Bir Kürdün gayrıresmi tarihi
Lokman Ergün 12 Aralık 2025

Bir Kürdün gayrıresmi tarihi

Bir coğrafyanın bağrını sınır taşları ve tel örgüler ile ayırdığınızda, sadece bölgesel bütünlüğü bozmuş olmuyorsunuz. Hattın altında veya üstünde bıraktığınız sadece bölünmüş tarlalar olmuyor. Tarihsel hafızayı, sosyal dokuyu, ekonomik yapıyı, kültürel bütünlüğü parçalıyor ve gelişimini de engellemiş oluyorsunuz.

1916’da hazırlanan Sykes-Pycot düzeninin devamı niteliğinde olan 1921-26 Ankara Anlaşmaları ile bugünkü Türkiye-Suriye-Irak sınırı çizilince, akşam o toprağın sahipleri olarak uyuyanlar, sabahına toprakları bölünmüş, aileleri parçalanmış, üç ayrı devlete taksim edilmiş olarak buldular kendilerini. Yüzlerce yıldır üretim dinamikleri Halep’ten Van’a, Amed’den Musul’a uzanan bir bölgesel bütünlük içinde şekillenmiş, ticaret ağları bu bütünlüğün üstüne kurulmuş olanlar, bir anda parçalanmış ve daraltılmış bir coğrafyaya hapsedildiler.

Bir tarafları tel örgüler, sınır taşları ve mayınlı alanlarla çevrilmiş olan Kürtler, diğer tarafta yeni baştan inşa edilen resmi ulus tanımının dışında bırakılarak hem coğrafi hem de sosyal ve ekonomik cendereye alınmıştı. İsyanlar ve kırımlarla geçen uzun yılların ardından, ikinci dünya savaşının yokluk ve kıtlık yıllarında sosyal, kültürel ve ekonomik gelişim aksının tamamen dışına itildiler. 1980’li yılların başına kadar Kürtler toplumsal görünmezliğe mahkûm şekilde yaşadılar.

Roger Brubaker’a göre devlet, resmi ulus inşasında bir çekirdek etnik gurubu temel alır, dil, kültür, tarihsel anlatı bu çekirdek etnik guruba göre oluşturulur. Eğitim, ekonomi ve güvenlik politikaları bu etnik çekirdeğe göre şekillenir. Brubaker, bu çekirdek kimliğin dışında kalan etnik ve dinsel azınlıklar için “dışarıda bırakılan kimlikler” tanımını kullanır.

“Dışarıda bırakılan kimlik” aynı zamanda dışlanan kimliktir. Dışlanma teorisi; toplulukların ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel süreçlerden hariç tutulmasıdır. Üç ana aşamada gerçekleşir:

Tanımsal Dışlanma: Ulusu tanımlayan kategorizasyon bazı toplulukları kendiliğinden dışarıda bırakır. Türk etnik kimliğinin tek yasal kimlik olması, diğer kimlikleri görünmez kılar ve dışarıda tutar.

Ahmedê Gûlizarê askerlik yapmak için gittiği iki yıl dışında Hakkari’nin Berwar mıntıkasından hiç ayrılmadı. Halep çarşısının albenisini, Musul’a kadar koyun satmaya gidenlerin maceralarını eski bir masal gibi dinledi. Anadilini kuşağında saklaması gereken kaçak bir eşya gibi taşıdı. Ne doktorsuz ve ilaçsız ölen bebeklerini götüreceği bir hastane gördü, ne dilini ve varlığını öğreneceği bir okul. Bir tarafını tel örgülerle diğer tarafını görünmezlik duvarıyla kuşatan devletin nimetinden bihaber yaşadı. Külfetini ise jandarmadan gördü; Türkçe bilmediği için dayak yerken.

Kurumsal Dışlanma: Devletin eğitim, ekonomi, güvenlik ve sosyal politikaları, diğer kimliklerin dilini, kültürünü, tarihsel hafızasını kamusal alanda görünmez kılar. Ekonomik aktivitenin dışına iter.

Ahmedê Gûlizarê, karla kaplı sisli dağların yamacında, yem yeşil yaylalarda, buz gibi ırmakların kenarında koyun sürüleri yaydı, çobanlık yaptı. Kendisi yaptı taştan evini, kar altında koyununu barındırdığı ahırını. Otunu kendi biçti, sırtında taşıdı kış için istifleyeceği yere. Odunu kendisi kesti, tezeği kendisi kuruttu.

Fraklı, smokinli Cumhuriyet balolarını görmedi hiç. Devletten maaş almadı, hısım akrabası devlet memuru da olmadı. Devletin bütün kaynakları belirli bölgelere aktarıldığı için yaratılan arazi rantından da nemalanmadı. Üzerine çökülen Rum ve Ermeni mallarından pay almadı. Ne hayali ihracat teşviği aldı ne de ballı ithalat izinleri. Şehrine, kasabasına gidip çalışacağı fabrikalar da kurulmadı.

