Almanya’nın Bonn kenti, Barış Araştırmaları Derneği (QAD) tarafından organize edilen “Birlikte yaşamı şekillendirmek: Türkiye’de çözüm süreci ve gelecek perspektifleri” başlıklı konferansa ev sahipliği yapıyor. Akademisyenlerin, siyasetçilerin ve gazetecilerin katıldığı toplantıda, Türkiye’nin demokratikleşme süreci ve barış ihtimalleri çok yönlü oturumlarla tartışılıyor.
Viyana Üniversitesi’nden Prof. Dr. Naif Bezwan’ın yönettiği ilk oturumda söz alan DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan, Türkiye’nin barış arayışının onlarca yıla dayandığını hatırlatarak, “Bizim tarif ettiğimiz biçimiyle bu barış tesadüfen seçilmiş kavramlardan oluşmuyor: onurlu bir barış, eşit bir barış, adil bir barış, kalıcı bir barış” dedi. Bu çerçevenin “demokratik çözüm, demokratik müzakere, demokratik toplum, demokratik cumhuriyet” kavramlarıyla birlikte düşünülmesi gerektiğini vurgulayan Doğan, Kürt meselesinin bir terör ya da güvenlik sorunu değil, hak ve özgürlükler meselesi olduğunu belirtti.
Paris EHESS’ten Prof. Dr. Hamit Bozarslan ise Kürt meselesinin meşru bir sorun olarak tartışılmasının, Türkiye’nin yakın tarihinin ve resmi ideolojisinin sorgulanmasını da beraberinde getirdiğini söyledi. Türkiye’nin son on yılda “zaman, mekân ve dile güvenin” büyük ölçüde ortadan kalktığı bir medeniyet kaybı yaşadığını ifade eden Bozarslan, “Kürt meselesi vardır demek, bu bilişsel ve akli melekelerin yeniden yerine gelmesi için de bir imkân oluşturacaktır” değerlendirmesinde bulundu.

Naif Bezwan: Son bir yıllık gelişmeleri dikkate aldığımızda, birlikte yaşama kültürü açısından nasıl bir mesafe kat edildi?
Ayşegül Doğan: Biz DEM Parti olarak Türkiye’nin barış arayışına dair çok ciddi deneyimlere sahip bir siyasi ilke ve gelenekten söz ediyoruz. Türkiye’nin barış arayışı onlarca yıla dayanıyor. Son yıllarda genelde yalnızca 2013–2015 çözüm sürecine bakılarak bugün yaşananlar değerlendiriliyor. Belki en yakın tarih olduğu için, en sık hatırladığımız ve kimi araştırmalara göre en çok toplumsallaşmış barış deneyimi olduğu için böyle oluyor.
Ancak biliyoruz ki Türkiye barışını en azından 1990’ların başından bu yana -ki bu tarih daha da geriye götürülebilir- arıyor. Peki nasıl bir barış arıyor? Bizim tarif ettiğimiz biçimiyle bu barış tesadüfen seçilmiş kavramlardan oluşmuyor:
Onurlu bir barış, eşit bir barış, adil bir barış, kalıcı bir barış.
Yani bu tarif, sadece silahların teknik olarak sustuğu ama bir gün yeniden devreye girebileceği ihtimalini dışlayan bir tanım değil. Stratejik bir arayıştan, stratejik bir dönüşümden söz ediyoruz. DEM Parti’nin temsil ettiği siyasal gelenek, Kürt hareketi ve Sayın Öcalan’ın bugüne kadar sürdürdüğü tüm barış arayışları bu anahtar kavramlar çerçevesinde değerlendirildiğinde, hem kazanılan mesafeyi hem de kaçan fırsatları görmek mümkündür.
Bu çerçeveye eşlik eden kavramlar da tesadüfi değildir:
Demokratik çözüm, demokratik müzakere, demokratik toplum, demokratik cumhuriyet.
Yani onurlu, eşit, adil ve kalıcı bir barışı; demokrasiyle eş zamanlı, birbirinden ayrılmayan, kategorik olarak dışlanmayan bir bütünün parçaları olarak görüyoruz. Hem pratikte hem tarihsel deneyimlerimizde bunun ne kadar önemli olduğunu defalarca gördük.
Dolayısıyla “mesafe ne kadar?” sorusuna geçmeden önce, “Nasıl bir barıştan söz ediyoruz?” meselesine dair bu izahatı getirmek isterim.
