Yeni sürecin en önemli motivasyonunun bölgedeki gelişmeler olduğu sıkça söylendi, sıkça tartışıldı. Ortadoğu’nun İsrail odaklı dizaynı, yeni konseptle uyumlu olmayanların dönüşümü, Bölgede güç odaklarının yeniden tariflenme olasılığı, Kürtlerin bir jeopolitik özne olarak bölge sahnesine çıkışının bu olasılığın kimlerin lehine olabileceğine dair etkisi vs nedenler Türkiye’deki çözüm sürecinin en önemli dışsal dinamiği olarak okundu.
Sürecin öngünlerinde Türkiye Ortadoğu’daki gelişmeleri hem risk hem fırsat penceresinden değerlendirdi. Dönemin iktidar açıklamaları, daha çok “iç cepheyi güçlendirmek ”ten bahsederek bölgeden doğru gelecek bir tehdit algısını gündemde tutarak toplumu “sürece” hazırlamayı tercih etti.
Kürt hareketi ile başlayan süreci de, fırsat penceresinden değil, adeta “Uzaydan gelen cisim”den bahseder gibi Ortadoğu’dan gelen tehdit algısını bertaraf etmenin zorunlu bir sonucu olarak sundu.
Bir yanı ile doğru idi; çünkü yeni konsept ve Türkiye’ye biçilenler Türkiye’nin PKK ile süren savaşı bitirmesini zorunlu kılıyordu. Kürtlerle çatışma hali Türkiye’nin bölgesel yeni dizaynda rol almasını önleyebilecek güçte idi hem de bu çatışmacı durum bölge dizayncıları açısından bir riskti. Bu durumu aşamayan Türkiye’nin Irak, İran, Suriye gibi dizayn edilmeyeceğini kim iddia edebilirdi?
Süreci kamuoyuna açarken iktidarın tehdit olarak gösterdiği adres ise hepimizin malumu, İsrail idi. Geçen yıl İsrail ile savaş riskinden iktidar bahsettiğinde pek çok çevre “Neden İsrail Türkiye’ye saldırsın ki?” diye sorsa da, bu tehdit adresinin hedefi olma biçimine yeterince ikna olmasa da iktidarın “iç cephe” esprisine ne ciddi itiraz geldi nede yeni konseptin içeriğine dair ikna edici açıklayıcı bilgilendirme istendi.
Oysa Türkiye İsrail ile sınırdaş değildi, Türkiye’den hiçbir zaman askeri bir müdahale görmediği gibi Türkiye, İsrail’e şimdiye kadar siyaset de tayin etmemişti. Üstelik yüzeydeki atışmaların örttüğü çok köklü askeri, ekonomik işbirlikleri vardı. Her iki ülke de Amerika hegemonyasının bölgedeki müttefiki idi.
O halde İsrail neden Türkiye’ye saldırsın ki? Bu soru geçtiğimiz yıl boyunca yüksek sesle sorulmadı.
Bugün ise İsrail’in Türkiye ile çatışma olasılığı hala uzak bir ihtimal olsa da geçen yıla göre çok daha yakın bir ihtimal. Zira İsrail Suriye’de müsadere ettiği ve etkilediği güney hattı nedeni ile Suriye ile ortak komşu konumunda. Aynı zamanda Türkiye, Suriye’nin kuzey batı hattında müsadere ettiği alanlar itibarı ile İsrail ile birlikte ortak bir “paylaşımcı” konumunda.
İki ülkeden biri Şam geçici hükümetine askeri yönelim ve tehditle diğeri siyaset tayin edici, yönlendirici etkisi ile istediğini yaptırabilme kapasitelerini de paylaşıyorlar.
Suriye kritik bir odak, buradaki paylaşım hali aslında yeni Ortadoğu dinamiği ile oldukça ilişkili.
Çünkü yeni Ortadoğu dizaynında Türkiye’ye biçilen rol; Kürt çatışmasını aşarak ve “mümkünse” Kürtlerle ittifak kurarak İsrail ile birlikte bölgesel güç olmasıdır. İran’ın zayıflayan hegemonyasının etkilediği alanların bir kısmına ikame edilerek hem İsrail’in güvenceye alınması, hem İsrail’in dengelenmesi, hem de batı hegemonyasının bölgesel çıkarlarının korunabilmesi umulmaktadır. Bu rolü üstlenemeyecek hatta gerilim üreterek bölge dengelerinde problem yaratacak bir Türkiye risk olarak okunacaktır.
