Belém’den Kandy’ye: Halkların ortak sözü küresel bir hat kuruyor
COP30’un yapıldığı Belém, kasım ayında yalnızca diplomasi trafiğinin yoğun olduğu bir şehir değildi; aynı zamanda dünyanın dört bir yanından gelen toplumsal hareketlerin buluşma noktasıydı. Bir yanda resmî COP alanına giren 60 bini aşkın delege, devlet temsilcileri ve şirket lobileri; diğer yanda ise Amazon’un kalbinde kurulan Halkların Zirvesi, yani krizin gerçek sahipleri vardı. Bu iki alan arasındaki fark, yalnızca mekânsal bir ayrım değildi. Krizin tanımı, çözümün tarifi ve geleceğe dair beklenti bambaşkaydı.
Resmi COP alanında iklim değişikliği çoğunlukla teknik bir müzakere başlığıydı. Sera gazı azaltım senaryoları, karbon piyasaları, finansman tartışmaları ve şirketlerin hazırladığı “yeşil büyüme” reçeteleri hâkimdi. Ancak şehrin diğer yüzünde, nehir kenarında kurulan çadırlarda ve kamusal alanlarda bambaşka bir dil konuşuluyordu: yaşam hakkının, toprağın, suyun, ormanın ve gıdanın politik bir mücadele başlığı olduğu bir dil. Halkların Zirvesi’ne katılan 20 bini aşkın kişi, Amazon’daki yerli halklardan balıkçılara, kadın örgütlerinden tarım işçilerine, sendikalardan gençlik gruplarına kadar geniş bir kesimi temsil ediyordu.
Bu zirvede yayımlanan Halkların Zirvesi Sonuç Deklarasyonu, Belém’in duvarlarının içinde sıkışmış diplomatik söylemin dışına çıkıp daha sahici bir çerçeve kurdu. Deklarasyon; Amazon havzasındaki yerli halkların maruz kaldığı şiddeti, toprak ve su gaspını, mega madencilik ve endüstriyel tarımın yarattığı derin ekolojik yıkımı ve kirleticilerin cezasızlığını uluslararası kamuoyunun önüne koydu. Aynı zamanda şirketlerin büyüyen gücünü, devletlerle kurdukları ilişkileri ve bunun iklim krizi üzerindeki etkisini tarif ederken, halkların özneleşme talebini güçlü biçimde ifade etti.
Ancak Belém deklarasyonunun bağlamı kaçınılmaz olarak Amazon’un yakın ve acil gerçeklikleriyle sınırlıydı. Bu durum, onun değerini azaltmıyor; aksine güçlendiriyordu. Amazon, bugün hem ekolojik çöküşün hem de buna karşı verilen toplumsal direnişin en görünür sahnesi. Ancak iklim ve gıda krizinin yalnızca bir bölgenin değil tüm dünyanın sorunu olduğu gerçeği, daha geniş bir çerçeve ihtiyacını da beraberinde getiriyor.
Tam da bu noktada Kandy Deklarasyonu devreye giriyor.
Kandy: Belém’in sesine küresel bir çerçeve
Kandy Deklarasyonu, Sri Lanka’da düzenlenen Nyéléni Dünya Gıda Egemenliği Forumu’nda 700’ü aşkın delegenin katılımıyla hazırlandı. Bu süreç yalnızca bir konferansın ürünü değil; aylara yayılan bölgesel toplantıların, çalışma gruplarının, taban örgütlerinin ve yerel toplulukların katkılarıyla şekillenmiş kolektif bir emekti.
Kandy Deklarasyonu’nun Belém’de duyurulması, iki süreç arasındaki doğal bağı daha görünür hâle getirdi. Çünkü Belém’de dile getirilen sorunlar ve talepler, Kandy’de daha geniş bir siyasal ve ekonomik bağlama kavuşuyordu.
Halkların Zirvesi, Amazon havzasının özgün koşullarından yola çıkarak şirket gücünün yaşam alanları üzerindeki baskısını tarif etmişti. Kandy ise bunun yalnızca Amazon’a ait bir sorun olmadığını; Latin Amerika’dan Afrika’ya, Asya’dan Avrupa’ya kadar dünyanın dört bir yanında benzer biçimlerde yaşanan bir yapısal kriz olduğunu ortaya koydu.
Kandy metni, çoklu krizlerin —iklim, gıda, sağlık, emek, borç, militarizm, patriyarka— birbirinden bağımsız olmadığını açıkça tanımlıyor. Kapitalizmin ve emperyalizmin yaşamı piyasalaştıran, metalaştıran ve mülksüzleştiren karakterinin tüm bu krizleri beslediğini söylüyor. Bu yaklaşım Belém’de duyulan pek çok sözün daha analitik ve kapsayıcı bir çerçeveye oturduğu anlamına geliyor.
Gıda Krizi: Belém’in uyarısı, Kandy’nin programı
Belém’de gıda krizine dair tartışmalar büyük ölçüde Amazon’daki tarım ve orman tahribatı üzerinden yürütüldü. Ormansızlaşma, su kaynaklarının kirlenmesi, yerli halkların geleneksel üretim alanlarının yok edilmesi, endüstriyel tarım şirketlerinin genişlemesi… Bunların tümü bölgesel bir gerçeklikti, ama küresel bir sorunun parçasıydı.
Kandy Deklarasyonu tam da bu noktada devreye giriyor ve gıda krizine ilişkin daha bütünlüklü bir yaklaşım sunuyor. Gıda egemenliği, yalnızca üretim tercihlerine ilişkin bir politika önerisi değil; toplumların kendi yaşam sistemleri üzerinde söz sahibi olma hakkı olarak tanımlanıyor. Metin, kimyasal bağımlı endüstriyel tarım modellerinin terk edilmesini, toprağın, suyun ve tohumun şirketlerin kontrolünden çıkarılmasını, agroekolojinin bir alternatif değil, zaruri bir dönüşüm olduğunu vurguluyor.
Belém’in uyarısı, Kandy’de bir program hâline geliyor.
İki metin, tek yönelim
Belém ve Kandy süreçleri, aslında birbirine karşıt iki belge üretmedi. Tam tersine aynı çizginin iki aşamasını oluşturdu:
- Belém, krizin etkilediği toplulukların sesini ve yaşadığı somut gerçekliği görünür kıldı.
- Kandy, bu sesin küresel çapta nasıl bir politik hatta bağlanabileceğini gösterdi.
Bu nedenle iki metni birlikte okumak, hem krizin yerel yüzünü hem de sistemik niteliğini anlamak için gerekli. Belém bize sahayı, direnişi ve aciliyeti anlatıyorsa; Kandy bu direnişin neden küresel bir program gerektirdiğini açıklıyor.
Bugün iklim ve gıda krizi karşısında devletlerin ve şirketlerin çözüm üretme kapasitesi sınırlı. Her iki deklarasyon da, çözümün ancak halkların kolektif iradesiyle, dayanışma ilişkilerini güçlendirerek, toprak ve gıda sistemlerini yeniden kamusallaştırarak üretilebileceğini hatırlatıyor.
Belém’in çağrısı yerelden yükseliyor; Kandy’nin çerçevesi bu çağrıyı dünyaya yayıyor.
İki süreç birlikte, gezegenin geleceğini kurtarma iddiasını romantik bir hayal olmaktan çıkarıp toplumsal ve siyasal bir yönelim hâline getiriyor.
Ve bu hattın son sözü aslında yeni bir başlangıcı işaret ediyor: “Sistemik dönüşüm—şimdi ve sonsuza dek.”