Hamit Bozarslan: Kürt meselesinin meşrulaştırılması, yani toplumda meşru bir mesele olarak kabul edilmesi konusunda bugün ciddi bir boşluk var. Oysa Kürt meselesinin tartışılması, kaçınılmaz olarak Türkiye’nin tarihinin de sorgulanmasını beraberinde getirir. Bu birinci nokta.
İkinci nokta şu: Türkiye son on yılda çok büyük bir medeniyet kaybı yaşıyor. İbn Haldun medeniyeti “zamana ve mekâna güven” olarak tanımlar. Geleceği düşünebilmek için zamana güvenmeniz gerekir; mekânın size saldırmaması için de o mekâna güvenmeniz gerekir. Peter Steiner ise medeniyeti “dile güven” olarak tanımlar; dile güvenebilmek için dilin size saldırmaması gerekir.
Son on yılda bu bütün tutamaklar -zaman, mekân ve dil güveni- büyük ölçüde ortadan kaldırıldı. Bugün bu güven mekanizmaları çözülmüş durumda. Türkiye’de en çok etkilenen kesim de Türk toplumu oldu; düşünebilen değil, giderek apatikleşen bir toplum hâline gelindi.
Bir on yıl önce Fethullah Gülen’den bahsetmek mümkündü; bugün ondan söz etmek suç muamelesi görebiliyor. Bir on yıl önce Mursi “kardeşinizdi”, Sisi “canavar”dı; bugün Sisi “kardeş” ilan edildi. Yani Türkiye’de bilişsel, akli melekeler büyük ölçüde tahrip edildi ve toplum apatikleşti.
Kürt meselesinin tartışılması ve “Kürt meselesi vardır” demek, sanıyorum bu bilişsel ve akli melekelerin yeniden yerine gelmesi için bir imkân oluşturacaktır.

Naif Bezwan: Şimdi biliyorsunuz, taraflar sürece dair farklı kavramlaştırmalar kullanıyor. İktidar bloku bu süreci “terörsüz Türkiye” olarak tanımlıyor Kürt kesimleri ise “barış ve demokratik toplum süreci” olarak ifade ediyor. Bu farklı kavramsallaştırmalar bize neyi anlatıyor?
Hamit Bozarslan: Bu soruya belki İsmet Şerif Vanlı’dan yola çıkarak cevap verebilirim. İsmet Şerif Vanlı’nın 1971’de, sanıyorum Dünya Devrim tarihleri literatürüne geçebiliecek çok önemli bir kitabı var: Irak Kürtleri Üzerine. Ve kitap “Kürt meselesi ne değildir?” sorusuyla başlıyor.
Bence bugün Kürt hareketi de soruyu tam bu şekilde koyabilir:
Kürt meselesi bir terör meselesi değildir.
Kırk beş yıllık bir mesele değildir. PKK’nin birtakım koordinatlarını değiştirdiği, üzerinde etkide bulunduğu ama PKK’yi aşan, yüz yıllık bir olgudur. Hatta 19. yüzyıla baktığınızda Kürt isyanlarının bazılarında “Bu bir Kürt kavgasıdır” dediğini görürsünüz.
İkinci olarak: Kürt meselesi bir emperyalizm ya da Siyonizm meselesi değildir.
Tam tersine, Kürt meselesi Orta Doğu’nun bölünmesinden doğan bir meseledir.
Üçüncüsü: Kürt meselesi bir ümmet meselesi değildir.
Erdoğan bu konuda oldukça ısrarlı fakat nasıl ki Katalan meselesi, Bask meselesi ya da İskoçya meselesi bir “Hristiyan kardeşliği” meselesi değilse ve o çerçevede çözülemeyecekse; Kürt meselesi de bir “İslam kardeşliği” meselesi değildir ve o sınırlar içinde çözülemez.
Kürt meselesi, Kant’ın “Aydınlanma nedir?” sorusuyla da ilişkilendirilebilir. Kant’a göre aydınlanma, nesneden özneye geçmektir. Özne olmak ise özgürlüğe ve sorumluluğa sahip olmak demektir. 1881’de Şeyh Ubeydullah Kant’ın kim olduğunu bilmezdi ama bu kavrayışa sahipti. “Siz Amerikalılar gibi biz de kendi yargımızı uygulamak istiyoruz” derken, Kürtlerin hem özgür hem de sorumluluk sahibi olmayı talep ettiğini dile getiriyordu.
