“Bu masum kentin göklerinde,
Sayıklar gibi gürül gürül soluyor
Yakıp yıkıyor acımadan
Nesi varsa sevip saydığı insanların
Ares adlı bu acımasız tanrı!
Dehşet çığlıklarıyla doluyor sokaklar,
Asker askerin önünde düşüyor.
Bu dinmeyen bebek çığlıkları
Kan gölü sokaklardan geliyor!”
Antik Yunan tragedya ozanı Eshilos, savaş tanrısı Ares’i böyle anlatıyor. Kendisi için kafataslarından bir piramit inşa edilen Ares’i. Ki o piramide konulan son kafatası, Ares’in kendi çocuğunun kafatası.
Anılarıyla, acılarıyla yüreğimizi durmaksızın dağlayan, dağ başlarında mezarsız kalan, anne babalarını sıvasız evlerinde duvara asılmış bir bayrak ile baş başa bırakan genç ölüleri, hayatlarımızdan koparıp alan bir savaş yaşanmakta nicedir. Durmaksızın zehirli bir dille, savaştan, korkudan, öfkeden başka bir şey düşünmesine imkan verilmeyen bir topluma, barışın mümkün olduğunu anlatmaya çalışıyor birileri.
Aynı göğün altında, binlerce yıldır birlikte yaşadığını öteki gören bir ruh ikliminden, yanı başındakinin acısını anlayabilecek bir duyarlılığa, birbiriyle hemhal olmaya evrilecek anlayışa ihtiyacımız var. Ortadoğu’nun kan ve şiddet ile sınandığı bir zamanda, şiddetin ve çatışmanın kader olmadığını, birlikte, barış içinde ve herkesin kendi rengiyle, diliyle, inancıyla var olacağı, kendini güvende hissedebileceği bir kucaklaşmaya ihtiyacımız var.
Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz. Ama Eshilos’un tragedyasından 2.500 yıl sonra, barıştan mağduriyet devşiren bol miktarda Ares’in müridi var anlaşılan. Sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel varlığını sadece çatışma koşullarında koruyabilen, barışın ihtimali bile belirdiğinde telaşlanan mebzul miktarda şahsiyetsizlik abidesi yaşıyor bu topraklarda.
Yüz yılı aşkın süredir devam eden, son 40 yılı binlerce can kaybına sebebiyet vermiş Kürt meselesinin, nihayet barışçıl ve demokratik bir ortamda çözümüne imkan veren düzlem var önümüzde. Ellerin nihayet tetikten çekildiği, PKK’nin fesih kararı alıp, silahlarını yakmaya karar verdiği, toplumun artık siyasi otoriteden cesaretli ve pratik yasal adımlar beklediği bir dönemde, Ares’in müritleri de kendilerini ifşa ediyorlar durmaksızın.
Barış mağdurlarının sızlanmaları için bahane bulmaları çok zor olmuyor ne de olsa. Meclis resepsiyonundaki bir fotoğrafın üzerinde tepiniyorlar örneğin. Milyonlarca yurttaşın, öncelikle Kürt meselesini müzakere etmesi için oy verdiği DEM Parti milletvekillerinin meclise gitmesini, muhataplarıyla konuşmasını eleştiriyorlar görünürde. Oysa bir yıl önce başka bir kulvarda “normalleşme” güzellemeleri yapıyorlardı kendileri. İlk fırsatta iktidarın arkasında hizaya girenler, mitinglerinde bayrak sallayanlar, manşetlerini iktidarın seçtiği kelimelerle atanlar, sırf bir barış ihtimali var diye, Kürtleri “faşizmle” iş birliği yapmakla suçluyorlar.
Aynı iddianın sahipleri, aynı iktidar tarafından haksız ve hukuksuz şekilde cezaevlerinde tutulan siyasetçileri ise tahkir edecek bir dil kullanmaktan çekinmiyorlar. Çünkü biliyorlar ki, bu birbiriyle çelişen iki tavrın da aslında tek bir hedefi var. Onları çok mağdur edecek barış ihtimalinin önüne geçmek. Yıllarca hiçbir şey üretmeden, sadece karşıtlık üzerinden koltuklarını koruyanlar, resimli kitaplarını bilmem kaç bin liralık fiyatlarla satanlar, ihtiyaçları olduğunda faşistlere bakanlık koltuğu vermek için protokol imzalayanlar elbette ki barışın mağduru olurlar.
Ya da, dertleri aslında yüz yıldır her fırsatta gözümüze soktukları, vatan, millet, bayrak, güvenlik olmayıp, sadece Kürtlerin en temel haklarından mahrum bırakılması olanlar, kendi varlıklarını illa ki Kürtlerin yokluğu üzerinden kuranlar, Kürtlerin siyasi temsiliyetinden, dilinin, kültürünün, halayının, yani bir bütün olarak Kürtlerin kendisinin görünür olmasından ontolojik bir rahatsızlık duyanlar barışın kaybedenleri oluyorlar.
Geciktiğimiz her günün yeni kayıplara, yeni acılara yol açacağını umursamayanlar, gelecekteki siyasal kurguda halef olarak yerini sağlamlaştırmak isteyenler, her nefret söyleminden sonra anketörlere koşup, oy oranının binde kaç arttığını hesaplatanlar, barış sürecine yönelik tutumu parti içi çekişmelere kurban edenler de bu mağdurların doğal ittifakları oluyor doğal olarak.
Ve bu ortaklık; yeni gelince Suriye’de savaş tamtamları çalan, kulakları tırmalayan bir orkestraya dönüşüyor, operasyon tehditlerini manşetlere taşıyor, gerçeği eğip bükerek, yalanları üstümüze boca ederek bu kirli ittifakın cephesini tahkim ediyor.
Bir daha asla sokağından bile geçmeyecekleri sıvasız evlerde, çocuklarının fotoğraflarına sarılıp ağlayan yoksullara, ağdalı kelimelerle süsledikleri yazılarıyla, buğulu sesleriyle sundukları haber bültenleriyle, mitinglerde salladıkları bayraklarıyla, tumturaklı söylevleriyle, devlet adamı pozlarıyla ölümü ve savaşı kutsuyorlar. Sarsılmaz bir imanla, kafataslarından yapılan piramidi yükselterek, savaş tanrılarına ibadet ediyorlar.
Siyasete, paraya, silaha hükmeden bu kirli ittifakın karşısında, yaşamı ve barışı savunanlar, insanı, doğayı, toprağı korumaya çalışanlar, çıplak elleri ve çıplak sesleriyle mücadele ediyorlar. Bazen 10 Ekim’de olduğu gibi sokaklarda katlediliyor, bazen hapishanelerde direniyorlar. Yaşamları, canları, evlatları, kardeşleri, doğaları, ağaçları çalınanlar, yani bütün bu savaşlardan ve şiddetten mağdur olanlar, savaşın mağdurları, barışın sesini, ışığını mağrur ve tevekkül içinde karşılarken, savaşa doymayanlar, mağduriyet edebiyatı yapıyor. Vaziyetimiz aşağı yukarı budur.