Entegrasyon kavramı, asimilasyonla çok fazla karıştırılan bir kavram. Bu yanıyla, negatif imalarla da yüklendiğini söyleyebiliriz. Tam da bu sebepten “demokratik entegrasyon” kavramını kullanmak, entegrasyonun muhtevasını açıklayabilmek açısından önemli. Asimilasyonun aksine entegrasyon, bir grubun ya da güncel konumuz üzerinden Kürt halkının kimlik özelliklerini kaybetmeden, dilini istediği gibi konuşabileceği, kültürel ve tarihsel özelliklerinden vazgeçmek zorunda bırakılmadığı bir biçimde toplumsal ve siyasal alana katılabilmesini işaret ediyor. Hiyerarşik, bütünün içerisinde eriyen, bir “mozaiğin” talî unsuru olan bir katılım yerine; eşit ve özgür bir katılımın imkanlarını arayan ve aramaktan ötesine geçerek inşa eden bir yaklaşım. Bu haliyle de demokratik entegrasyonun, asimilasyon politikalarının karşısında duran, ancak bütünden -yani hem devletten hem de toplumdan- hakkını talep etmek ve almaktan da vazgeçmeyen bir perspektif olduğunu vurgulamamız gerek.
Öte yandan, entegrasyon ile bağlantılı ancak ondan ayrı bir kavram olarak sosyal içermeden de bahsetmemiz gerekiyor. İnsan haklarına dayalı bir perspektiften, “sosyal içerme”, bir insanın toplumsal kimliğinin ve hukuki kişiliğinin tam olarak tanınması, bireyin toplum içinde kendini tam olarak gerçekleştirebilmesi, kişinin sosyal, özel ve kamusal yapılar içinde kabul edilmesi ve tanınması; eğitime, kültüre, istihdama ve sivil alana dayalı katılım kanalları üzerinden toplum içindeki ilişkiler ağına entegre edilmesi anlamına gelir.
2010’lu yıllarda LGBTİ+ hareketinin – eleştirel bir şekilde – tartışmaya açtığı sosyal içerme kavramının entegrasyondan temel farkının, egemen ile ezilen arasındaki ilişkide egemeni “içermesi gereken” olarak işaretlemesi olduğu söylenebilir. Bu yanıyla, sosyal içerme kavramı entegrasyona çok benzer bir hattı savunsa da; aradaki fark ezilen, dışlanana yüklediği anlam ve diyalektik ilişkide saklı.
Sosyal içerme ve bu yöndeki sosyal politikalar endeksli yaklaşımlar; temelde toplumsal kimliğin tüm çeşitliliği içinde tanınması, kültürel ifadenin desteklenmesi, hukuki kişiliğin tanınması, ayrımcılığın yasaklanması, karar alma süreçlerine ve siyasete katılım gibi başlıklar içerisinde bir tür eşitliği hedefler. Ancak gözden kaçırdığı ya da bilerek görmezden geldiği hakikat ise; kimliğin kolektif olarak inşa edildiği algısıdır. Bu yanıyla neo-liberal bireyci yaklaşıma göz kırpan, kolektif kimlikler ve tarihselliği görünmezleştiren bir bireysel eşitlenme vaadi diyebiliriz. Bireyin, mensubu olduğu kolektif topluluk özgürleşmeden tam anlamıyla özgürleşemeyeceği ve esasen birey de olamayacağı gerçeği; sosyal içerme temelli yaklaşımlarda göz ardı edilir. Buna karşılık demokratik entegrasyonun temelinde kolektif kimlik ve kolektif tanınma vardır.
Gettolar değil, kentin tamamı…
Neo-liberal “çözümler” ile, demokratik entegrasyon arasındaki ikinci fark ise daha temel bir fark. Sosyal içerme gibi yaklaşımlar, içermek istediğini iddia ettiği ile bütün arasındaki; demokratik toplum ile devlet arasındaki diyalektik tarihsel ilişkiyi anlamlandırmaktan yoksundur. Oysaki, demokratik entegrasyonun temel tezi; diyalektik bir ilişkinin varlığı ve bunun da donmuş, belli sınırlara hapsedilmiş özneler arasındaki katı bir etkileşimden ibaret olmadığıdır. Diyalektik yöntemi anlayabilmek ve uygulayabilmek, karşıt görünen ya da konumlananların birbirini dönüştürerek yeni ve bir bütüncül bir evreye ulaşabileceğini kabul etmekle başlar. Yaşamın kendisini çelişki olarak gören, bu çelişkileri ilerlemeci ve lineer bir yaklaşımla aşmak yerine sarmal bir tarihsellik ve yaşamı yeniden kurma sanatı olan diyalektik yöntem; bizi asimilasyon ve sosyal içerme gibi yaklaşımlar yerine demokratik entegrasyona götürür.
