görülecek davada da, benzer akıbet, Kurultay’da seçilen Parti Meclisi’nin ve Genel Başkan Özgür Özel’in de başına gelecek. Bu makalede anlatılmak istenen, ne kurultaylarda yapıldığı iddia ecilen işlerin meşru gösterilmesi ne de burjuva demokrasisinin hastalığı olan, tüm genel ve yerel seçimlerde iktidarlar tarafından seçmene verilen seçim rüşvetlerinin aklanmasıdır. İktidarın bu süreçteki amacının, tüm bu ilişkileri ortaya çıkararak sistemi temizlemek ve salt seçmen iradesinin tezahürünü sağlamak olmadığı açık. Eğer niyet sistemi temizlemek olsa idi, ne şimdiye kadar o işleri yapar, ne ne de bundan sonra yapacak olurlardı, ki bu alışkanlıkların değişmeyeceğini ileride yapılacak seçimlerde hep beraber göreceğiz. Bir an için sistemin kendini temizleme iradesini ortaya koyduğunu varsaysak bile sorun, ilk taşı atacak günahsızın olmayışıdır. Zira taşı atan, günah ve günahkar kalmasın diye değil, günahı benden başkası işlemesin diye atmaktadır.

CHP İstanbul il yönetimi ile ilgili mahkeme kararının, bugünlerde kimi eski ülkücü yazarlar tarafından, Erdoğan’a rağmen demokrasi, hukuk devleti, şeffaflık ve hesap verebilirlik isteyen (!) Bahçeli tarafından da benimsendiği dikkate alınırsa, bu analizin, hakikatin ifade edilmesi gayretinden çok çözüm sürecinin yara almasına hizmet edeceği görülecektir. Anlaşılan o ki, iktidarın iki ortağı, mahkeme eliyle CHP’yi parçalamayı kafaya koymuşlar. Nitekim Bahçeli’nin konuya dair açıklaması ne demek istediğimizi açıkça ortaya koyuyor:

“İstanbul İl Kongresi ile ilgili mahkemenin verdiği kararın Ankara’da kurultayla ilgili görülen davayı da etkilemesi ve benzer bir sonuca yol açması lazım. Bu, yolsuzluk tartışmasının CHP’yi yıpratmasını da engelleyebilir. Çünkü İmamoğlu ve suç yapılanmasının yaptıkları CHP’ye mal edilmemeli.”

Anlaşılıyor ki, MHP’yi olağanüstü tüzük kurultayına götürmek üzere 8 Nisan 2016’da 3 kişilik kayyım heyeti görevlendiren Ankara 12. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin kararını bozan Gemerek ve Tosya Asliye Hukuk Mahkemeleri Bahçeli’nin genel başkanlığını kurtarmış Bahçeli, de iktidara duyduğu şükran borcunu, CHP’ye kayyım atanmasını şiddetle destekleyerek ödüyor.. Zaten, hem 15 Temmuz sonrası süreçte, hem de başkanlık rejimine geçişte Bahçeli’nin büyük desteği olmasaydı Erdoğan için işler çok zor olurdu. Görülüyor ki, 2018 genel seçimlerine ve sonraki tüm yerel ve genel seçimlere Cumhur İttifakı olarak giren ikilinin katolik nikahı Tosya/Gemerek hattında kıyılmıştı.

MHP’yi dönüştüren ve AKP’ye mecbur bırakan yargısal müdahalenin benzeri de, CHP’yi dönüştürme, mümkünse içinden bir kaç parti çıkararak iktidarın istediği kıvama getirme operasyonu, bugünlerde İstanbul ve Ankara mahkemelerinde kotarılıyor

O halde, madem ne iktidarın ne de ana muhalefetin derdi demokrasidir, hukuktur, temel motivasyonları kendi borularını öttürmektir, bu vasatta en doğru hamle ne olmalıdır? Tıkanan geleneksel Türk iç ve dış politikasına çözüm süreci kostümü giydirip “olabildiğince az vererek olabildiğince çok almak” mottosuyla yürüten iktidar/ muhalefet ikilisinin ev içi kavgasına nasıl yaklaşılmalıdır. Madem, anayasanın 42 ve 66 maddelerine dokunmayı kırmızı çizgi kabul eden bir iktidar/muhalefet birlikteliği var ve madem Suriye’deki tüm kazanımları katliamcı IŞİD kadrolarının sahadaki pratiklerine rağmen feda etmeyi talep eden Türk siyasi aklının dayatması var o halde en doğru siyasal tavır nedir? Ya da, söz konusu Türkler olsa idi Suriye’yi ilhak etmeyi göze alabilecek kadar gözünü karartan, Kürtler olduğunda ise İsrail’in saflarına itmeyi göze alabilecek kadar gözünü kör eden bir Türk siyasası var o halde ne yapılmalıdır?

Kanaatimce, efendilerin kavgasında taraf olmaktansa kendi taleplerine odaklanan ittifakları kurmaya yoğunlaşmak daha gerçekçidir. Burada yol gösterici olan, temel çelişkinin ne olduğuna dair kadim soruya verilecek cevabın ne olduğudur. O soru, “Kürt sorunu olduğu için mi demokrasi sorunu vardır yoksa demokrasi sorunu olduğu için mi Kürt sorunu vardır” sorusudur.

Benim cevabım belli. Kürt sorunu olduğu için demokrasi sorunu vardır. O halde, burjuva demokrasisinin iç iktidar kavgasında taraf olup günün sonunda ikisi birbirinin aynı olan taraflardan birine koltuk değneği olmaktansa Kürt sorununu çözme paydasında demokratik ittifak oluşturmak, kendi ajandasına odaklanmak en doğru yöntem olarak karşımızda duruyor.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.