Tarih hangi tarafı seçecek?
Yıldız Önen 24 Eylül 2025

Tarih hangi tarafı seçecek?

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 80. oturumuna Filistin meselesi damgasını vurdu. “İki devletli çözüm” uluslararası gündemin merkezine yerleşti, pek çok ülke Filistin’i resmen tanıdığını açıkladı.

22–23 Eylül tarihlerinde düzenlenen “Filistin meselesine çözüm ve iki devletli çözümün hayata geçirilmesi” başlıklı yüksek düzey katılımlı konferans, sürecin uluslararası alanda yeniden canlandırılmasını hedefliyor. Konferansa Fransa ve Suudi Arabistan başkanlık ederken, Avrupa Birliği ve Arap Birliği de sürece destek veriyor. Konferans, Filistin sorununu sadece bölgesel değil, küresel bir mesele olarak ele alma çabalarının bir göstergesi olarak değerlendiriliyor.

Konferansta pek çok devlet lideri söz aldı. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Filistin devletinin resmen tanınması gerektiğini vurgulayarak, iki devletli çözümün uluslararası hukukun temel ilkeleri doğrultusunda hayata geçirilmesini istedi. BM zirvesi boyunca Fransa, Monako, Belçika, Lüksemburg, Malta, Kanada, Avustralya, İngiltere ve Portekiz, Filistin Devleti’ni tanıdıklarını duyurdu. Bu gelişmelerle birlikte, Birleşmiş Milletler’e üye 193 ülkeden 157’si Filistin’i devlet olarak tanımış oldu. AB Konseyi Başkanı António Costa, “Bugün … Filistin Devleti, Avrupa Birliği üye devletlerinin çoğunluğu tarafından tanınmıştır” dedi.

Ancak bu tanıma süreci, bazı büyük ve etkili ülkelerin karşıt tutumlarıyla karşılaşıyor. Özellikle ABD ve İsrail, Filistin’in bağımsızlığını tanımadıklarını ve iki devletli çözümün ancak doğrudan müzakerelerle sağlanabileceğini savunuyor. ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Filistin’in tam üyelik başvurularını defalarca veto etti. Bu durum, Filistin’in uluslararası tanınma çabalarını sınırladı. ABD Gazze soykırımında da veto yetkisini kullandı. BM zirvesi sırasında 18 Eylül’de yapılan son ateşkes çağrısı da ABD’nin vetosu ile durduruldu; bu, ABD’nin veto ettiği 5. ateşkes çağrısıydı.

Konferansta dile getirilen başlıca karar ve talepler şunlar: Gazze’deki savaşın derhal sona erdirilmesi, insani yardımların kesintisiz biçimde ulaştırılması, rehinelerin serbest bırakılması, Hamas’ın silahsızlandırılması ve Filistin Yönetimi’nin tüm Filistin topraklarında yeniden yetkili hale gelmesi. Ayrıca, iki devletli çözüm için 1967 sınırlarının esas alınması ve Doğu Kudüs’ün başkent olarak kabul edilmesi gerektiği belirtildi. Bu talepler, hem Filistin halkının temel haklarını güvence altına almayı hem de uzun yıllardır çözülmeyen çatışmanın uluslararası hukuk çerçevesinde çözüme kavuşturulmasını amaçlıyor.

Tarihsel bağlam açısından, Filistin meselesi 1948’de İsrail’in kuruluşu ve sonrasında yaşanan Nakba ile başladı. 1967 savaşından sonra İsrail’in işgal ettiği Batı Şeria ve Gazze; Oslo Barış Süreci ve diğer uluslararası girişimlerle iki devletli çözüm vaatlerine rağmen hâlâ siyasi ve fiili bir çözüme kavuşamadı. Konferans, bu uzun tarihsel sürecin güncel yansıması olarak ve uluslararası toplumun çözüm konusundaki taahhütlerini yeniden teyit etmesi açısından önem taşıyor.

Uluslararası hukuki çerçeve açısından, konferansın sonuç bildirgesi; Birleşmiş Milletler tüzüğü, Uluslararası Adalet Divanı kararları ve BM İnsan Hakları Konseyi raporlarıyla uyumlu bir yaklaşımı temsil ediyor. Bildirge, iki devletli çözüm için “somut, zaman sınırlı ve geri dönülemez” adımlar atılması gerektiğini vurguluyor. Bildirge, uluslararası toplumun geniş bir kesiminin Filistin devletini tanıma yönünde adımlar attığını ve siyasi baskıyı artıracağını ilan etse de güçlü yaptırım mekanizmaları içermemesi nedeniyle şimdilik bir niyet beyanı olarak kalıyor. Ancak, özellikle Avrupa ve Arap ülkeleri nezdinde Filistin’in meşruiyetinin uluslararası arenada güçlendirilmesine katkı sağlayan bir referans metin olarak öne çıkıyor.