Sanıyorum bugün Kürt hareketinin özellikle üzerinde durması gereken nokta şudur:
Kürt hareketi dışarıdan manipüle edilen bir hareket değildir.
Kürt hareketi, Kürt toplumunun dinamiklerini, değişimini ve çoğunlukla kendi içsel motivasyonlarını yansıtan bir harekettir.
Ve Kürt toplumunun amacı, nesne olmaktan çıkıp özne olmaya; “minor” olmaktan çıkıp Kant’ın kavramıyla “ majör” olmaya yönelmektir.
Ayşegül Doğan: Hamit Hoca tarihsel arka plana değindi. Ben ise daha güncel hâlinden, sizin sorduğunuz şekliyle yanıt vereyim. Elbette ortada bir sorun var, fakat aynı yerlerden bakmadığımız çok açık. Zaten bu nedenle bir çatışma hâli mevcut ve bu fikirsel çatışmaya bir çözüm arayışı yürütülüyor.
Bu durumu komisyon üzerinden daha somut bir şekilde açıklayabiliriz. Sonuçta komisyon “Terörsüz Türkiye Komisyonu” olarak kurulmadı. Farklı bir kavramsallaştırma tercih edildi: Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu. Komisyonun adı, içinde bulunduğumuz sürece daha uygun kabul edilebilecek bazı kavramları barındırıyor. Fakat “kardeşlik” derken şu soruyu da sormak gerekir: Nasıl bir kardeşlik? Çünkü biz eşit bir kardeşlik hukukunun yeniden düzenlenmesinden söz ediyoruz.
Bakış açılarımız farklı, evet. Bu hâlâ bir mücadele alanı olarak önümüzde duruyor. Ancak bunu “tuhaf” ya da “anormal” görmek yerine, Türkiye’de demokrasi güçlerinin yıllardır yürüttüğü mücadele de düşünüldüğünde, bize hangi alanda mücadele etmemiz gerektiğini gösteren bir yönü olduğunu kabul etmek gerekir.
Zaten hemfikir olunsaydı, az önce ilk soruda ifade ettiğiniz gibi, bugün çok daha farklı bir aşamada olurduk. Çatışma çözümü sürecinin eksiklerini değil, ortaya çıkardığı pozitif kazanımları konuşuyor olurduk. Oysa şu anda birinci aşamayı konuşuyoruz: Türkiye’nin yeniden konuşabilme hâlinin ne kadar kıymetli olduğunu.
Hiç yan yana gelmeyeceğini düşündüğümüz grupların yeniden bir araya gelme ve konuşabilme ihtimali, aslında bize çok şey kazandırabilecek bir imkân sunuyor. Bu açıdan bakıldığında, evet, hâlâ yolumuz var.
Hamit Hoca’nın söylediği gibi:
Kürt meselesi bir terör meselesi değildir. Kürt meselesi bir güvenlik meselesi değildir.
Kürt meselesi Türkiye’nin bütününü tehdit eden bir mesele değildir.
Kürt meselesi bir hak ve özgürlükler meselesidir.
Elbette son elli yıla sığdırılmayacak kadar köklü bir meseledir. Fakat son elli yılın ortaya çıkardığı gerçekliği ve hakikati layıkıyla görmeden, doğru teşhis ve tespitler yapmadan ve buna uygun bir konuşma modeli geliştirmeden çözülebilecek bir mesele de değildir.

Naif Bezwan: Eğer bu sürecin tanımlayıcı özelliklerini 3-5 kavramla ifade edebilirseniz neler söylemek isterseniz?
Ayşegün Doğan: Bütün bu görünüm açısından sonuçta şu konuda genel bir kabulün oluştuğunu ifade etmek gerekir. Bugün buna ana muhalefet partisi açısından baktığımızda da böyle, iktidar partisi açısından baktığımızda da böyle. 1990’lardan ayıran özellikler üzerinden baktığımızda, yıllarca “olmayan”, yok sayılan, inkâr edilen bir varlık söz konusuydu: Kürt varlığı.
Bugün ise bu varlık artık açık biçimde kabul edilmiş durumda. Şimdi tartışılması gereken şey, bu varlığın hukuken nasıl güvence altına alınacağıdır. Bizim DEM Parti olarak “güven” derken kastımız tam olarak budur: hukuksal güvence.
