Bir zamanlar ‘Büyük Kolombiya Cumhuriyeti’ diye bir ülke vardı Güney Amerika’da, şimdi o bölgede dört ülke yer alıyor: Panama, Kolombiya, Venezuela ve Ekvador… 1810’lu yıllarda bağımsızlığını kazanan Venezuela’nın lideri Simón Bolivar, tüm Latin Amerika’yı kapsayan bir birleşik devlet kurmak amacıyla, İspanyol kolonyalizmine karşı büyük bir mücadele yürüttü. 1819’da, bugünkü Venezuela, Kolombiya ve Ekvador’u da içine alan bir cumhuriyet kuruldu ve cumhurbaşkanlığına getirilen Simón Bolívar’a ‘Libertador’ unvanı verildi. Büyük Kolombiya Cumhuriyeti’nin ömrü uzun olmadı ve birliği oluşturan devletler yaşanan savaşlar sonucunda 1830’da tamamen ayrıldılar. Bu ütopik birlik düşünün yıkıldığını gören Bolivar da aynı yıl öldü.
Ondan sonrası malum, ABD’nin arka bahçesi olarak yaklaşık iki asırdır süren bir mücadele… Orta Amerika’dan kıtanın en güney ucuna Tierra del Fuego’ya kadar yayılmış anti-emperyalist ve anti-faşist bir mücadele. Ve bugün hâlâ sürüyor!
ULUSAL BAĞIMSIZLIĞIN KALESİ
Halen Venezuela’nın resmi adı Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti (República Bolivariana de Venezuela)… Bu isim bile Washingon’ı deli etmeye yeter!.. Bugün hâlâ ABD’nin tüm Amerika kıtasını kendi arka bahçesi olarak görmesinin ve her türlü müdahaleyi yapmasının temeli Monroe Doktrini’ne dayanıyor. İster Demokratik Parti’den, ister Cumhuriyetçi Parti’den bir başkan Beyaz Saray’da oturuyor olsun, hiç fark emiyor. Doktrine göre; elde ettikleri ve sürdürdükleri özgür ve bağımsız konumlarıyla Amerika kıtaları, Avrupa devletlerinden herhangi birinin kolonileştirme isteklerine konu olamaz. Böyle bir müdahale ABD’nin barış ve güvenliğine bir tehdittir. Sanki Avrupa emperyalizmine bir başkaldırı gibi algılanıyor değil mi? Öyle değil! Aslına bakarsanız, Türkçesi; Amerika kıtasının neresinde olursa olsun, ABD’nin dediği olur! ABD Başkanı James Monroe’nun 2 Aralık 1823’te kongreye sunduğu bu doktrin, Washington’ın dış politikasının tartışılmaz kurallarından biri…
DARBELER, KUŞATMALAR
İŞGALLER, AMBARGOLAR
Bugüne kadar hemen hemen güneyinde yer alan her ülkede darbeler gerçekleştiren, yüz binlerce insanın ölümüne sebep olan ABD saldırganlığı işte bu doktrine dayanıyor. Darbe yapamadığı ülkelerde ise işgalden geri durmuyor. Küçücük ada ülkesi Grenada ve Orta Amerika ülkesi Panama ABD tarafından işgal edilmiş iki ülke olarak tarihe geçti. Diğerlerinde işbirlikçileri bolca bulunduğundan askerî darbelerle işi götürdü. Bugün ise askerî darbe denemelerine devam ediyor. Ancak daha çok sivil darbeleri tercih ediyor.
Venezuela uzun yıllardır, özellikle de 1999’dan bu yana ABD’nin hedefinde… 1999 Bolivarcılar’ın iktidara geldiği yıl. Hugo Chávez’in devlet başkanı olduğu günden bu yana, ülkedeki faşist ve diğer sağcı işbirlikçileriyle birlikte onlarca darbe planlayıp başarısız olması, Washington’ın Venezuela’yı takıntı haline getirmesine sebep oldu.
Gerek Hugo Chávez gerekse ardılı Nicolás Maduro’nun müthiş bir yönetim sergilediğini iddia etmek mümkün olmasa da, bağımsızlıkçı, kamucu ve ‘yoksullardan yana’ politikalarıyla kıtanın diğer ülkelerine örnek teşkil ettiğini söylemek mümkün. Güney Amerika’daki sol iktidarların başa gelmesinde önemli etkileri var. ‘Pembe Dalga’ denen bu eğilim tabii ki ABD için bir kabus. Bugüne kadar da önünü alabilmiş değil. Şu anda eskisi kadar etkin değil belki kıtada bu ‘Pembe Dalga’, ancak Washington için her zaman bir tehdit.