Demokratik entegrasyonu bu bağlamda uzun yıllardır çatışmalı süreçlerle anılan “Kürt meselesinde” çözümün Kürtlere Kürtlüklerinin geri verilmesi, Kürtlüğün gasp edilen haysiyet ve itibarının iadesinde saklı olduğu gerçeğini bir kez daha vurgulayan bir tarihsel strateji olarak yorumlayabiliriz. Bu stratejiyi de sadece “Kürt meselesi” üzerinden tartışmak yerine; toplumsal ve siyasal alandaki diğer çelişkiler bağlamında da ele almak; ön açıcı olabilir.
LGBTİ+ hareketinin 1990’larda yükselttiği “Eşcinsel gettolar değil, kentin tamamını istiyoruz” sloganı, entegrasyon tartışmasını somutlaştıran önemli bir örnek olarak görülebilir. Bu slogan, bir yandan LGBTİ+’ların yaşam alanlarının yalnızca belli mekânlarla, belli semtlerle, belli gettolarla sınırlandırılmasına bir itirazdır; öte yandan kimliğini koruyarak toplumsal bütüne eşit ve özgür katılım talebidir. Tam da bu yanıyla, entegrasyonu asimilasyondan ayıran çizgiyi çeker. Gettolaşma, görünürlük sağlasa bile çoğunlukla dışlama, marjinalleştirme ve toplumun geri kalanından yalıtılma anlamına gelir. Asimilasyon ise varlığıyla, kimliğiyle yok olma, erime dayatmasıdır. Oysa bu slogan, her iki uca da itiraz eder: Ne gettolarla sınırlı bir marjinallik, ne de kimliğini terk ederek görünmezleşme… LGBTİ+ hareketi, kentin tamamında, yani toplumsal bütün içinde, kendi kimliğiyle var olmanın, eşit ve özgürce katılmanın imkanını arar.
Demokratik entegrasyon tam da bu hattı işaret eder. Bütünleşme, LGBTİ+’ların “kent hakkı” üzerinden de düşünülebilir: Kente, topluma, siyasete, kültüre, hukuka ve gündelik yaşama kendi özgün varlığıyla katılmak; varlığını koruyarak kolektif bütünün parçası olmak. Bu noktada entegrasyon, yalnızca “bizim de burada bir yerimiz var” demek değildir; aynı zamanda toplumun bütününün de dönüşmesini, heteronormatif, cinsiyetçi, patriyarkal yapının aşılmasını talep eder. Dolayısıyla entegrasyon tek yönlü bir uyum değil, karşılıklı bir değişimdir.
Diyalektik birliktelik
Demokratik entegrasyonun bir diğer boyutu, Osmanlı’daki millet sisteminin tersine, farklı toplulukları birbirinden yalıtan, kendi “gettolarında” tutan bir anlayışa karşı durmasıdır. Millet sistemi, toplulukları kendi kimlikleriyle var ediyor gibi görünse de esasında onları birbirinden izole ederek bütünün dönüşümüne izin vermeyen, katı sınırlar çizen bir düzendi. Oysa entegrasyon, bu tür bir yan yana varoluşu değil, diyalektik bir birlikteliği hedefler: Karşılıklı temas, dönüşüm ve birlikte yeni bir hakikatin inşası.
Bu diyalektik bütünleşme arayışını en güçlü şekilde gösteren örneklerden biri, Kürt halkının son otuz yıldaki özgürlük mücadelesi. Zorunlu göçler, savaşın yarattığı yerinden edilmeler ve büyük şehirlere yönelen nüfus hareketleriyle birlikte Kürt halkı artık yalnızca belli bir coğrafyaya sıkıştırılamaz. İstanbul, İzmir, Mersin, Adana ve daha pek çok kent, Kürt realitesinin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Bu durum, sosyolojik olarak yeni bir gerçekliğe işaret ediyor: Kürt kimliği Türkiye’nin bütününde kendini kurmakta, toplumsal dokunun asli unsurlarından biri haline gelmektedir. Hatta Türkiye’nin en büyük kenti olan İstanbul’un belediye başkanını belirleyen sosyolojik realite de bu oldu.
