“Milletvekiline kalp krizi geçirten Öcalan şakası!
CHP’li milletvekili o vekili fena faka bastırdı…
Bu sözleri duyan vekil ölüp ölüp dirildi:
İmralı’ya gideceksin hayırlı olsun.”
Bu nedir biliyor musunuz?
Çok takipçili bir televizyon kanalının sosyal medyada paylaştığı bir haberin spotu.
Haberin konusu, Meclis Komisyonu’nun İmralı adasındaki Abdullah Öcalan’ı dinlemesi mevzuu.
Örgütüne silahları bırakma ve demokratik siyasete geçiş çağrısı yapan ve bu çağrısı hızlıca karşılık bulan bir aktörü dinlemek kadar normal ve gerekli başka bir şey olabilir mi?
Çatışma çözümü ve barış süreçlerinin ‘abc’sidir bu.
Barış muhatapsız olmaz ama buna şimdi tekrar girmeyeceğim
Dönelim habere.
Siyasetçiler aralarında nasıl şakalaşırlar neye gülerler, bu onların bileceği şey tabii.
Benim derdim haberin dili ve üslubuyla.
Haberde “ölüp ölüp dirildi” denilen o siyasetçi kimdir bilemem; ancak kalp krizi geçirmediğine ve hayatta olmasına sevindim.
Ama bu memlekette gencecik insanlar şakadan değil gerçekten öldü.
Bu haberi böyle hazırlayan gazeteci meslektaşlarıma sormak isterim.
Böyle bir üslup ve dille neyi amaçladınız?
Önce müsaadenizle şakadan ve mizahtan ne anladığımı söyleyeyim.
İyi mizah, gerçeği inkar etmez, ışığını değiştirir.
Sorunu görünür ama katlanılabilir kılar.
Gülmek, acının keskinliğini törpüler.
Gülmek, bizi aynı masada buluşturur.
İyi mizah, köprü kurar.
Ama kötü mizah ne yapar?
Yarayı yok sayar, hatta kanatır.
Birilerini güldürmek için birilerini aşağılar.
Korkuyu, acıyı alaya alır.
Devam edeyim.
Bu haberin üslubu ve dili, bir grup yurttaşa şunu yaptı.
Nefretlerini büyüttü.
Düşmanlığın ateşine benzin döktü.
Başka bir grup yurttaşa yani Kürtlere ise şöyle hissettirdi.
Acıları ve değerleriyle alay edildiğini düşündüler, incindiler.
Varlıkları ve kimlikleri hakarete uğramış hissettiler.
Belki de “Nasıl barış yapacağız, nasıl kardeşlik hukuku kuracağız böyle düşünüp böyle yazanlarla? dediler.
Peki bu neye sebep olur?
O sayısız anketle ölçülmeye çalışılan ve sonuçları büyük bir hevesle paylaşılan çözüm süreci ve barış arayışına duyulan toplumsal güveni daha da zayıflatır.
Toplumu kutuplaştırır, birbirinden uzaklaştırır. Ötekini iyice duymaz ve görmez hale getirir.
Başa dönersem, yazının girişinde paylaştığım habere neden gülemediğimi anlatmaya çalışayım.
Biraz sert olabilir ama sert olan ben değilim inanın, yaşananlar…
Gencecik çocuklarınız eve bayrağa sarılı tabutlarla döndü mü hiç?
Çatışmada hayatını kaybeden evladınızın kemikleri yıllar sonra bir kutu içinde elinize tutuşturuldu mu?
Sokağa çıkma yasakları sırasında kapı önüne çıkan kız çocuğunuz keskin nişancının kurşunuyla hayatını kaybedince, onu dondurucuda sakladınız mı?
Vurulan annenizin cansız bedenini sokağa çıkma yasağı nedeniyle bir hafta boyunca uzaktan çaresizce seyrettiniz mi?
Gözaltında kaybedilen sevdiklerinizin kemiklerini yıllar sonra asit kuyusunda buldunuz mu?