ARKA BAHÇEDEKİ DİKEN!
Yani ABD’nin Venezuela’ya öyle ya da böyle müdahale etmeye kararlı olması, salt bir ‘düşman’ı ortadan kaldırmaktan öte Güney Amerika’daki hegomonyasını perçinlemek için şart! Washington’ın taktikleri değişse de strateji hep aynı; ‘melez’ savaş…
ABD ve müttefikleri, Venezuela’ya karşı yıllardır amansız bir mücadele yürütüyor. Bu mücadele, Nisan 2002’de gerçekleştirilen darbeyle başladı. Neyse ki darbe beraraf edilebildi. Bunu ekonomik yaptırımlar, petrol sabotajları, paralı asker baskınları ve küresel medya kampanyaları izledi.
Hugo Chávez’in 2013’te ölümünün ardından yeni bir saldırı süreci başladı. Başlangıçta, barışçıl seçimler yapılamayacağı veya Nicolás Maduro’nun asla seçilemeyeceğine bahse girdiler. Baskın söylem; “Maduro, Chávez değildir”di. Bu sloganla Chavista toplumsal tabanını demoralize etmeye ve Bolivarcı projenin dayanamayacağını ima etmeye çalıştılar. Ancak Bolivarcılar seçimleri kazandı ve Chávez’in yasını tutarken bile proje devam etti.
2014 yılında muhalefet, ‘Voluntad Popular’ ve Maria Corina Machado liderliğinde ‘La Salida’ adlı şiddet dolu bir kampanya başlattı. Machado’yu hatırlayacaksınız, hani şu Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen azılı faşist! Bu arada o ödülün boşuna verilmediğini, yeni bir darbe planının bir parçası olarak planlandığını belirteyim.
İŞBİRLİKÇİ FAŞİSTLERİN
BAŞARISIZ KOMPLOLARI
Ertesi yıl, ABD bir başka savaş benzeri adım attı: Barack Obama’nın 2015 yılında çıkardığı başkanlık kararnamesi Venezuela’yı ‘alışılmadık ve sıradışı bir tehdit’ ilan etti. Bu kararnameyi, günlük hayatı çekilmez hale getirmeyi amaçlayan kasıtlı kesintilerle damgalanan 2016 ekonomik krizi izledi. 2017’de muhalefetin en uç kesimleri faşist şiddetle sokaklara geri döndü ve Orlando Figuera adında genci diri diri yaktılar! Bu faşist terör döneminde 100’den fazla kişi öldürüldü. Bunun üzerine devlet Başkanı Maduro, Ulusal Kurucu Meclis çağrısında bulundu. Seçimlere gidildi. Sandık merkezleri saldırıya uğrayan orta sınıf mahalle sakinleri de dahil olmak üzere her kesimden insan oy kullandı. Halk Bolivarcı iktidarı açık desteğini verdi.
O zamandan beri, melez savaşın birden fazla aşamasından geçildi: Juan Gualdó’nun 2019’da kendini ‘geçici cumhurbaşkanı’ ilan etmesi ve muhalefetin insanî yardım kisvesi altında Kolombiya sınırında sahte bayrak operasyonu düzenlemeye çalıştığı ‘Köprüler Savaşı’ sadece birkaç örnek… Bunu, ülkeyi günlerce karanlığa gömen büyük eletrik kesintileri izledi. Ardından 2020’de ‘Gideon Operasyonu’… Bunların her biri, siyasî, psikolojik, ekonomik ve askerî saldırganlığı birleştiren sürdürülebilir bir melez savaşın koordineli cepheleriydi.
Her provokasyon ve darbe girişiminde hükûmet ve Venezuelalı yurtseverler etkili bir şekilde karşılık verdi. 2019’daki elektrik sabotajı sırasında, topluluklar suya ve temel ihtiyaçlara erişimi sağlamak için seferber olurken, Gideon Operasyonu, şu anda Güney Karayipler’de saldırıya uğrayan aynı balıkçılar tarafından yenilgiye uğratıldı.
KARAYİP KUŞATMASINDAN
SONRA NELER OLACAK?
Son dönemdeki askerî yığınak ise Washington’ın askerî politikasında yeni bir evreyi işaret ediyor. Bahanesi bildiğiniz gibi ‘devlet destekli uyuşturucu kaçakçılığı’… Karayipler’de, çoğunluğu Porto Riko’da olmak üzere yaklaşık 10 bin ABD askeri konuşlandırılmış durumda. Muhripler, nükleer denizaltılar ve hava kuvvetleri unsurlarıyla kuşatma artarak sürüyor.
