Bereketli Hilal olarak adlandırılan Mezopotamya, günümüzde ciddi bir su kriziyle karşı karşıya. Taşıdığı su miktarı günden güne düşen Fırat ve Dicle nehirlerinin beslediği Mezopotamya’nın iklim krizinin yol açtığı susuzluk nedeniyle ekosistemi çöküş, ibarelerini geride bıraktı. İklim krizinin yanında Türkiye, Irak, İran ve Suriye gibi havzayı paylaşan ülkelerin suyu güç olarak kullanma politikaları da hem çatışmaları hem de toplumsal göçü tetikliyor. Öyle ki, yakın zamanda İran’da yaşanan su ve zemin çökme krizi nedeniyle başkent Tahran’ın taşınması dahi gündeme geldi. Önümüzdeki yıllarda bu kaynak savaşının etkileri yalnızca çevresel değil; aynı zamanda ekonomik, siyasi ve insani boyutuyla derinleşecek krizlerin habercisi görünüyor.
Yaşanan ve yaşanması olası krizlerin ve bunlara insani çözümlerin tartışıldığı Mezopotamya Su Forumu’nun katılımcıları, krizi ve krizi aşmanın yollarını Mezopotamya Ajansı’na (MA) değerlendirdi.
‘Suyun serbest ve özgür olması gerekiyor’
Prof. Dr. Beyza Üstün, krizinin suyun metalaştırılması ve kapitalist sistemin sermaye birikimi stratejisiyle bağlantılı olduğunu belirterek, yaşanan su, sağlık ve iklim krizlerinin bu kararların sonucu olduğunun altını çizdi. Bu krizlerin sorumlusunun halklar değil, sistemin kendisi olduğunu ifade eden Beyza Üstün, “Mezopotamya, su varlıkları açısından kadim bir coğrafya, Ortadoğu’nun tamamen can damarı. Su, bu havzayı besleyen en önemli unsur, suların tüm havzalarda yaşamı beslediğini ve yaşamın temel unsuru olduğunu hepimiz biliyoruz; Mezopotamya’da da öyle. Eğer varlıkların, buradaki kadim gelenekleriyle birlikte, Mezopotamya havzasında yaşayabilmesi isteniyorsa halklarıyla, canlılarıyla, ekosistemiyle tüm varlıkların yaşayabilmesi için suyun serbest ve özgür olması gerekiyor. Suyun üzerindeki politikalar hem kapitalist sistemin hem de kapitalist sistemin yürütücülüğünü yapan ulus devletlerin politikalarının bugün geldiği durumunu ortaya koyuyor. Bugüne kadar pek çok araç kullandılar; güvenlik barajları, büyük küçük barajlar adı altında suyun metalaştırılması soykırıma, ekolojik kırıma kadar ulaştı” diye konuştu.
‘Türlerin yok oluşuna tanıklık ediyoruz’
Mezopotamya su havzasında halklar, araştırmacılar ve ekoloji örgütleriyle birlikte suyu ve bölgenin kadim kimliğini korumak için dayanışma içinde olduklarını belirten Beyza Üstün, “Yaşam bitiyor. Bunun üzerine halklar üzerinde hegemonya kurulduğu gibi, aslında türlerin yok oluşuna da tanıklık ediyoruz. Yani suya erişemeyen tüm canlılar yok oluyor, bu çok net. Dolayısıyla bu hegemonyanın ortadan kaldırılması lazım. Bunun yöntemlerini tartışacağız” ifadelerini kullandı.
‘Krizi iliğine kadar anlatmamız lazım’
Suyun yalnızca insanlar için değil, mikroorganizmalardan tüm canlılara kadar hayatın temel kaynağı olduğunu ifade eden ekolojist Fatih Şahin, “Eğer bir coğrafyada suyun tahakkümü, tutsaklığı veya esareti söz konusuysa, bu durum birçok yeni tahribata neden olabiliyor. Bu, yalnızca Mezopotamya’daki halkların ya da burada yaşayan doğal canlıların sorunu değil; tüm dünyayı kapsayan bir eko kırım, ekolojik bir tahribattır. Biz, bugün birçok ülkenin aktivistleriyle birlikte bir çalıştay düzenledik. Bu çalıştayın önemi, halklara barışı getirmesi ve suyun tüm canlılar için, tüm varlıkların ortak değeri olduğunu göstermesidir. Bunu, tüm insanlığa anlatmamız gerekiyor” diye belirtti.
‘Su krizi 3’üncü Dünya Savaşı’nın çıkma sebebi’
Su krizinin 3’üncü Dünya Savaşı’nın çıkma nedenlerinden biri olarak görüldüğünü belirten Şahin, “Bugün Mezopotamya havzasının alt kısımlarında bulunan devletler ve halklar, ne yazık ki Keban, Atatürk ve Ilısu gibi birçok barajın etkisiyle susuz kalabiliyor. Bu durum, yeraltı kaynaklarına dayalı bir proje ve politika üretmelerine neden oluyor. Ancak bu da geleceği adeta yok ediyor. Çünkü arsenik, cıva, kurşun gibi birçok zararlı madde yeryüzüne çıkıyor ve bu maddeler bitkisinden insanına, canlısına kadar herkesi öldürüyor. Devletler, suyu bir silah olarak, hegemonik bir güç olarak kullanarak diğer devletlerin zayıflamasına, hatta yok olmasına sebep oluyor” şeklinde konuştu.