Tam da bu nedenle, bu sosyolojik gerçekliği siyasal eşitliğe dönüştürmenin stratejik paradigması olarak entegrasyon öne çıkıyor. Entegrasyon burada ne Osmanlı’daki gibi kimlikleri birbirinden ayrıştırıp duvarlar örmektir, ne de ulus-devletin dayattığı gibi bir kimliğin diğerinde erimesi… Aksine, karşılıklı bir tanınma ve dönüşüm ilişkisi içinde siyasal eşitliğin kurulmasıdır.
Entegrasyon ve çokluk
Fakat bu noktada altı kalınca çizilmesi gereken bir mesele vardır: Çokluk meselesi. Entegrasyon, tek bir kimliğin, tek bir hakikatin ya da tek bir halkın bütünü belirlemesi demek değildir. Entegrasyonun stratejik değeri, tam da çokluğu, yani farklı kimlikleri, dilleri, inançları, toplumsal deneyimleri aynı siyasal zeminde eşit özne olarak kabul etmesinde yatar. Kürt mücadelesi bu çokluğun en görünür taşıyıcılarından biridir, ancak demokratik entegrasyon perspektifi Kürt halkını yalnızlaştırmaz; aksine kadın özgürlük mücadelesiyle, LGBTİ+ hareketiyle, farklı inanç ve halkların mücadeleleriyle yan yana, karşılıklı bir dönüşüm içinde yeni bir toplumsal yaşam inşasını zorunlu kılar.
Demokratik entegrasyon tartışmasını daha ileri taşımak için “çokluk” meselesini açmamız gerekiyor. Burada Antonio Negri ve Michael Hardt’ın İmparatorluk ve Çokluk kitaplarında geliştirdikleri kavram seti ufuk açıcı olabilir. Hardt ve Negri, “ulus” gibi yekpare kategorilerin modern iktidar biçimlerinin dayatması olduğunu; küresel kapitalizme karşı direnişin ise ancak “çokluk” üzerinden düşünülebileceğini savunurlar. Çokluk, homojen bir bütün değil; farklılıklarıyla var olan ama ortaklaşabilen bir siyasal özneleşme halidir.
Bu perspektiften bakıldığında entegrasyonun stratejik önemi daha da belirginleşir. Entegrasyon, farklı kimlikleri tek bir potada eritmek değildir; onların özgünlüğünü koruyarak yeni bir bütün oluşturma pratiğidir. Hardt ve Negri’nin çokluk kavrayışıyla buluştuğu nokta tam da burasıdır: Çelişkili, heterojen, farklı dillerden, cinsiyetlerden, kimliklerden oluşan toplumsal dokunun, eşitlikçi ve özgürlükçü bir zeminde yan yana durabilmesi. Entegrasyon, bu farklılıkların yok sayılması değil; farklılıklar arasındaki karşılıklı tanınma ve dönüşüm ilişkisi üzerinden bir “ortaklaşma”dır.
Dolayısıyla demokratik entegrasyon, Kürt halkının tarihsel mücadelesinin bir stratejik paradigması olmanın ötesinde, farklı mücadelelerin birbirine dokunabileceği, birbirini dönüştürebileceği bir ortaklaşma zemini yaratır.
Entegrasyonun paradigmatik değeri de burada gizli: Ulus-devletin tekçi ideolojisinin karşısına, Hardt ve Negri’nin tarif ettiği gibi çokluğu kurucu bir unsur olarak koymak. Entegrasyon, tekçi bir “birlik” değil; farklılıkların kendi hakikatlerini koruyarak oluşturduğu diyalektik bir bütünlüktür. Bu anlamda demokratik entegrasyon, çokluğu siyasallaştıran, yani çokluğu yalnızca bir toplumsal durum değil, aynı zamanda özgürleşme ve eşitlik mücadelesinin asli öznesi haline getiren bir stratejik çerçeve olarak görülebilir. Daha doğrusu, demokratik entegrasyon Hardt ve Negri’nin tarif ettiği düzlemin nasıl hayata geçirilebileceği sorusuna hakiki bir yanıttır.
Entegrasyon ve akışkanlık
Çokluğu queer teori perspektifiyle düşündüğümüzde, kavram daha da zenginleşiyor. Judith Butler’ın toplumsal cinsiyet performativitesi üzerine geliştirdiği fikirler bize, kimliğin sabit bir öz değil; tekrarlar, pratikler ve ilişkiler içinde kurulan bir süreç olduğunu gösterir. Kimlik, kalıplaşmış ve durağan bir kategori değil; sürekli yeniden inşa edilen, akışkan ve geçişken bir olgudur. Bu akışkanlık, queer teorinin en radikal önermelerinden biridir: Sabit “kadın”, “erkek”, “heteroseksüel”, “eşcinsel” kategorilerinin dışında, kimliklerin kesişimsel ve çoğul bir biçimde yaşanabileceği fikri.
