Çağdaş İngiliz edebiyatının klasiklerinden olan ve James Lloyd Carr’ın yazdığı Taşrada Bir Ay romanı, DR. Johnson, A. E. Housman ve Herbert Trench’ten birer epigrafla başlıyor. DR. Johnson’un Sözlüğü’nden “Roman: Ufak bir masal, ekseriyetle aşka dair.” epigrafı hem anlatım hem de anlatılan hakkında yeterince bilgi veriyor ilk anda. Bir ay gibi kısa bir dönemi yine kısacık bir anlatıma sığdırarak, roman genişliği ve derinliğiyle “aşk” ve “masal”ın sınırlarını gösteriyor. Sözkonusu savaş olunca durmamız gerekiyor haliyle. Ancak savaş ve travmalarını büyük bir ustalıkla farklı bir anlatımla aktarmayı başarmış yazar. Gizem, trajedi, aşk, sosyolojik analiz, kaçırılmış fırsatlar, dostluk, sanat ve güzellik gibi daha bir çok konunun içinde buluyoruz kendimizi. Buna, kırsal bir pastoralde birkaç karanlık alt akıntıyı incelikle ören bir karışım demek daha doğru. Yazar bunu önsözde, “Yine, insanın geçmiş hakkında yazdığı aylar boyunca hikâye, halihazırda yazarının başına gelmekte olan şeylerle renklenir. Haliyle ses tonu farkında olmaksızın değişir, baştaki niyetler uçup gider. Bana olan da buydu; kendimi birdenbire ne bugünün ne dünün ikame ettiği, daha karanlık bir manzaraya nazır bir pencereden dışarıya bakarken buldum.” diye anlatır.
Taşrada Bir Ay, savaş anlatımlarının olduğu, ajite ya da duygusallığa boğulmuş bir kitap değil. Tam tersine yumuşak anlatımın verdiği huzur, romanın büyüleyici yanını ön planda tutmuş. Yazarın usta performansı, özellikle karakterin kilisenin başyapıtını katman katman ortaya koyan çalışması ile hayatta neyin değerli olduğunu yavaş yavaş keşfetmesi arasındaki paralellik göz önüne alındığında bu daha iyi anlaşılıyor. Yazar da iç ve dış arasındaki zıtlıkları ustaca bir oyunun içinden mümkün olan her şekilde oynadığını kalemiyle göstermiş. Bu dili zaman katmanlarında da görüyoruz. Şimdiki zamandan geriyi anlattığının da aslında geçmiş zaman olduğunu kitabın sonunda düşülen tarihten anlıyoruz. Bu katmanlarla kendi geçmişimizden kurtulmanın mümkünsüzlüğünde kalabalığın içindeki yalnızlaşan bireyi işaret eder. Yitirilmiş bir dönemden yadigâr kalan sevinçleri, üzüntüleri, korkuları, kızgınlıkları, hayal kırıklıklarını, umutları, hayalleri ve tabii ki emekleri unutturmamanın katalogudur elimizdeki artık.
“Bütün bunlar uzun zaman önce yaşandı. Hiç geri dönmedim, hiç mektup yazmadım, bana Oxgodby’den havadis verebilecek biriyle hiç karşılaşmadım. O yüzden, nasıl bıraktıysam öyle duruyor hafızamda; geçmişle döşenmiş, havasız, sessiz, kapısı mühürlü bir oda, kalemin ucunda uzun zaman önce donmuş mürekkep gibi.”
J. L. Carr, taşranın dinginliğini ve pastoral yaşantısını, imkansız aşkın olanca hüznü ve lirizmiyle bezediği atmosferde, bir ülkenin kayıp güzelliğinin izini sürerken, unutturmamaya çalıştığı bütün o duyguların aslında hepimiz için ne kadar benzer, hatta ortak olduğunu da bize fısıldar. Okuru tanık olarak tutmaz, yazdıklarının içine alır, paylaşır. Acıyı içselleştirmiş olmanın verdiği bir olgunluk vardır. Ne onu unutarak ne de onu yücelterek bunu yapar. Bu yanıyla yüzleşme kitabı diyebilirim. Acıların yaşam içinde ortak bir dil olduğunu ve unutulmaması gerektiğinini sade bir geçişle yapar. Okur savaşın derin yaralarını görür ve etkilenir. Sanki kendi kaleminden ya da gözlemlediklerinden çıkmış gibi bir duyguyu yaşar.