Krize en az sebep olan kesimlerin, krizden en çok etkilenenler olduğunu vurgulayana Polen Ekoloji Kolektifi’nden İrem Aydemir, şöyle devam etti: “Ekolojik krizden en büyük zararı gören, bu mücadelenin en ön saflarında bulunan insanlardır. Bu sebeple, bu konuları tartışırken elbette devletlerarası politikalar ya da devlet içinde ve sınır ötesinde yürütülen politikalar değerlidir ve önemlidir. Bu alanlarda tartışmalar yürütülüyor, ancak aynı zamanda bizler, tabandan yukarıya doğru nasıl işbirlikleri gerçekleştirebiliriz, bunun üzerine düşünmeliyiz. Birbirimizi bu konuda bilgilendirebilir ve dayanışmayı güçlendirebiliriz.”
‘Rant projeleri, ıslah etme düşüncesini barındırıyor’
Suyun yaşam için taşıdığı öneme dikkat çeken İrem Aydemir, insanların sudan mahrum bırakılmasının doğrudan bir yaşam hakkı ihlali olduğunu vurgulayarak, şunları söyledi: “Bu durum, devletlerarası politikalarda da çok net bir şekilde görülüyor. Ancak devletlerin kendi politikalarına ek olarak, onların işbirliği yaptığı çok uluslu şirketler de bu meselede çok ciddi bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Mevcut rant projeleri, petrol projeleri, baraj projeleri, çeşitli altyapı projeleri vb. nehirleri ya da suları ıslah etme kisvesiyle yürütülüyor. Ancak bu projeler, aynı zamanda orada yaşayan halkları da ıslah etme düşüncesini barındırıyor. Bu ıslah etme meselesi, üstünlük kurma anlayışından geliyor. Yani belirli bir sınıflandırma yapılıyor, insandan sayılan ya da daha değerli sayılan yaşamlar var. Bu değer yargısı, koordinat olarak nerede yaşadığınızla, ten renginizle, konuştuğunuz dille, inancınızla ölçülebiliyor.”
‘Tüm varlıkların hakkını savunmamız gerekiyor’
İnsan yaşamının değersizleştirilmesiyle birlikte, doğanın da sistematik biçimde değersizleştirildiğini ve bu durumun ciddi hak ihlallerine yol açtığını dile getiren İrem Aydemir, şunları dile getirdi: “Biz doğayı çoğunlukla insan hakkı üzerinden tanımlıyoruz, temiz su insan hakkıdır, temiz hava insan hakkıdır, temiz toprak insan hakkıdır şeklinde. Ama bundan da öte, doğal varlıkların da kendi içlerinde haklara sahip olması gerekir. Bu varlıklar, yasal düzlemde ve sosyo-politik düzlemde savunulması gereken, yaşamsal varlıklar olarak ele alınmalıdır. Tıpkı hakkı elinden alınan bir insanı savunduğumuz gibi, hakkı elinden alınan diğer varlıkları da benzer şekilde savunmamız gerekiyor.”
Mezopotamya’da 1970’lerden sonra yapılan barajların yalnızca enerji değil, özel savaş politikaları amacına yönelik olduğunu belirten Wan Ekoloji Derneği Eş Sözcüsü Erdoğan Ödük, şöyle devam etti: “Bu çerçevede yapılan barajlar güneyde sınırları aşan Fırat ve Dicle nehirleriyle birlikte bölge halklarını ciddi oranda susuz bırakıyor, bu da onları göçe zorluyor. Bölgesel demografik yapılarda ciddi değişiklikler olduğunu görebiliyoruz. Bugün Basra Körfezi’nde sazlıkların çok ciddi anlamda yok olduğunu, inşa edilen HES’lerle su varlıklarının neredeyse tamamının kuruduğunu gözlemliyoruz. Siyanürle aranan altın yataklarında, özellikle Ağrı bölgesinde Diyadin ilçesi, Murat Nehri kıyısında oluşabilecek bir siyanür sızıntısı bütün bir havzayı telafisi olmayacak şekilde yok edebilecek bir krize yol açabilir.”
Tişrin Barajı saldırısı
Özellikle su politikalarının Mezopotamya kritik bir silah işlevi gördüğünü vurgulayan Ödük, şunları kaydetti: “Saddam Hüseyin rejiminde de gördük Irak’ta suyla tehdit etme ve susuz bırakma politikalarının yol açtığı göçleri iyi biliyoruz. Bugün Rojava bölgesinde ilk saldırıların Tişrin Barajı’na yönelmesi de bu politikaların sonucudur. Bölge halklarının bu aşamada yapması gereken, özellikle yerelde ciddi bir ekolojik bilince ulaşmak ve bu çerçevede örgütlenmektir. Su komünlerinin oluşturulması, eşit ve adaletli paylaşım için meclislerin kurulması gerekiyor, çalışmaların bu yönde ilerlemesi elzem. Bu yalnızca bir bölgeyle değil, tüm dünyadaki küresel krize karşı halkların mücadelesiyle olumlu sonuçlanabilir. Aksi takdirde bir grubun ya da yalnızca bir kitlenin mücadelesi çok sorunlu ve zorlu geçecektir.” (MA)