Peki karşılıklı bir mütekabiliyet var mı?
Burada çok önemli bir şey olduğunu görmek gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık tarihinde, bugün ile 2013 sürecini birebir kıyaslamamızı engelleyen temel unsur, mevcut komisyondur.
Evet, istediğimiz şekilde kurulmamış olabilir.
Evet, özel bir yasaya dayanmıyor olabilir.
Evet, özel yetkilerle donatılmış olmayabilir.
Ama bugün Türkiye’de, 11 farklı siyasi partinin yer aldığı, 51 üyeden oluşan ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı’nın başkanlık ettiği bir komisyon, meselenin en azından silahların tümden devre dışı bırakılması ve Türkiye’de demokratikleşmenin yolunun açılması için yola çıkmış durumdadır.
Buna bir mütekabiliyet olarak bakabilir miyiz?
Bunu elbette birlikte tartışalım.
Ancak bu meseleyi yalnızca DEM Parti ile iktidar arasına sıkıştırmamak gerekiyor. Mesele bundan çok daha büyük, hacmi ve kapsamı çok daha geniş. Bu çerçeveye sıkışmasını biz bizzat bir risk olarak görüyoruz.
Bence süreci belirleyen asıl nokta şu: Türkiye’yi kuran ideolojinin pratikte çökmüş olmasıdır. Söz konusu olan, klasik devlet refleksleriyle ilişkilidir. Bundan daha büyük bir meşruiyet göstergesi olamaz.
Ve Kürt meselesinin meşruiyeti de tam burada belirginleşmektedir. Çünkü Türkiye, 2008 yılında yaşanan kırılmadan itibaren, Irak Kürdistanı’nın ve PKK’nin varlığını -her ne kadar istemese de- fiilen kabul etmek zorunda kalmıştır.
Bugün konuştuğumuz bütün siyasi zemin, aslında bu tarihsel kırılmanın devamında şekilleniyor.
Hamit Bozarslan: Türkiye’yi kuran ideolojinin pratikte çökmüş olması söz konusu. Bu, halkın kendi haklarını kurma yönünde ortaya koyduğu bir harekettir. Bundan daha büyük bir meşruiyet zemini olamaz. Bu meşruiyet aynı zamanda Kürt meselesinin varlığını da çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Nitekim 2008’de Türkiye, Irak Kürdistanı’nın varlığını fiilen kabul etmek zorunda kaldığında Orta Doğu’da bir kırılma yaşandı. Bugün belki ikinci bir kırılma noktasındayız. Fakat burada Kürt hareketinin hem son derece mütevazı davranması hem de aynı ölçüde radikal bir perspektife sahip olması gerektiğini düşünüyorum.
Mütevazılık şu anlama geliyor:
Bugün elimizde hangi imkânlar varsa bunları kullanmak zorundayız. Masayı devirmek ya da masaya bugünün koşullarında gerçekleştirilmesi mümkün olmayan taleplerle oturmak gibi bir imkân yok.
Radikal perspektif ise şuraya işaret ediyor:
Kürt meselesinin ve demokrasi meselesinin eş zamanlı olarak meşrulaştırılması gerekiyor. Meşrulaştırma, yalnızca “kabul etmek” ya da “tahammül etmek” değil; hukuki bir değişim yaratan, hatta hukukun da ötesine geçerek eşitlik ilkesini hayata geçiren bir olgudur.
Bu nedenle bazı çalışmalara başlandığını görüyorum; gazetelerde İspanya karşılaştırmalarına rastlıyoruz. Bu çok önemli bir şey. 1975–78 arasında İspanya’da ne olduğuna bakalım:
İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi homojen bir ülke değildi; çok milletli bir yapıydı. Franco rejimi Katalonya’yı (Kızılşehir) yok etmek istiyordu. Aynı şekilde Bilbao’nun, yani Bask kimliğinin yok edilmesi hedefleniyordu. Fakat 1975–78 arasında şu oldu:
İspanya, demokrasi meselesini meşru bir mesele olarak tanıdı ve onu kendi ufku ve perspektifi hâline getirdi. Bugün Türkiye’de bunu DEM Parti dışında hiçbir parti yapmıyor. Ne AKP’nin demokratik bir perspektifi var ne de CHP demokratik bir ufka sahip.
