Yılmaz Güney sinemasına yolculuk
Rıza Oylum 16 Eylül 2025

Yılmaz Güney sinemasına yolculuk

9 Eylül 2025, Yılmaz Güney’in ölümünün 41.yıl dönümüydü. Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli ve en tanınan uluslararası yönetmen olan Yılmaz Güney, zorlu yaşam mücadelesi ve önüne çıkarılan sistematik engellere rağmen kendini gerçekleştirebilmiş bir isim. Sarsıcı etkileri hâlâ tam olarak anlaşılmasa da hem Türkiye sinema endüstrisi için de hem de Ortadoğu’nun bütününde sinemayla ilişkilenmek isteyenlerin uğrayacakları en başat duraklardan biri. Bu yazıda birkaç açıdan Güney’in yaptığı etkilerden bahsetmek istiyorum.

Yılmaz Güney Tuncel Kurtiz ortaklığında “Umut” filmi

1950’lerin ikinci yarısında hem setlerde hem de kamera önünde geri planda kalan rollerde oynayarak sinemaya adım atan Güney. 1960’lara gelindiğinde artık başrollerde beyazperdede yer alan kendi sinemasını yaratmaya başlamış bir karakterdi. Bu dönemde en önemli yol arkadaşı Tuncel Kurtiz’di. Sinemamızın en üretken kadın yönetmeni Bilge Olgaç’ın 1965’te çektiği ilk film olan “Üçünüzü de Mıhlarım”, Olgaç’ın ilk filmi olmasının yanında iki usta sinemacının da ilk buluşmalarından biriydi. Aynı yıl çekilen “Konyakçı” filminden sonra bu bol tüfekli filmde Tuncer Kurtiz ve Yılmaz Güney, kan davalı iki köylüyü oynuyorlardı. Ama artık bütün filmlerinde kan kardeşi olmuşlardı. Kurtiz ve Güney, aynı yıl Vedat Türkali’nin yönettiği “Sokakta Kan Vardı”da tekrar birlikte oynadıklarında artık şehirleşmiş, idealist iki gazeteci olarak karşımıza çıkarlar. Rakipleriyse feodalitenin geleneksel sorunları değil, şehirli genç kadınları fuhuşa sürükleyen modern şehrin çeteleşmiş bir şebekesiydi. Türkiye hızla şehirleşiyorken 1965’ten, “Umut” filmini çektikleri 1970’e kadar bu ikili beş yılda 20’ye yakın filmde hem kır hem de kent hayatının bol aksiyonlu avantür filmlerinde sırt sırta verecekti.

Yılmaz Güney de Tuncel Kurtiz de 1970’e gelindiğinde artık vurdulu kırdılı filmlerin kuru aksiyonundan, sınıfsal realiteyi yok sayan salon filmlerinden bir çıkış yolu arıyorlardı. Yılmaz Güney, Kurtiz’i arayıp, “Umut’u yapıyoruz gel” dediğinde Kurtiz askerde yedek subaydır. Yakın bir doktor arkadaşından aldığı deli raporuyla izin alıp “Umut” filminin çekimine yetişir. Filmde yoksulluğuna çare bulmak için define derdine düşüp de aklını yitiren Güney’in canlandırdığı Cabbar’a yoldaşlık etmek için Kurtiz de raporlarda yitirilmiş bir zihinle yer alacaktı. İkili filmden sonra uzun yıllar görüşemediler. Yılmaz kovuşturmalar sonucu cezaevine, Tuncel Kurtiz filmi takdim etmek için Cannes yollarına düştü. Artık Kurtiz’in döneceği bir yurdu kalmamıştı. Gurbet günlerinde devleşecek bir aktördü artık.