1902 yılında Tarsus’a verilen ilk elektrikten 90 yıl sonra gördü, köydeki karakolun önünde yanan ampullerin ışığını. Ki köyün toprak yolu da o karakolun yüzü suyu hürmetine açılmıştı zaten. Ahmedê Gûlizarê evine elektrik çekmeye fırsat bulamadı.

1994 sonbaharında, ahırı ve yanına kış için istiflediği ot yığınları devlet nezaretinde yakıldı. Köy meydanında, sabah ayazından akşam alacasına kadar dayak yedi Ahmedê Gûlizarê. Köyünü boşaltması için üç gün süre verilmişti.

Ahmedê Gûlizarê, her koyağını bildiği dağlarından, her kıvrımına vakıf olduğu ırmaklarından, ceviz ağaçlarının gölgesinden, kekik kokulu yaylalarından eski bir kamyonun kasasına yüklediği denkleriyle göç etti. Van’ın kenar mahallelerinde bir gecekonduya yerleşti, hayatında ilk defa kira ödeyerek. Yakın köylerde çobanlık yaptı, inşaatlarda bekçilik. Çocukları ayakkabı boyacılığı yaptı bir süre sokaklarda. Ama kazandıkları para ne kiralarına yetişiyordu ne de fırından ekmek almaya.

Bir daha yola koyuldu Ahmedê Gûlizarê, Ankara’ya yerleşmiş bir akrabasının yanına göç etti bu sefer. 1920’lerde küçük bir Anadolu kasabası olan, sonra bir tepesine yedi tane hastane inşa edilmiş, kıraç tarlaları ticari alan olarak değer kazanmış, bakkal sahibinin sanayici, kahvehane sahibinin anlı şanlı tüccar olduğu Ankara’ya.

Simgesel Dışlanma: Devletin dayattığı baskın ulusal anlatı, diğer azınlık kimlikleri “öteki” olarak yeniden üretir. Kürtler; artık şüpheli kimlik, toplumsal asalak, geri kalmış birey ve asimile edilmesi gereken kültür olarak kodlanır.

Devletin gri ve ciddi yüzünün yansıdığı binaların, ışıklı bulvarların, fıskiyeli parkların, parıltılı mağazaların uzağında, şehrin dış çeperindeki bir gecekondu mahallesine yerleşti Ahmedê Gûlizarê.

Her zerresi yeniden inşa edilen makbul vatandaş tanımına göre dizayn edilmiş başkentin sosyal ve ekonomik hayatında, şehrin çöpü düşecekti elbette payına. Ve her sabah arkasından sürüklediği bir çekçek arabası ile çöpleri eşeledi ekmeğini kazanmak için.

Esnaf için, kaybolan her şeyin olağan hırsızı, zabıta için şehrin düzen bozucusu, polis için güvenlik riski oldu. Zabıtalar çekçeklerine el koydu bazen, polisler şüpheli şahıs diye gözaltına da aldı zaman zaman. Elbiseleri kirli ve kokuyor diye kaldırımda yiyebildi satın aldığı dürümü.

Camide, hastanede, markette Kürtçe konuştuğu zaman azarlandığı da oldu, kiralık daire ararken kendisine ev verilmediği de. Kimse ona “hiç Kürde benzemiyorsun” demedi.

Pierre Bourdieu, “sosyal sermaye” kavramını; “kişinin sosyal ağlara olan üyeliğinden doğan kaynaklar, ilişkiler ve tanınırlık” olarak tanımlar.

Ve devlet eliyle “dışarıda bırakılan kimliğe” tabi kılınanlar, ellerinde kalan tek şey olan “sosyal sermaye” ile hayata tutunmaya çalışırlar. Sosyal sermaye, bir savunma mekanizması olarak işlev görür. Akrabalık ilişkileri, etnik dayanışma, kültürel gettolaşma ile kentin varoşlarında yaşamlarını idame edecekleri bir yapı kurarlar. Düğünleri ve taziyeleriyle, dayanışma sistemleriyle bu sosyal sermaye hem bir savunma mekanizmasına hem de toplumsal entegrasyonun önünde bir nevi bariyere dönüşür.

Ahmedê Gûlizarê, Ankara’nın varoş mahallesinde, çocukları ve akrabaları ile birlikte üzerine çekilen görünmezlik örtüsüne inat, tarlaya kurdular düğünlerini Kürtçe halaylarla birlikte. Taziyelerinde bin kişiye yemek hazırladılar kurdukları dayanışma ağıyla. Gecekondudan apartman dairesine taşındılar, sonra o daireleri satın da aldılar.

Tel örgülerin ve dışlanma duvarlarının arasında, derinlerde bir yerde, sahip olduklarının nasıl ve kim tarafından gasp edildiğini bilmenin direngenliğiyle, nereye sürülürlerse sürülsünler ayakta kaldılar.

Sosyal medyada “elektrik paralarını biz ödüyoruz” küstahlığının böyle de bir cevabı var merak edenler için.

 

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.