Ortadoğu’nun yeni jeopolitik mimarisi, Türkiye’nin stratejik sıkışması ve çözüm sürecinin tarihsel zorunluluğu – 3
Bugünün Türkiye’si, yüzyıl boyunca ertelenmiş bir sorunun artık ertelenemeyeceği bir eşiğe gelmiş durumda. Kürt meselesi, artık ne salt bir “azınlık politikası” ne de yalnızca bir “güvenlik problemidir; bu mesele, Türkiye’nin devlet yapısını, uluslararası konumunu, toplumsal bütünlüğünü ve hatta rejimin sürdürülebilirliğini belirleyen merkezi dosya haline gelmiştir. Bu nedenle, bugün başlayan çözüm girişimi, kişilerin iradelerinden çok daha derin bir zemine; tarihin, coğrafyanın ve siyasal gerçekliğin dayattığı bir zorunluluğa dayanıyor.
Bir kez daha belirtmekte fayda vardır: Ortadoğu, son otuz yılda geçirdiği dönüşümle, devlet sınırlarını ve toplumsal aidiyetleri altüst eden bir dizi kırılmadan geçti. Irak işgali, Suriye iç savaşı, İsrail-İran-Suudi ekseninin rekabeti, Körfez ülkelerinin güç biriktirmesi, Rusya-Ukrayna savaşı, ABD’nin bölgedeki rollerini yeniden tanımlaması ve enerji hatlarının yeniden çizilmesi… Bütün bu değişimler Ortadoğu’yu sabit bir jeopolitik alan olmaktan çıkardı; bölge, sürekli hareket eden, sınırları fiilen değişen, aktörlerin her yıl yeniden konumlandığı, devlet-dışı güçlerin devletler kadar belirleyici olduğu bir alan haline geldi.
Bu tablo, Kürtleri tarihlerinde ilk kez bölgesel bir aktör statüsüne taşıdı. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin fiilî bir devlet kapasitesine ulaşması, Rojava’da Türkiye’nin tüm engellemelerine rağmen ortaya çıkan özerk yapı, İran’daki Kürt hareketinin yeniden politizasyonu ve Türkiye’deki Kürt toplumunun artık belirleyici bir sosyo-politik ağırlığa sahip olması, Kürt meselesini coğrafyalar arası bir gerçeğe dönüştürdü. Gelinen aşamada Kürt realitesini görmezden gelmek artık mümkün değildir; çünkü artık Kürtler bir halk olmanın ötesinde, bölgesel politik bir varlıktır. Bu varlık, askeri güçten kültürel canlılığa, diplomatik temaslardan ekonomik ilişkilere kadar birçok alanda kendini üretmektedir.
Toplumsal düzeyde de tablo değişmiştir. Kürtler, Türkiye’nin şehirleşme, işgücü, kültürel üretim, siyasal temsil ve ekonomik dinamizminin vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. 25 milyonu aşkın bir nüfus, ülkenin batısına yayılmış, metropollerin sosyal dokusunu dönüştürmüş, artık sadece “etnik bir toplum” değil, aynı zamanda modern bir siyasal kitle oluşturmuştur. Bu kitle, ne inkârı kabul eder, ne ayrışmayı ister; fakat onurunu, kimliğini, dilini ve eşit yurttaşlık talebini ısrarla savunur. Devlet bu gerçekliği tanımadığında, kriz üretir; tanıdığında ise güçlenir!
Türkiye bu yeni gerçeklik karşısında tarihsel refleksleriyle hareket ettiğinde, yani inkâr ve bastırma çizgisine geri döndüğünde, kendisini sadece kendi yurttaşlarıyla değil, bölgesel denklemle de çatışır hâlde buluyor. Ankara’nın sınır ötesi operasyonları, diplomatik gerilimleri, ekonomik sıkışmışlığının çok ama çok önemli bir bölümü bu yapısal çatışmanın sonucudur. Çünkü Türkiye, ne Türkiye’de, ne Irak, ne Suriye ne de İran’da oluşan Kürt gerçekliğini askeri araçlarla yok edebilecek bir güce sahip değildir. Dahası, Kürt aktörlerin bölgesel sistem içindeki meşruiyeti her yıl daha da artarken, Türkiye’nin bu aktörlerle sürekli çatışma hâlinde kalması kendi dış politikasını daraltıyor, manevra alanını küçültüyor, ekonomisi her geçen gün çökme noktasına geliyor ve Türkiye, gerçek anlamda varlık sorunu yaşamaya başlıyor.
Çünkü Kürt meselesi, çok uzun zamandır Türkiye’nin jeopolitik konumunu tehdit eden bir durumdur. Bu tehdit, askeri bir yenilgi ihtimalinden değil, Türkiye’nin stratejik yalnızlaşmasından ve ekonomik çöküş riskinden kaynaklanıyor. Tüm bu nedenlerle Türkiye, Rusya-ABD-İran-İsrail-Körfez arasındaki güç savaşında bir ağırlık merkezi olmak istiyorsa, kendi iç barışını kurmak zorundadır. Çünkü içeride çatışmayı sürdüren bir ülke, dışarıda bağımsız bir aktör olamaz; kaynakları güvenliğe akar, meşruiyeti aşınır, diplomatik esnekliği yok olur.