Kitleselleşen devrimcilik döneminde Güney Sineması

1960 sonrası gelişen toplumsal muhalefet hem öğrenciler arasında hem de köyden kente göçle oluşan işçi sınıfıyla toplumsal refleksler göstermeye başlamıştı. Öğrenci eylemleri yeni bir politik dinamik oluştururken çalışanlar arasında da emek eksenli mücadeleler görünür olmaya başlamıştı. Bu politik arka planın üstüne gelişen ulusal sinema da giderek salon filmlerinden toplumsal gerçekçi filmlere yelken açan örnekler ortaya koymaya başlamıştı. İşçilere odaklanan ilk film olan “Karanlıkta Uyananlar” (1965) bu dönemde çekilmişti. 1970 sonrasında devrimci hareketlilik giderek kitleselleşirken, devrimcilerin sinemaya yansımaları da giderek belirginleşmeye başladı. Yılmaz Güney’in 1974’te çektiği “Arkadaş” filmini bu çerçevede sayabiliriz. Güney filmde, sınıfsal farklılıkların yarattığı, insani çelişkiler üstünde durmuştu. Filmin idealist devrimci karakteri Âzem, Cemil’i dejenere yaşamından koparmaya çalışırken, üniversite zamanlarından tanıdıkları küçük çocuklardan biri olan Semra da büyümüş ve dönemin politik mücadelesine dahil olmuştu. “Arkadaş” filminde Yılmaz Güney, kendisinin canlandırdığı Âzem karakterini yanlışsız ve idealist bir örnek olarak sunarken esasen doğru olan yolu üniversite öğrencisi Semra karakteriyle sunar.

Semra, Âzem’in Cemil’i bu hayattan kurtarma mücadelesinin yanlışlığını Marksist bir önermeyle eleştirir:

“Cemil çürümenin, yozlaşmanın en yoğun biçimini yaşıyor. Bence kurtuluşu mümkün değildir, boşuna çaba harcıyorsun.
… Çünkü bir adamı şartlarından soyutlayıp düşünemezsin, onun şartları yaratmıştır bugünkü Cemil’i ve ancak şartlarının değişimiyle Cemil’in değişimi mümkündür.
Cemil’le uğraşmak bizim işimiz de değildir.
Kimdir bugün Cemil? Sınıf değiştirmiş, bozulmuş, çürümüş bir adam.
Biraz gerçekçi ol! Eski alışkanlıklarından kurtul. Sınıf açısından bak olaylara! ”
Âzem, koşulları değiştirmeden Cemil’in değişemeyeceği gerçekliğini yaşayarak deneyimlerken bulunduğu zengin çevrenin etrafında çalışan işçilere sınıf bilinci vermeyi başarır. Burjuva ahlak anlayışını temsil eden Cemil’in karısından yediği tokattan sonra ise umudunu yitirmez:

“Bu tokadın hesabını bir gün mutlaka soracağız, bir gün mutlaka! ”

Tam da Âzem’in burjuvaziden yediği tokattan sonraki son cümlesi Yılmaz Güney’in senaryosuyla bir yıl sonra çekilen yeni filme de isim olur: “Bir Gün Mutlaka”.

Yılmaz Güney’in senaryosuyla Bilge Olgaç tarafından çekilen “Bir Gün Mutlaka” (1975) gerçek toplumsal gösteri ve grev görüntüleriyle başlar. Film, esasen en devrimci açılış filmi sayılabilir. Gerçek görüntülerden sonra da karşımıza çıkan kurgu görüntülerde de izleyiciyi ilk karşılayan geniş meydanlarda kitlelere seslenerek gazete satan devrimcilerdir. Sendikal faaliyet yürüten devrimci bir grubun günlük yaşamına odaklanan film gerçek kitlesel mitingler ve kalabalık toplantılarla dönemin yansıtılması açısından da önemli bir belge niteliği taşırken devrimci karakterlerin sunduğu önermelerle dönemin politik tartışmalarına girer. Toplantılarda adeta kameraya karşı Güney’in ideasından “Devrimci nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap verir:

“Yaşamına ait çelişkiler meselenin özüne ulaşmamalı. Çözemediğin çelişkilerini içki içerek çözmen biz arkadaşlarını üzüyor. Bütün özel meselelerinden sıyrılmalısın Devrim yolu kesin bir sorumluluk yüklenmeni gerektiriyor. Bir devrimcinin yetişmesi kolay değildir. Tek bir devrimcinin kaybı bile mücadelemize zarar verir. Söylediklerimizi kararlı söylemeliyiz yoksa en doğru sözlerimiz bile faydasız kalır. Özellikle içki ve kadına karşı gösterilecek zaaf bizi mücadelemizden uzaklaşmaya götürür. ”