Aynı anda İspanya, Bask ve Katalan millî meselelerini de millî mesele olarak tanıdı ve meşrulaştırdı. Yani demokrasi ile millî meseleleri eş zamanlı meşrulaştırdı ve birlikte ilerletebildi.
Bu, azami ve radikal bir noktadır. Fakat Kürt hareketinin de böyle bir radikal hukuki ve siyasal perspektife sahip olması gerekiyor. Aynı zamanda bugünkü koşulların sunduğu imkânlarıkullanması gerekiyor. Burada diyalektik bir yaklaşım zorunludur.

Naif Bezwan: Kamuoyunda şeffaflık yönünde farklı talepler var. Diğer yandan biliyoruz ki özellikle interactable conflict olarak tanımlanan çatışmalarda -Vietnam, Filistin, Kuzey İrlanda, Filistin-İsrail gibi örneklerde- “back-channel diplomacy” denilen arka kanal diplomasisi önemli bir rol oynuyor ve zaman zaman ön plana çıkıyor.
Buradaki sorum şu: Gizlilik hangi nedenlerle ve ne zaman bir riske dönüşebilir?
Ayşegül Doğan: Bir şeyi ifade etmek, açıklık sağlamak elbette önemlidir; toplumun sürece katılması ve sürecin toplumsallaşması açısından da çok kıymetlidir. Ancak gizlilik de sizin verdiğiniz örneklerde olduğu gibi pek çok ülkede sürecin doğal bir parçası olarak görülmüştür.
Şu anda Türkiye’de bilinmezlerle dolu bir denklemle karşı karşıya değiliz. Bu sürecin bilinmeyeni aslında çok az. Neden çok az? Çünkü süreç kamusallaşmaya başladığı andan itibaren biz, tüm kurullarımızla neyi nasıl tartıştığımızı, elimizdeki bilgileri kamuoyu ile paylaştık. İmralı heyetimizin yaptığı tüm görüşmelerden sonra heyetimiz -ki burada bulunan Mithat Hoca da kendisine soru yöneltilirse bu konuyla ilgili yanıt verecektir- ya yazılı ya da sözlü açıklamalarla kamuoyunu bilgilendirdi.
Bunun dışında ilgili kurullarımızda yürüttüğümüz tartışmalar, komisyon üzerinden yürütülen görüşmeler zaten kamuoyuna açık yapılıyor. Bugüne kadar komisyonda yalnızca iki kapalı oturum yapıldı; onlar da TBMM Başkanı, İçişleri Bakanı ve Savunma Bakanı’nın katıldığı toplantılardı. Tüm diğer tartışmalar Meclis’in internet sitesinde erişime açık durumda.
Ancak bizim talebimiz şudur:
İmralı ile aracısız görüşme.
Sayın Öcalan ile doğrudan, aracısız bir iletişim kurmayı talep ediyoruz. Evet, avukatları görüşüyor. Evet, heyetimiz görüşüyor. Şimdi komisyon da gidecek. Bu Hamit Hoca’nın da dediği gibi çok kritik bir kırılma anıdır. Fakat yeterli mi? Hayır, yeterli değil. Doğrudan temas kurmak gerekiyor; Sayın Öcalan’ın da bu yönde bir talebi olduğunu biliyoruz.
Burada bir başka paradoksa daha dikkat çekmek isterim. Sürecin şeffaf olmadığını söyleyenlerin başında ana muhalefet partisi geliyor. Yıllardır böyle söylüyorlar. Bazı muhalif partiler de benzer gerekçelerle eleştirilerde bulunuyor. Eleştiri ve öneri elbette çok kıymetlidir; sürecin teminatıdır. İyi ki hepimiz aynı fikirde değiliz. Süreci geliştirecek olan şey zaten bu eleştirilerdir.
Ancak aynı partiler komisyonda yer almıyor. Bu açık bir çelişkidir; bir paradokstur.
Bir sürecin şeffaflaşması, daha açık hâle gelmesi ve gizli mekanizmaların devre dışı kalması için o sürecin toplumsallaşması gerekir.
İkincisi, İmralı’daki mevcut tecrit koşullarının farklı bir statüye evrilmesi gerekiyor. İmralı’daki mevcut statü olduğu haliyle devam edemez. Neden edemez? Çünkü sizin örnek verdiğiniz dünya çatışma çözümü süreçlerine baktığımızda, bu tür bir liderlik gücüne ve etkisine sahip hiç kimsenin bu koşullarda tutulmadığını görürüz.