Ancak ABD’nin işi sanıldığı kadar kolay değil. Kıtadaki güç dengeleri değişiyor: Çin, Rusya ve hatta İran halihazırda bölgede. Çin, Güney Amlerika’daki çoğu ülkeyle büyük ölçekli ticari anlaşmalar yapıyor ve altyapı yatırımları gerçekleştiriyor. Limanlar inşa ediyor ve ticaret yolları kuruyor.
Rusya’nın askerî ve istihbarat desteğinin yanı sıra, Küba da bu konuda Venezuela’nın önemli bir destekçisi… ABD’nin tüm tehditlerine karşın bazı Güney Amerika ülkeleri de gizli ya da açık Venezuela’ya destek verebilirler. Yani Venezuela öyle Panama ya da Grenada gibi kolay bir lokma değil. Aynı şekilde, Bolivarcı halk ordusunun yanı sıra, bir de milyonları bulan milis gücüne sahip Venezuela… Yani öyle kolay kolay darbe tezgahlamak da mümkün görünmüyor.
Bu sebeple ABD ve işbirlikçilerinin yıpratıcı melez savaş denemeleri sürecek. Sabotajlar, suikastlar, CIA operasyonları, ekonomik ve askerî ablukanın daha da sıkılaştırılması ilk akla gelenler… Washington artık sadece hava ve deniz operasyonlarıyla değil, aynı zamanda olası kara saldırılarıyla da tehdit oluşturuyor. Ancak doğrudan bir işgal, pek mümkün görünmüyor. Bu Washington’ın pek işine gelecek bir şey değil.
DÜNYANIN EN BÜYÜK
PETROL REZERVİ
ABD’nin Venezuela’yi hedef almasının temel sebebi siyasî, ancak bir diğer önemli neden de tabii ki ekonomik… Latin Amerika’nın petrolü, mineralleri ve hatta iş gücü olmadan, ABD kendini idame ettiremez. Bölgenin kaynaklarını çıkarabilmek adına bölgesel dayanaklara ve erişime ihtiyacı var. Ve Venezuela dünyanın en büyük petrol yataklarına sahip ülkesi. Keşfedilmiş hampetrol rezervleri 303.8 milyar varil… Yine 5.5 trilyon metreküplük doğalgaz rezervine sahip. Yeraltı kaynakları da oldukça zengin. Mesela cep telefonu ve bilgisayar üretiminin vaz geçilmezi koltan yatakları bulunuyor. Bakır, nikel ve demir cevheri açısından da zengin. Altın rezervi de iştah kabartacak cinsten…
Emtiaların her zamankinden daha değerli olduğu bir dönemde, ABD’yi yeniden bir üretim üssü haline getirmeyi hedefleyen Trump için ele geçirilmesi gereken bir hazine adeta!
AMERİKAN ŞİRKETLERİ
PETROLÜNÜ ÇALIYOR
Bunun ipuçlarını ABD’nin, Trinidad ve Tobago’ya Venezuela sınır sularında açık deniz doğalgazı çıkarma izni vermesinden, ExxonMobil’ın tartışmalı Essequibo sularındaki yasadışı sondaj çalışmaları hız kesmeden devam etmesinden anlamak mümkün. Şirket, mümkün olduğunca çok petrol pompalayıp depolamaya devam ediyor. Bu stratejinin Chevron’un Venezuela’daki operasyonlarıyla nasıl kesiştiği henüz net değil. Ancak, ABD’nin amiral gemisi enerji şirketlerinden biri olan Chevron’un bölgede varlığını sürdürmesi, ABD’nin stratejik çıkarlarına hizmet ediyor ve hatta Essequibo çıkarma operasyonuyla bağlantılı tedarik zincirlerini destekliyor.
Beyaz Saray’ın ne planladığı tam olarak belli değil, ancak birden fazla senaryoya hazırlık yapıyor gibi görünüyor. Venezuela çevresine askerî güç konuşlandırmak, uluslararası ulaşım rotalarını kontrol etmek için stratejik öneme sahip. ABD güçleri buradan gemileri durdurabilir ve hem içeride hem de dışarıda tam bir abluka uygulayarak ülkenin kaynaklarını ihraç etme kabiliyetini ortadan kaldırabilir. Böyle bir hamle, Venezuela ekonomisi için yıkıcı sonuçlar doğurabilir. Ancak şunu da unutmamak gerek, ABD eskisi gibi güçlü değil, her ne kadar hâlâ kendini Güney Amerika’nın patronu, dünyanın jandarması olarak görse de!..