Siz hiç Aysel Tuğluk gibi annenizi mezarından çıkarmak zorunda kaldınız mı?
Benim cevabım hepsine hayır.
Ama cevabı evet olanların bu meseleye nasıl yaklaştığını görüyor, takip ediyor ve haberlerini yapıyorum.
“Ben barışı destekliyorum. Benim evladım şehit oldu. Benim evladımın bedeninden 17 kurşun çıktı. Kaç bayramı Eren’siz geçiriyorum. Başka hiçbir annenin bayramlarını evlatsız geçirmesini istemiyorum. Başka annelerin evlatlarını kaybetmesine rıza gösteremem” dedi Ayşe Bülbül.
Barış annesi Nezahat Teke, ‘Okumam yazmam yok ama acıların üniversitesinden mezun oldum. Evladımı kaybedince o zaman kendime söz verdim, başka anaların ağlamaması için elimden ne gelirse yapacağım” dedi.
Eren Bülbül’ün annesi bu çabayı ve barış ihtiyacını hepimizden daha iyi anladı.
Ayşe Bülbül böyle bir dil kullanmazken, bu barış karşıtlığınız neden?
Çok ağır bir yükten ve acıdan çıkılmaya çalışılıyor.
50 yıllık çatışmalı dönemi, silahları geride bırakmak ve barışı sağlamak için.
Bu kadar ağır bir yükü, alaycı ve kutuplaştırıcı bir dille haber yapmak mizah olabilir mi?
Nefret ve aşağılayan bir dil kullanarak, toplumun korku ve kaygılarını tetiklemeyi neden tercih ediyorsunuz?
Sürekli hakaret dili kullanmak, alay etmek, muhataba yapılabilecek her türlü kötülüğü sıradanlaştırmaz mı?
Bu öfke ve alaycılığın arkasında, Kürtlerle ve bugüne kadar eşit görmediklerinizle eşitlenme korkusu yatıyor olabilir mi?
Gerçek bir hikaye ile bitireyim.
Nelson Mandela, 1964 yılında “devlete karşı silahla mücadele yürütmek” suçlamasıyla ömür boyu hapse mahkum edildi ve 27 yılını çoğunlukla Robben Adası Cezaevi’nde geçirdi.
Gardiyanlarından biri Christo Brand, Güney Afrikalı genç bir beyazdı.
Brand, Mandela’yı ilk gördüğünde 19 yaşındaydı, Mandela ise 60’larına yaklaşıyordu.
Zamanla aralarında bir saygı hatta dostluk ilişkisi gelişti.
Brand, Mandela’nın kitap ve mektup yazma taleplerine esneklik tanıyan, insani davranan az sayıdaki gardiyandan biriydi.
Mandela daha sonra Brand için şöyle diyecekti:
“Christo bana sadece bir gardiyan olarak değil, bir insan olarak davrandı. O karanlıkta küçük bir ışıktı.”
1994’te Güney Afrika ilk özgür ve çok partili seçimlerini yaptı.
Mandela, ülkenin ilk siyahi Cumhurbaşkanı seçildi.
10 Mayıs 1994’te yapılan başkanlık yemin törenine tüm dünya liderleri davet edilmişti.
Ancak Mandela, hapishane gardiyanı Christo Brand’e özel bir davet gönderdi.
Brand, bu daveti alınca önce bir yanlışlık olduğunu düşündü.
Mandela’nın danışmanı tarafından arandığında “Nelson seni özellikle istedi, o senin orada olmanı istiyor” denildi.
Törende Brand, Mandela’nın ailesi ve yakın dostlarıyla birlikte ön sıralarda oturdu.
Christo Brand de yıllar sonra şöyle diyecekti:
“Mandela sadece siyahları değil, biz beyazları da korkularımızdan kurtardı.”
Siyasetçiler Öcalan ile görüşürse belki korkularından kurtulur bir parça herkes.
Mizah anlayışları da değişir belki.
Kim bilir…




