Bu yıl, doğanın üstüne biriken baskının hem dili değişti hem de hızı arttı. Bir yanda “iklim” sözcüğüyle parlatılan piyasa düzenekleri, öte yanda “torba” denilerek tek hamlede açılan maden kapıları. Bir yanda deprem bölgesinde barınma ve yaşam hakkı mücadelesi, öte yanda acele kamulaştırma kararlarıyla hızlandırılan yerinden etme riskleri. Sokak hayvanları yasasındaki değişikliklerse, toplumsal vicdanın tam orta yerine bırakılmış bir başka kırılma hattı oldu.
Bu tabloyu “kötü haberler bülteni” gibi okumak kolay. Oysa 2025’in asıl dersi şurada: Baskı artarken, direniş de yeni diller, yeni ittifaklar ve yeni ritimler buluyor.
“İklim Kanunu” geçti, tartışma bitmedi
Türkiye’nin ilk “İklim Kanunu” 9 Temmuz 2025’te Resmi Gazete’de yayımlandı. Metnin omurgasında Emisyon Ticaret Sistemi (ETS), karbon kredileri, karbon fiyatlandırma araçları gibi piyasa temelli mekanizmalar yer alıyor. Kanun, bir yandan “iklim adaleti” ve “adil geçiş” gibi kavramları tanımlara alırken, diğer yandan iklimi finansal bir mimariye bağlayan geniş bir araç seti kuruyor.
Tam da bu nedenle, yılın en canlı hatlarından biri “Halkın İklim Kanunu” çağrısıydı. Ekoloji örgütleri ve birçok kurum, tasarının “iklim ticareti”ne indirgenmesine itiraz ederek, bilimi, kamuyu ve adaleti önceleyen gerçek bir iklim kanunu talep etti. Bu çağrı; basın açıklamaları, dilekçeler, kampanyalar, Meclis çevresindeki eylemlerle büyüdü. “İklim Ticareti Kanunu değil Halkın İklim Kanunu istiyoruz” diyen çizgi şunu hatırlattı: İklim meselesi emisyon hesabı değil, yaşamın paylaşımıdır.
Torba yasa: “Süper izin” dönemi ve zemin kayması
İkinci büyük kırılma 7554 sayılı torba yasa ile geldi. 19 Temmuz 2025 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan bu düzenleme, çevre mevzuatı ve izin süreçlerinde çok kritik kapılar açtı. Metinde ÇED süreçlerine ilişkin ifadelerde yapılan değişiklikler, izin ve ruhsat düzenekleri, enerji ve maden projelerinin önünü hızlandıran hükümler, ekoloji hareketinin “Süper İzin Yasası” eleştirisini büyüttü.
Yasayla zeytinlikler, meralar, ormanlar, su havzaları gibi müşterek yaşam alanları için risk büyüdü. An itibariyle 4800’den fazla maden ruhsatı verildiği, bazı kentlerin yüzde 90’ından fazlasının maden alanı olarak ruhsatlandığı değerlendiriliyor.
Sokak hayvanları yasası: Vicdanın hukukla sınanması
2 Ağustos 2024’te yayımlanan 7527 sayılı değişiklik 2025 boyunca da toplumun gündeminde kaldı. Metin; sahipsiz hayvanların “barındırılıncaya kadar” bakımevlerinde tutulması, bazı hallerde ötanaziye ilişkin düzenlemeler ve yerel yönetimlerin yetki ve sorumluluklarına dair değişiklikler içeriyor. Hayvan hakları mücadelesi ile yerel yönetim kapasitesi tartışması bu yıl da dinmedi; sokak, barınak, belediye ve hukuk hattında gerilimli bir alan oluştu.
Bu başlık, ekoloji mücadelesinin “insan dışı yaşam”la kurduğu etik ilişkiyi de yeniden düşünmeye zorladı. Doğayı savunmak, yalnızca maden sahasında değil, kentte, barınakta, belediye bütçesinde de verilen bir mücadele.