Yılmaz Güney’in etkileri: İranlı yönetmenlerin gözünde Yılmaz Güney

Yılmaz Güney, özellikle senaryosunu yazıp yönetme imkânı bulamadığı film projeleriyle uluslararası arenada ses getirmişti. 1981’de “Yol” çekildiğinde İran-Irak Savaşı yeni başlamıştı. 8 yıl sürecek savaş, komşu ülkelerin topraklarında bir değişiklik yapmamış ama büyük acılar yaşayıp önemli bir insan kaybına neden olmuştu. Savaş’ın olanca çetinliğiyle sürdüğü 1986 yılında Yılmaz Güney’in senaryosunu ve çekim planını yazıp Şerif Gören’in yönetmen koltuğuna oturduğu “Yol” filmi, İran’da gösterildi. Gösterim salonu adeta bir cephe savunması alanından farksız olarak toprak dolu çuvallarla korunan bir salonda ne savaşı ne de sanatı yok saymamayı simgeleyen bir fotoğrafla tarihte yerini aldı. İran sinemasının henüz uluslararası arenada hükmünün geçmediği bu dönemde, İslam Devrimi sonrası dönemde sinemanın gelişmesine büyük katkı sağlayacak olan Farabi Sinema Vakfı kurulalı ve Amir Nadiri’nin “Koşucu” filmi çekileli 2 yıl olmuştu. Altın Palmiyeli “Yol” filmi gösterildiğinde İran’ın ilk Altın Palmiye Ödülü’nü 1997’de kazanacak olan Abbas Kiyarüstemi’nin ilk çıkış filmi olan “Arkadaşımın Evi Nerede” filmini çekmesine bir yıl vardı. Dönemin gençleri hem sinema salonlarında hem televizyon gösteriminde hem de dönemin yaygın ağı video kasetlerde Yılmaz Güney’in “Yol” filmini kitlesel olarak izleme imkânı buldular. Bu gösterimlerin somut etkilerini yıllar sonra görmeye başlayacaktık. 2012’de Yılmaz Güney filmleri ilk defa ABD’nin başkenti Washington’da sinemaseverlerin beğenisine sunulduğunda bir izleyici: ”İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin filmlerine benziyor. Onun filmlerinde de gerçek insanlar ve basit hayatlara yer veriliyor, aynı zamanda da sınıflar arası çatışmalar konu ediliyor. Aynı dili konuşmasam da filmdeki her bir karakterle duygusal anlamda kolaylıkla bağ kurabildim. Çok güzel bir filmdi, çok beğendim” ifadelerini kullanmış.

İran’ın meşhur yönetmeni Muhsin Mahmelbaf ve onun sinema eğitimi vererek yetiştirdiği kızı Semira Yılmaz Güney’i izleyerek sinema anlayışlarını inşa etmiş isimler. Semira röportajında; “Biz küçükken babam hep Yılmaz Güney filmlerini izlerdi. Ben de birkaç filmini seyrettim ve çok beğendim” der.

İran sinemasının doksanların ikinci yarısında geniş kitleler üstünde tanınmasını sağlayan isim olan Mecid Mecidi, Yılmaz Güney’i bir milat olarak görür; “Yılmaz Güney’i de unutmamak gerek. Özellikle “Yol” oldukça başarılı bir film. Harika bir yönetmen ve büyük bir usta” ifadesini kullanır.

Cafer Penahi; “Her filmini ve sahnelerini ezbere biliyorum. Dikkat ederseniz yapıtlarımda Yılmaz Güney izlerine rastlarsınız” ifadelerini kullanır.

Asgar Ferhadi “Yılmaz Güney’i çok seviyorum. Filmlerini çok beğeniyorum.” Demekten geri durmaz