Bu konferans ve sonuç bildirgesi, Filistin sorununa küresel dikkat çekilmesini sağlarken, bölgesel aktörlerin ve büyük güçlerin tutumlarını da görünür kılıyor. ABD ve İsrail’in boykot ve engellemeleri, iki devletli çözüm yolunda hâlâ ciddi engeller bulunduğunu ortaya koyuyor. Öte yandan, Avrupa ve Arap ülkelerinin desteği, Filistin’in uluslararası tanınma sürecinde yeni bir momentum yaratabileceğini gösteriyor. Filistin meselesi, sadece Ortadoğu’nun değil, aynı zamanda uluslararası hukukun, diplomatik denge ve siyasi iradenin test edildiği kritik bir gündem maddesi olmaya devam ediyor.

Halkın direnişi: ‘Nehirden denize’ bir özgürlük talebi

Tüm baskılara rağmen Filistin halkının direnişi sürüyor. “Nehirden denize özgür Filistin” sloganı, bir yok oluşa karşı yaşamı savunmanın çağrısı. Gazze’de kadınların, çocukların, gençlerin ve diasporadaki toplulukların sivil direnci, Filistin kimliğinin taşıyıcı gücü haline gelmiş durumda. 2 yıllık soykırıma karşı direnişin devam etmesi, Filistin’in yalnızca kurban değil, aynı zamanda direnen bir halk olduğunu tüm dünyaya gösteriyor.

Bu durum küresel vicdanda önemli bir kırılma yaratıyor. Bunun en güncel örneklerinden biri, ablukanın kırılması için yola çıkan SUMUD filosu. Sivil toplum örgütlerinin ve uluslararası aktivistlerin öncülüğündeki bu girişim, denizden dayanışmayı somutlaştırırken aynı zamanda Gazze’deki umuda nefes oluyor.

Hafta sonu başta İtalya olmak üzere birçok Avrupa kentinde gerçekleştirilen kitlesel yürüyüşler de aynı ruhun ifadesiydi. Roma, Milano ve Torino’da on binler sokaklara çıkarak “Özgür Filistin” çağrısı yaptı. Bir sendika lideri, grev meydanında şunu söyledi: “Bugün iş bırakıyoruz çünkü Filistin’de çocuklar ölüyor. Çalışmaya devam etmek sessiz kalmak demektir.”

Geçen hafta İngiltere’de Wembley Arena’da düzenlenen “Together for Palestine” konserinde, sahneye çıkan Filistinli bir müzisyen şunları dile getirdi: “Şarkılarımız, yıkılmış evlerimizin sesi, kaybettiklerimizin hatırası ve özgürlük umududur.”

Paris, Madrid, Berlin ve Brüksel’deki eylemler, Filistin’in yalnız bırakılmadığını dünyaya hatırlattı. Bu küresel dayanışma, Filistin halkının mücadelesini yalnızlaştırmaya çalışan resmi politikaları boşa düşürüyor.

Filistin meselesi yalnızca Ortadoğu’nun değil, küresel vicdanın sınavıdır. Bugün sorulması gereken temel soru şudur: İsrail’in politikaları karşısında sessiz kalmak, tarihin hangi tarafında yer almak demektir?

BM zirvesinde dile getirilen “iki devletli çözüm” çağrıları önemli olsa da uygulamaya dönüşmedikçe Filistin halkının yaşamını değiştirmeyecektir. Filistinli bir gazetecinin sözleri, bu çelişkiyi özetler nitelikteydi: BM’de dakikalarca konuşuyorlar, ama Gazze’de dakikalar hayatla ölüm arasındaki farkı belirliyor.” Netanyahu’nun BM’de sahneye çıkarken, Abbas’ın dışlandığı bir tabloda adaletten söz etmek mümkün değildir.

Eğer gerçekten barıştan bahsedilecekse, bu ancak işgalin sona ermesi, ablukanın kaldırılması ve Filistin halkının özgürlüğünün tanınmasıyla mümkündür.

Tarih yalnızca güçlülerin değil, adalet için mücadele edenlerin de tarafını kayda geçirir. Bugün sessiz kalmak, işgalin yanında yer almak demektir. Tarih, sessizliği değil; cesareti, dayanışmayı ve özgürlük talebini yazacaktır.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.