Şimdi diyeceksiniz ki Suriye, Irak, Lübnan gibi siyasi ve egemenlik iradesi dağılmış, iyice içine kapanmış ve hegemonya kurduğu alanları kaybetmiş bir İran profilinde İsrail tek bölgesel güç de olabilir. Türkiye’ye ne gerek var? İşte bu itiraz da ABD ve batı dünyasının bölge konsepti ile uyumlu değil. Çünkü batı bölgesel çıkarlarının korunduğu, ama aynı zamanda İsrail’in güvende olduğu bir Ortadoğu arzularken, İsrail’in tek hegemon güç olmasını da riskli buluyor denebilir. Çünkü bu planda istikrar önemli parametre, gerilim değil!
Müslüman ve Arap ağırlıklı coğrafyada İsrail’in tekil hegemonikliği ve yayılımı gerilimin sürekliliği potansiyelini taşır. Aynı zamanda İsrail’in güvenlik gerekçesi ile sınırlarını genişletme hevesi batı hegemonyası için “risk” okuması içinde. Tam da bu ve benzer nedenlerle Türkiye’ye hem bölgesel hegemonyayı paylaşma, hem İsrail’in güvenliğini gözetme hem de dengeleme rolü biçilmiş görünmektedir.
Bu rolü oynayabilmesi için Türkiye’nin, son yılların jeopolitik değeri olarak okunan Kürtlerle çatışma potansiyelini aşağıya çekmesi daha doğrusu bitirmesi veya ittifak kurması gerekmektedir.
İktidar ise son bir yılda, başlayan sürece rağmen, Kürtleri ekarte ederek farklı bölgesel ittifaklar bularak ortaya çıkan role sahiplenmenin çabalarına sahip oldu. HTŞ ile kurduğu ilişki bu çabanın ve üstlenmek istediği rolün tipik görünümlerini taşıyor.
Doğrusu Türkiye HTŞ üzerinden Kürt faktörünü ekarte edebilir mi? Oldukça tartışmalı. Çünkü Kürt meselesi ve bu meselenin ürettiği gerilim güncel aktörlerle ilgili değil. Güncel aktörler çözümün adresleri durumunda, sorunun kendisi değil.
Yüzyıl öncesinin gerilim üreten parametrelerini dönüştürerek kurulmak istenen yeni düzen fikrîde bu durumla uyumlu değil. Buna rağmen konjonktürel olanaklardan faydalanmaya çalışan iktidar; hem barış sürecini hem de bölgesel yeni dizayn sürecini, Kürt bariyerini aşma mümkünse “Kürtsüz” bir Ortadoğu için araçsallaştırma çabasında ısrar ediyor. Suriye’deki gerilimler, HTŞ’ye dikte edilen Kürt politikası bu çabanın görünümleri. Yeri gelmişken; HTŞ ile batı dünyası Ortadoğu’daki radikalizmi kontrol etme ve çıkarlarına eklemleme hedefi güderken, Türkiye’nin de aynı HTŞ ile buradaki Kürtleri kontrol etme, sınırlama ve etkisizleştirme amacı güttüğünü söylemek gerekecek.
Peki Türkiye “Kürtleri aşarak” veya etkisizleştirerek yeni düzende bölgesel hegemonik güç olabilir mi? Elbette ki hayır. Çünkü Kürt sorunu bir ulusal kimlik meselesi olmak kadar jeopolitik kırılmayı da temsil ediyor.
Uzun bir tartışma konusu olmakla birlikte; Ortadoğu’da güç olmak isteyen bir devlet, bölgenin en önemli jeopolitik konumuna sahip olan İran, Irak, Suriye ve Türkiye gibi dört önemli ülkesine bölünmüş bir halkı ya yanına almak, yada kendisi için gerilim konusu olmaktan çıkarmak zorunda. Bu konuyu başka yazılara bırakalım…