Kürt sinemacılar üstünde Güney etkisi

Ortadoğu’nun bütününde gelişen Kürt sineması için Yılmaz Güney ve özellikle “Yol” filmi bir milat oluşturuyor. Türkiye’ye iltica eden 1980 doğumlu kısa film yönetmeni Şepol Abbasi’nin “Yol” filmini izleme hikayesi Güney’in etkilerini göstermesi açısından ibretlik: “Yılmaz Güney, Kürt sinemasının babasıdır. 8 yaşındaydım, Irak-İran Savaşı vardı, o zamanda İran’ın iki televizyon kanalı vardı, ikinci kanalda Güney’in “Yol” filmi vardı. Ben bilmiyordum, Türkiye’de Kürtlerin de olduğunu, o zamana kadar duymamıştım. Filmin birçok karesi o yaşta bile beni çok etkilemişti, ama sonradan öğreniyorum ki film sansürlü gösterilmiş. Çok sonraları “Yol”u tekrar izlemek için peşine düştüm, çok aradım, Tahran’a bile gittim, o arkadaş, bu arkadaş diye gezdim durdum. Bir arkadaşım, benim İran televizyonunda arşivde bir akrabam çalışıyor, ondan filmi isteriz deyince, hemen arşive gideriz, “Kardeşim ben bu filmi isterim” dedim, o da bana “sana masraf çıkar” deyince babamı hemen aramış ve para istemiştim. “Yol”u 84 kez izledim, inan bana bu filmi annemden çok seviyorum. “Yol”u halen izliyorum, inan ki halen rakı gibi, hani rakıyı nasıl içersin ya, işte aynen o, şimdi de izlediğimde sarhoş oluyorum.”

Son filminde kendini falakaya yatıran Yılmaz Güney

2021’de 8’incisi yapılan Duhok Uluslararası Film Festivali’ni takip etmek için Duhok’a gittiğimde festivalde konuşma yapmak için Fransa’dan gelen Ahmet Zîrek’le tanışma fırsatım oldu. Ahmet Zîrek, Yılmaz Güney’in son filmi olan “Duvar”da ilk defa kamera karşısına geçip filmin unutulmaz kötü adamı gardiyan Cafer’i oynamıştı. Hakkarili olan Zîrek, filmden sonra vatandaşlıktan çıkarıldığı için 1980’de terk ettiği Türkiye’ye bir daha gelemedi.

Zîrek’le o eski günleri, Yılmaz Güney’le geçirdiği film serüvenini, “Duvar” filmini ve sürgün hayatını konuşmuştuk.
Ahmet Zîrek’le meşhur falaka sahnesini konuşurken Güney’in sinema aşkına dair bilinmeyen bir ayrıntı da gün yüzüne çıkmıştı: “Bazı sahnelerde oldukça zorlanıyordum. Tipim belki fazlaca gaddar bulunabilir ama nedensizce bir anda insanları coplamayı içselleştiremiyordum. Hiç unutamadığım iki sahne vardı. Biri falaka sahnesiydi. Falaka sahnesinde sert vuramıyordum. “Sert vur” diye bağırırdı Yılmaz Güney. Ben sert vurduğumda da bu kez de çocuk dayanamıyordu. Yılmaz Güney geldi çocuğun yerine kendi yattı falakaya. İnanılmaz bir andı benim için Yılmaz Güney’i falakaya çekiyordum. Üstelik o, “daha hızlı vur” diye bağırıyordu. Bu kez de arkamda duran Fatoş Güney dayanamıyordu. Biri “vur” diye bağırıyor diğeri “yavaş” diye bağırıyordu.

“Umut”, “Arkadaş”, “Sürü”, “Yol” ve “Duvar”… Yılmaz Güney’in yaratılmasına vesile olduğu filmlerdeki her bir ayrıntı O’nun sinemayla nasıl yoğun ve unutulmaz bağlar kurduğunun şifrelerini barındırıyor. Her bir sinema meraklısı bugün de bu filmlerden çıkaracağı çok şey var. Üstelik dünyanın neresinde olursa olunsun Türkiye ve sinema dediğinde Yılmaz Güney ilk akla gelen isim olmayı sürdürüyor. 2022’de Fransız yönetmen Gaspar Noe: İstanbul Film Festivali’nde filminin gösterimi için İstanbul’a geldiğinde; Türk sinemasını çok iyi tanımıyorum, sadece Yılmaz Güney’i tanıyorum. İfadesi Güney’in etki alanına dair fikir verebilir.

Alıntılar
İran Sinemasının Genç Mucizesi
Yılmaz Güney filmleri Washington’da
Duvar’ın vatansız gardiyanı Ahmet Zîrek
Mecid Mecidi: Yönetmenler festival kaygısını aşmalı
Taksi Tahran
Yılmaz Güney’i Çok Seviyorum
Şepol Abbasi Röportajı

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.