Yıl 1920’dir ve romanın baş karakteri Tom Birkin, yüzünde doktorların zaman içinde iyileşeceğini belirttiği tikle cepheden dönmüştür. Yüzünün sol tarafını kontrol edememektedir. “Passchendaele’den yadigâr” olarak tanımladığı bu durum, aslında onun Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı siperlerinin travmatize olmuş bir kurbanı olduğunu ortaya koyar. Savaş resmi kayıtlarda III. Ypres Muharebesi olarak geçmekle beraber, daha çok Passchendaele Muharebesi olarak bilinen, paylaşım savaşının en sert çarpışmalarının yaşandığı muharebelerden biridir. 1917’nin Temmuz ve Kasım ayları arasında 600.000’den fazla insanın yaşamını yitirdiği, çoğu insanın sakat kaldığı o korkunç savaştan Birkin de şok içinde çıkmıştır. Üç yıl sonra bile, stresli bir an yaşadığında kekeleyerek ve yanak seğirmesiyle baş başa kalır.
Orta Çağ fresklerini restore etmek üzere eğitim görmüş, kalan son birkaç uzmandan biri olarak, Yorkshire’daki bir köy kilisesi tarafından üzeri badanalanmış tavandaki on dördüncü yüzyıldan kaldığı düşünülen duvar resmini yeniden ortaya çıkarması için işe alınmıştır. Roman bu iş için tren yolculuğu yaptığı Oxgodby’e ulaşmasıyla başlar. Kuzeyliler onun için fazlasıyla yeni insanlardır ve kendisini düşman bir ülkedeymiş gibi hisseder. Ancak ne var ki zanaatını icra edebileceği en iyi deneyimdir burada yapacağı iş. Çünkü ona ihanet eden bir eşi, onu yaralayan bir savaş ve becerilerinin artık geçerli olmadığını söyleyen bir dünya vardır. Yalnızlık duygusunu ortaya çıkaracağı fresklerin içine atar bir anlamda kendini. Duygunun ona alan açtığı, çoğalttığı ve içine soktuğu bir tür kıyafet ya da bir tür maskedir.
“Mesleklerimiz bizim mahrem fantezilerimiz, pelerinlerimiz, saklanmak için içine girdiğimiz kıyafetlerimizdir. Ve bir haftada iki kez hesap verdirmek adil yargılamanın ihlali anlamına gelir. Ama başıma gelen buydu.”
Oxgodby’de yaz ortasında sakin yaşam tarzıyla tanışıyoruz ilkin. Kırsalın rengârenk havasında güçlü mekân tasvirlerinin örüldüğü masalımsı anlatımda biz de çamura basmış, bir mezar taşının üzerine oturmuşuzdur.
“Yağmur dinmiş, mezarlıktaki çimenlerin üzerini çiy kaplamıştı; incecik örümcek ağları esen yelle havada salınırken, penceremden görebildiğim dişbudak ağaçlarından birinde ötmekte olan ardıç kuşuna kulak kabarttım.”
Çalışırken, yakınlarda arkeolojik kazılar yürüten, kendisi de asker olan Charles Moon ile tanışır. O da aynı yüzyıla ait vasiyetini yerine getirenler tarafından görevlendirilen Piers Hebron adında kayıp birinin mezarını bulmak üzere gönderilmiştir. Kitabın sonuna doğru bulunan mezarda, kayıp olan kişinin neden dışlandığının aktarımı ile savaşın insanda nasıl travmalar yarattığını, nelere yol açtığına bir kez daha tanık oluruz. Kiliseden dışlanan bu kişinin sırrı sadece savaşın kirli yüzünü değil, bir anlamda dinsel baskının da sonucudur.
“Göğüs kafesinde metal bir şey vardı; Moon bir kalem marifetiyle dürttükten sonra nazikçe çekip aldı. “Vay be ! Şu işe bak sen ! Bir hilâl bu,” dedi. “Kiliseye girmesine neden izin vermedikleri şimdi anlaşıldı. Müslümanmış. Seferde esir düşüp canını kurtarmak için dinini değiştirmiş olmalı!”
Dünyanın bütün topraklarında yaşanan bundan farksızdır. Ortadoğu bunun son örneği. Daha doğrusu Suriye’de yapılan barbarlıklar. Alevilerin katledilmesi, Dürzilerin sakal ve bıyıklarının kesilip katledilmeleri bunun en somut örneğidir. Kürtlere yapılan amansız saldırılar ve katliamlar sadece savaşın barbarlığından değil, dinsel ve etnik bağnazlıktan da kaynaklı.