Deprem, acele kamulaştırma ve yerinden edilme riski
6 Şubat depremlerinin ardından “yeniden inşa” söylemi büyürken, sahada en yakıcı tartışmalardan biri mülkiyet ve yerinden edilme oldu. Acele kamulaştırma kararları, özellikle deprem bölgesinde, yaşam alanı kurma hakkı ile “hız” siyaseti arasındaki gerilimi daha görünür kıldı. Hatay/Antakya’da bazı taşınmazların acele kamulaştırılmasına ilişkin kararlar, bu tartışmayı hukuk düzlemine de taşıdı.
Bu noktada temel soru çok açık: Afet sonrası toparlanma, insanların toprağıyla bağını koparan bir “mekânsal tasfiye”ye dönüşürse, enkaz yalnız binalarda kalmaz.
Mücadele sürüyor: Muğla’dan Meclis kapısına uzanan hat
2025, aynı zamanda ekoloji hareketinin “bir arada durma” kapasitesini büyüttüğü bir yıl oldu. Muğla, Dersim ve Balıkesir’de “Toprağımızı Vermiyoruz” mitingleri, zeytinlikleri ve köy yaşamını tehdit eden düzenlemelere karşı güçlü bir ortak itiraz olarak kayda geçti. Bu mitingler, sadece yerel birer çığlık değildi; ülkenin dört bir yanındaki yaşam savunucularının ortak iradesiydi.
Ankara’da Meclis önünde yapılan açıklamalar, komisyon süreçlerine dönük tepkiler, “Halkın İklim Kanunu” kampanyası ve “Toprağımızı Vermiyoruz” hattının buluşması ise şunu gösterdi: Ekoloji mücadelesi artık tek bir vadinin, tek bir ağacın, tek bir köyün meselesi olmaktan çoktan çıktı. Bu bir müşterekler ve giderek daha fazla “emek, barınma, gıda, su” başlıklarıyla birleşen bir yaşam siyaseti.
2026: COP31 Türkiye’de: Örgütlenme yılı olsun
Şimdi önümüzde 2026’da Antalya’da yapılması planlanan COP31 (Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi) var. Resmi uzlaşıya göre COP31’e Türkiye ev sahipliği yapacak, müzakere süreçlerinde ise Avustralya “müzakereler başkanı” rolünü üstlenecek. Tarihler de 9-20 Kasım 2026 olarak görünüyor.
Bu, iktidarın PR vitrini kuracağı ve özellikle nadir elementler yönünden Türkiye’yi bir açık artırma alanı olarak kurgulayan bir “mega etkinlik” olarak mı geçecek, yoksa halkların sözünü büyüten bir siyasal eşiğe mi dönüşecek, bunu belirleyecek olan şey 2026’nın nasıl geçirileceği. COP31 bir hedef değil, bir mercek. O mercekten bakınca maden yasası da görünüyor, deprem bölgesindeki acele kamulaştırma da, iklim kanunundaki piyasa mimarisi de, sokak hayvanlarına dair etik çatışma da. Hepsi aynı soruya bağlanıyor: Bu ülkede yaşamı kim, kimin lehine planlıyor?
2026’yı “örgütlenme yılı” yapmak, tam da bu yüzden hayati. Antalya’ya sadece delegasyonlar gelmeyecek. Şirket lobileri, yeşil boyama kampanyaları, karbon muhasebesi diline sıkıştırılmış bir gelecek tasarımı da gelecek. Bizim cevabımız, müştereklerin diliyle, yerelin bilgisiyle, emek mücadelesinin inadıyla, kadınların, köylülerin, gençlerin ve kent yoksullarının hayat deneyimiyle kurulmak zorunda.
COP31 Türkiye’deyse, mesele “orada olmak”la sınırlı değil. Asıl mesele, buradan, bu andan başlayarak örgütlenmek.
Bu yılın özeti budur sanırım: Kanunlar hızlı geçti, doğa nefes alamadı. Ama mücadele, nefes olmayı bırakmadı.