Tam da bu noktada demokratik entegrasyon, queer düşünceyle kesişir. Demokratik entegrasyon, kimliklerin sabit kalıplar içinde tutulmasını değil, farklı kimliklerin karşılıklı tanınarak birlikte dönüşmesini hedefler. Bu süreç, queer teoriye içkin olan akışkanlıkla aynı yerde buluşur: Katı sınırların aşındırılması, geçişkenliklerin mümkün kılınması ve yeni toplumsal varoluş biçimlerinin ortaya çıkması.
Diyalektik bağlamda bu akışkanlık, karşıtlıkların birbirini dönüştürerek yeni bir bütün oluşturmasının dinamiğini anlatır. Tıpkı toplumsal cinsiyet kategorilerinin queer teoriyle sabitlikten akışkanlığa evrilmesi gibi, demokratik entegrasyon da toplumsal kimliklerin tekçilik ve asimilasyon dayatmasıyla dondurulmasına karşı bir “hareket” önerir. Burada diyalektik; ilerlemeci ve doğrusal bir aşamalanma değil; sarmal bir etkileşim, birbirini sürekli yeniden kuran bir dönüşüm ilişkisidir.
Dolayısıyla demokratik entegrasyonun çokluk anlayışı, queer teoriyle yan yana düşünüldüğünde iki önemli sonuç açığa çıkar:
Kimliklerin sabitlenmesine itiraz: Ne ulus-devletin tekçi öznesi, ne de neoliberal içerme politikalarının bireyci öznesi… Entegrasyon, kimliği sürekli yeniden kurulan, akışkan ve geçişken bir süreç olarak kavrar.
Karşılıklı dönüşüm: Özne her zaman toplumsal ilişkiler ağında kuruludur. Bu nedenle entegrasyon, yalnızca farklı kimliklerin topluma “eklenmesi” değil; toplumun da bu kimliklerle birlikte dönüşmesidir.
Entegrasyon ve mücadele
Kürt özgürlük mücadelesinden kadın hareketine, LGBTİ+ hareketinden farklı inanç topluluklarına kadar her bir kimlik ve mücadele, entegrasyon sürecinde hem kendi hakikatini koruyabilir hem de diğerleriyle temas içinde yeni bir hakikat yaratma imkanına sahip olur. Bu, queer teorinin işaret ettiği akışkanlıkla diyalektik yöntemin işaret ettiği karşıtlıklar-arası dönüşümün buluşma noktası olarak yorumlanabilir. Demokratik entegrasyon, bu buluşmayı stratejik bir paradigma olarak siyasal ve toplumsal özgürlüğe tercüme etme iddiasıdır.
Bütün bu tartışmalar gösteriyor ki entegrasyon, ne asimilasyonun dayattığı silinme, ne de neoliberal politikaların sunduğu bireysel içerilme vaadiyle açıklanabilir. Demokratik entegrasyon, tam tersine, kimliklerin kendi özgünlükleriyle kolektif bütünün parçası olduğu; farklılıkların yan yana var olmakla kalmayıp birbirini dönüştürdüğü diyalektik bir süreçtir.
Bu sürecin motoru ise mücadele. Entegrasyon, pasif bir uyum ya da mevcut düzenin sınırlarına rıza göstermek değil; eşitlik ve özgürlük temelinde yeni bir toplumsal hakikati kurma iddiasıdır. Kürt halkının mücadelesi, kadın özgürlük hareketi, LGBTİ+ hareketi ve diğer toplumsal direnişler tam da bu nedenle entegrasyonun asli aktörleridir. Mücadele, entegrasyonu mümkün kılar; entegrasyon ise mücadelenin kazanımlarını kalıcılaştırır.
Entegrasyon, farklı kimliklerin birbirine eklenmeden, birbirini silmeden, akışkan ve geçişken ilişkiler içinde ortaklaşmasını anlatır. Bu, queer teorinin akışkanlık vurgusu ile diyalektiğin karşılıklı dönüşüm anlayışının kesişiminde şekillenir. Dolayısıyla demokratik entegrasyon, bir teslimiyet değil; tam tersine bir özgürleşme ve yeniden kuruluş alanıdır…