Birkin, köy hayatına yavaş yavaş uyum sağlar, burada huzurlu bir hayat keşfeder. Birkin ve Moon için kırsaldaki yaşamla, dostlukla ve sade zevklerle yeniden bağ kurma fırsatıdır bu. Savaş sonrası dönemde kırsal yaşamı, dostluğu ve yoldaşlığı, artık yok olmuş bir dünyada şiirsel bir dille ele alınışa şahit oluruz. Savaş o denli acıdır ki insan normal yaşamdaki dinginliği, sevgiyi, hümanizmi yitirir. Her şey bittiğindeyse onu yakalamanın zorluğu ve mücadelesini verir. Kahramanların yaşadığı ve yaptığı sadece insani olan bu öze yolculuktur.
Haftalar geçtikçe Birkin, birkaç kat badana ve kirliliğin altında aradığı freskin muhteşem kalıntılarını keşfeder. Figürleri ortaya çıkarıp hayata döndürerek, stresini, yüzündeki kasılmayı ve kekemeliğini unutur. Sosyal hayata olan ilgisini yeniden keşfeder ve istasyon şefi ve ailesiyle vakit geçirmeye başlar, oradakilere yardım eder, pazar günleri düzenlenen panayırlara katılır. Kısa sürede kasaba yaşamı onu içine almıştır bile ve ona savaşın yaralarını sarmasında yardımcı olur.
Birkin’in sanatsal duyarlılığı ve eğitimi, mobilyaları, makineleri, mimariyi; hatta insanları ve antik yaşamların daha geniş bağlamını mükemmel bir şekilde betimleyen biri yapar. Yazarın detaylara olan hayranlığı sinematografik bir anlatımla aktarması okurla kurduğu bağdır. Bu bağ, duru anlatımın içinde okura kendini açan özgün bir sestir aynı zamanda.
Ancak Birkin rahibin karısına karşı filizlenen duyguları yüzünden huzursuzdur. Eşsiz güzelliğiyle Papazın eşi Alice onun gözünde adeta Botticelli tablosudur. Onun güzelliği “50 büyük İngiliz yazarı” listesindeki Penelope Fitzgerald’ın sunuş yazısında, “Venüs’ün Doğuşu değil, İlkbahar: hasır şapkasının kurdelesine daima papazın bahçesinden koparılmış bir gül takılı bir İlkbahar.” olarak tanımlanır. Onun yerine biz düşünürsek benzer bir güzellikle eş anlamlı görürüz. Benim gözümde o bir Zöhre yıldızı olarak canlandı. Harut ile Marut’un aşık olduğu kadın. Babil ülkesinin en güzeli.
Birkin restorasyonu anlaşmaya uygun olarak tam da Oxgodby’de güzün ilk soluğunun estiği gün bitirir. Fakat yılın bu yeni mevsiminin gelişi, Birkin’in Alice’e karşı beslediği tutkuyla iç içe anlatıma büründürülüp ayırt edilemez bir hâl alır. Fresk, kimine göre başyapıt kimine göre utanç tablosu olarak kabul edilen Son Yargı (Kıyamet Günü) tasviri gibi görünür. İyiler cennete, kötüler cehenneme… Birkin, Moon ve tüm askerlerin cehennem azabı çektiği savaşın dehşetini geri getiren bir alegori. Oysa Birkin duvar resminin, kırmızıların ve mavilerin muhteşem şöleni içinde bir kıyamet; İsa, kurtarılmış ruhlar ve günahkârlarla bir mahkeme olduğunu daha en baştan görmüştür.
“Ama orada olduğunu biliyordum. Ve yine biliyordum ki, Kıyamet Günü sahnesiydi. Muhakkak öyleydi çünkü cemaatin, kiliseye ondalık vergi denen haracı sökülmezlerse veya gebe koydukları kızlarla evlenmezlerse başlarına gelecek korkunç felaketleri görmesi gerekirdi; yolun sonu daima o muştulu yere çıkardı çünkü. Haşmetmeap İsa’ nın hakemliğinde ruhları günahlarla tartardı Mikail. Ve aşağıdaki ebedi fırından alevler yükselirdi elbette. Ne muhteşem, ne debdebeli, ne tantanalı bir sahne! Belki de kelle başına ödemede anlaşmak için bundan daha iyisini yapmış olmam gerekiyordu.”
Bütün tasvirler insanın zulmünden üretilmiş ve renklendirilmiştir. Onları yapan insan, yok eden de. Melekler yeryüzüne indiğinde onların kafasını karıştıran bir Zöhre hep olacaktır. Kıyamet günü denilen gün de savaşın her ânı olarak yaşanacaktır.
Taşrada Bir Ay, J. L. Carr, İngilizce Aslından Çeviren: Umay Öze, Jaguar Kitap-2021