Bunu, tartışmayı yalnızca “umut hakkı”, “özgürlük”, “insani koşullar” düzeyine sıkıştırmadan söylüyorum. Bunlar zaten olması gerekenlerdir. Gerekli adımlar atıldığında gizlilik ve gizliliğe dair bugüne kadar duyulan endişelerin de azalacağını düşünüyorum.
Hamit Bozarslan: Gizlilik meselesi konusunda çok fazla şey söylemem mümkün değil. Elbette sürecin gizli bazı tarafları olduğu açık; fakat burada asıl belirleyici olan dinamiklerdir. 1 Ekim 2024 dönemini hatırlayalım. O dönemde Öcalan’dan beklenen şey şuydu -ve Bahçeli bunu çok açık biçimde dile getiriyordu:
“Kırk yıllık bir hata yaptık, bu hatadan dönüyoruz. Türkiye’nin bir parçası hâline geliyoruz. Türk milletinin emrinde olacağız. Ve Rojava meselesini bitireceğiz.”
Beklenti buydu. Ancak gelişen dinamikler bunun çok çok ötesine geçti. Hatta şu veya bu şekilde Rojava’nın hem Suriye düzeyinde, hem Orta Doğu düzeyinde, hem Arap aşiretleri düzeyinde, hem de ABD nezdinde meşrulaştığını görüyoruz. Rojava neredeyse meşru bir aktör hâline geldi.
Bu nedenle sanıyorum gizlilikten ziyade şunu konuşmalıyız:
Ne tür dinamikler yaratılabilir ve Kürt hareketi bu dinamiklerin oluşmasına nasıl katkıda bulunabilir?
İkinci mesele ise şeffaflık.
Evet, organlar arasında, haber alma mekanizmaları arasında bir kanal var, anlayabildiğimiz kadarıyla. Ancak şeffaflığın toplumsal bir şeffaflığa dönüşmesi gerekiyor. Toplumsal şeffaflık yalnızca müzakerelerin içeriğiyle sınırlı olamaz.
Toplumsal müzakere aynı zamanda şu sorular üzerinden yürümelidir:
Kürt meselesi nedir? Nasıl oldu da bu noktaya geldik?
Nasıl oldu ki Abdülhalik Renda -ki Ermeni Soykırımı’nın mimarlarından ve Talat Paşa’nın ekibinden bir isimdir- 1925’te Kürt raporlarını hazırlayan kişi oldu?
Nasıl oldu ki Türkiye Cumhuriyeti, Kürtleri biyolojik bir tehdit olarak görebildi?
Bugün İYİ Parti’yi, Zafer Partisi’ni bu tartışmalara mecbur bırakmak gerekiyor. Çünkü burada önemli bir demokratik pedagoji söz konusudur; bir Türk pedagojisinin geliştirilmesi gerekir.
Muhataplar kendi aralarındaki ilişkileri elbette yürütürler. Bunların dışarıya tam olarak yansıması her zaman zordur. Fakat Kürt toplumunun canlı bir toplum olduğunu unutmamak gerekir. Şeffaflığın toplumsallaştırılması bu nedenle kritik önemdedir.
Naif Bezwan: Kürt meselesinin self determinasyon meselesi olduğunu dikkate alırsak ana akım Kürt hareketinin savunduğu demokratik toplum kavramı bu meselenin çözümüne nasıl katkıda bulunur?
Hamit Bozarslan: Kürt meselesinin ille de “Self determinasyon” ile çözülebileceği düşüncesi var. Burada kastettiğim self determinasyon bağımsızlık anlamına gelmiyor. Self determinasyon, Kant’ın anlamında, özgür ve sorumlu olmayı; kendi geleceğine dair kararı kendisinin verebilmesini ifade eder.
Self determinasyon, geçmişini okuyabilme, yaşadığı anı geleceğin kurulacağı bir zemin olarak görebilme ve geleceği özgür iradesiyle, sorumluluklarını hesaba katarak belirleyebilme özgürlüğü anlamına gelir. Bu bakımdan sert determinasyon ille de bağımsızlık demek değildir.
Aynı zamanda şunu da biliyoruz: Burada iki önemli koşul var. Birincisi, Kürt toplumunun iradesidir. Sanıyorum bugün eğer Türkiye Kürdistanı’nda bir referandum yapılsa, Kürt toplumunun büyük bir kısmı bağımsızlık yönünde oy kullanmaz. Fakat bunu Irak’a birebir tercüme etmek mümkün değildir. Irak Kürt toplumunda bağımsızlık isteği yönünde çok güçlü bir referans var. Türkiye’de bu yarın değişebilir, İran’da değişebilir. Bütün bunlar bugünün verili koşullarıyla mutlak biçimde belirlenmiş değil. Stratejik koşullar değişebilir, uluslararası dengeler değişebilir; tüm bunlar önemli.
İkinci olarak, şöyle bir ilke de dile getiriliyordu:
“Boşanma özgürlüğü, boşanma zorunluluğu değil.”
Özgürlük ile zorunluluk arasındaki fark burada önemlidir. Eğer Kürtler sert determinasyon hakkına sahip olursa, bu aynı zamanda boşanmayı kendi özgür iradeleriyle reddettikleri bir sürece de varabilir.
Ayşegül Doğan: Önümüzdeki dönem demokratik müzakere dediğimiz dönem ve o kendi mekanizmalarını oluştuğunda bunları konuşmaya başladığımız bir dönem olacak. O yüzden bugün, içinde bulunduğumuz koşullarla ilgili çok net bir şey söylemek istiyorum.
Eğer gelecek belirlemeden söz ediyorsak, bu, artık “demokratik entegrasyon” başlığı altında tartışılıyor. Demokratik entegrasyonu birkaç dakikada anlatmak mümkün değil; ancak bir cümleyle ifade etmek gerekirse:
Yeni bir toplumsal sözleşmeden söz ediyoruz.
Bu sözleşme eşitlik hukukunu gözeten, yok sayılmış bir hukuku yeniden inşa eden, yeniden tanımlayan ve yeniden düzenleyen bir entegrasyon, yani bir bütünleşme sürecidir.
Burada bahsedilen, mevcut yapı içinde eriyip gitmek değil; tam tersine, var olan gerçekliğin yeniden ve eşitlik temelinde tanımlanmasıdır. Bu açıdan baktığımızda, evet, sizin söylediğiniz duruma tekabül eden bir sürecin başlangıcı olarak görülebilir.
Naif Bezwan: Sürecin taşıdığı riskler ile sunduğu imkânlar konusunda ne söylenebilir?
Kürdistan siyasi coğrafyasından bugün gördüğümüz ve Duhok’ta gördüğümüz resim açısından, risklerin aşılması için nasıl bir siyasal tahayyüle ihtiyaç vardır?
Hamit Bozarslan: Mazlum Abdi’nin Erbil’e gitmesi, ardından Kamışlo’daki toplantı ve bugün Duhok’taki buluşma bize şunu gösteriyor: Kürtler artık Türkiye’nin ötesine geçen bir mücadele içindeler ve bu mücadelede manipüle edilen bir taraf değil, kendi öz iradesini oluşturan bir aktör olarak sahneye çıkıyorlar. Burada bahsedilen irade dışarıdan verilen bir irade değil; bizzat oluşturulan, inşa edilen bir iradedir.
Kürt toplumu tarihsel nedenlerle bölünmüş bir toplumdur. Bu bölünmüşlük elbette büyük sıkıntılar yaratmıştır. Ancak aynı sıkıntılar, doğru değerlendirildiğinde, geleceğin ortak tahayyül edilmesini mümkün kılabilecek kaynaklara da dönüşebilir. Kürt toplumu bu sıkıntıların içinden kendisini çoğul, çok sesli bir toplum olarak yeniden tahayyül edebilir.
Buradaki önemli husus şudur:
Kürt meselesinin hem Türkiye’de hem de Orta Doğu’da meşru bir mesele olarak görülmesi.
Bu açıdan bugün Rojava’da olanlar ve yarın Rojava’da olacak olanlar, Rojava’nın Suriye’nin bir parçası ve Suriye’deki demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak görülmesi son derece önemli.
Rojava’nın bir risk ya da güvenlik meselesi değil, Suriye’nin demokrasi meselesinin bir parçası ve Kürtlüğün demokrasi davasının bir parçası olarak görülmesi çok önemli. Onu bir iki kez daha dile getirmiştim. Rojavasız bir Kürdistan düşünülemez. Çünkü ampute edilmiş, sakat bir Kürdistan anlamına gelir. Rojavasız bir Kürdistan. Ama Rojavasız bir Suriye’de düşünülemez. Eğer Rojava’nın olmadığı bir Suriye olursa, bu ya bir İslam emirliğine kayar, ya da istesek de istemesek de Alevilere, Dürzilere ve Türklere karşı soykırımlarının yaşandığı bir ülke olur. O yüzden Rojava hem Kürdistan için gerekli, hem Suriye için gerekli. Ve Türkiye’nin bunu anlaması bence çok çok önemli. Yani riskler düzeyinde, bence şu anda en önemli riskler henüz Rojava’da yaşanmakta. Burada bir güven ilişkisi kurulursa, önemli ölçüde risklerin üzerinden kalkınmış oluruz.
Ayşegül Doğan: Ben daha çok fırsatlar üzerinden konuşmak istiyorum; çünkü böylelikle riskleri de daha kolay tespit edebilir, analiz edebiliriz.
En büyük fırsat Kuzey ve Doğu Suriye, yani Rojava ile kurulacak ilişkidir. 1990’lı yıllarda Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile kurulması reddedilen, sonra büyük güçlüklerle kurulan ve bugün Türkiye’nin en güçlü müttefiklerinden biri hâline gelen ilişki gerçeğinden ders çıkararak; aynı geçmişi tekrar etmeden, bunu daha büyük bir kazanıma dönüştürerek Kuzey ve Doğu Suriye ile kurulacak ilişki, hem Türkiye açısından hem de Orta Doğu açısından önümüzdeki dönemin en önemli fırsat aralığını yaratabilecek bir köprü olabilir.
Bu yalnızca Türk ve Kürt halkları açısından değil, Orta Doğu’da yaşayan bütün halklar açısından çok önemli bir fırsattır. Lütfen bunu Orta Doğu’daki tüm taraflar açısından değerlendirelim. Görünen ve görünmeyen tüm aktörlerin bu gerçekliğe böyle yaklaşması gerektiğini düşünüyorum.
Kaç dakikamız kaldı? 3–4 dakika kadar. Nasıl paylaştıracaksınız Naif Hoca? Ben de nerede duracağımı ona göre bileyim; yoksa alıp başımı gidiyorum çünkü.
Sanırım bitiriyoruz. Öyleyse bu bölümü şöyle tamamlayayım:
Konuşabileceğimiz çok fazla fırsat var. Biz Hamit Hoca ile birlikte en majör, en çok merak edilen fırsat alanından -Rojava ve Kuzey Doğu Suriye’den- bahsettik. Ancak bu kısa tur bile bize şunu gösterdi:
Kürt meselesi yalnızca belli başlıklardan ibaret değildir.
Biraz felsefe, biraz tarih, biraz siyaset, biraz uluslararası ilişkiler, biraz kültür, sanat, ticaret… Tüm bunları kapsayan geniş bir alandan söz ediyoruz.
Dolayısıyla fırsatları da riskleri de bütün bu başlıklar altında, bütüncül bir çerçevede değerlendirmemiz gerekiyor. Kuzey ve Doğu Suriye ile kurulacak ilişki, yalnızca siyasi bir fırsat değildir.
Düşünün:
- Mürşitpınar sınır kapısı açılsa,
- Nusaybin sınır kapısı açılsa,
- Kültür-sanat faaliyetleri birlikte yürütülse,
- Mesud Barzani ve Neçirvan Barzani’nin Ankara’ya geldiği gibi Mazlum Abdi gelse, İlham Ahmed gelse,
- Varsa sorunlar yüz yüze konuşulsa,
- Kuzey ve Doğu Suriye Türkiye kamuoyunda bir tehdit algısı olmaktan çıkarılsa…
Nasıl fırsatlar doğar?
Sadece bunu tahayyül ettiğimiz anda bile, zihnimizde yıllardır kurulmuş o bariyerlerle yüzleşmeye başlıyoruz. Ezberletilmiş korkularla, kanıksanmış reflekslerle yüzleşmek bile başlı başına yeni bir kapı açıyor.
Tam da bu nedenle, çok önemli fırsatların eşiğinde olduğumuz bir dönemden geçiyoruz. Umarım bu fırsatları doğru değerlendirebiliriz.
Fotoğraflar: Banu Güven