Tüm yetersizliğine rağmen, bugün devletin çözüm arayışına yeniden yönelmesinin nedenlerini bu zorunlulukların ışığında okumak tüm kesimlerin aklıselim politika sahibi olmaları açısından önemlidir. Askerî harcamalar, ekonomik yıkım, diplomatik tıkanma, güvenlik bürokrasisinin ülke yönetimini gölgelemesi, toplumsal kutuplaşmanın demokratik düzeni zayıflatması… Bütün bunlar, Kürt sorununu çözmeyen bir Türkiye’nin sürdürülebilir bir devlet formuna sahip olamayacağını gösteriyor.
Devlet aklı tam da bu nedenle, 2010’ların ortasından itibaren, yüksek perdeli söylemlerin ardında sessiz bir yüzleşmeye zorlandı: Türkiye, sınırları içindeki Kürt meselesini politik çözüme kavuşturmadan, sınırları dışındaki Kürt toplumu ile eşit ve demokratik bir ilişki kurmadan bırakın bölgesel denklemde söz sahibi olmayı, Ortadoğu’nun yeni mimarisinde ayakta dahi kalamaz!
PKK’nin konumu da bu tabloda değişmiştir. 1990’ların dağınık gerilla hareketinden farklı olarak, bugün çok daha karmaşık bir yapının hem çatısı ve hem de parçasıdır: Suriye’deki özerk yapıyla ilişkisi, İran, Irak ve örgütlü diasporasıyla Avrupa’daki varlığı, uluslararası temasları ve toplumsal tabanı, örgütün hem askeri, hem siyasal bir aktör olmasını sağlıyor. Kuşkusuz ki, PKK de Ortadoğu’nun yeni düzleminden izole olamayacağını biliyor; bu anlamda bulunduğu coğrafyayı büyük etkileme kadar, kendisi de gelişmelerden büyük etkileniyor. Fakat PKK şunu görüyor: Siyasete alan açan ve siyasal alanı güçlendiren gerilla mücadelesi bir yere kadar güç üretmiş; ancak uzun zamandır yaşanan denge durumu, silahlı mücadeleyi bir kısır döngüye ve tekrarı beraberinde getirmiştir. Bu durum, bir noktadan sonra siyasal alanı daraltma riski taşımaya başlamıştır. Çatışmanın devamı, bölgesel kazanımlarını sınırlıyor. Öcalan’ın mesajlarında öne çıkan siyasal çözüm ısrarı, hem ideolojik bir yönelim ve hem de bu tarihsel bir zorunluluk halinden kaynaklanmaktadır.
***
Bugünün Ortadoğu mimarisi ve oluşan yeni güç dengeleri, Türkiye ile Kürtler arasında bir karar anıdır; ya yeni bir ortaklaşmayı mümkün kılacak bir tutum, söylem ve bunun yasal-anayasal yapısı ve elbette ki zihniyeti oluşturulacak ya da sonu gelmez bir çatışma ve kaosun içine sürüklenecek. Ya da Türkiye, Kürt meselesini hukuk, eşitlik ve siyasal tanınma temelinde çözecek ya da bölgesel güç kaymasını kendi aleyhine hızlandıracaktır!
Yeni bir Kürt-Türk ittifakı her açıdan mümkündür ve her iki toplum da bunun için birçok imkâna sahiptir. Bu nedenle, çözüm süreci görünürde “yeniden başlatılıyor” gibi görünse de gerçekte tarihin dayattığı bir zorunlu dönüş yaşanmaktadır.
Bu yüzden bugün konuşulan çözüm süreci, siyasi iktidarın tercihi değil; devlet yapısının “devam” edebilmesi için gereken bir “yeniden kuruluş” sürecidir-öyle olmak zorundadır. Zira Türkiye’nin geleceği, Kürtlerin siyasî ve kültürel eşitliğini tanımadan kurulamaz. Çünkü sorun artık yalnızca Kürtlerin sorunu değil; Türkiye’nin devlet kapasitesinin, hukuk sisteminin, demokratik düzeninin ve uluslararası ağırlığının test edildiği bir varlık meselesine dönüşmüştür.
Bitirirken
Yüzyıllık bir tarih, yüzlerce yılın birikimi, bir halkın kimliği ve bir devletin varoluşu… Bu yazı dizisinin sonunda varacağımız nokta, basit bir çözüm reçetesi değil; Türkiye’nin ve Kürt toplumunun birlikte var olma zorunluluğunun çıplak gerçekliğidir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, devletin ve toplumsal aktörlerin uyguladığı inkâr, bastırma, silah ve korku politikaları, hem Kürt toplumunu hem de Türkiye’nin kendi organik yapısını aşındırmıştır. Bu aşınma, yüzeyde görünmese de derinlerde toplumsal bir çürüme, güvenin yitimi, mekanizmaların işlevsizliği ve her alana yansıyan krizler olarak kendini göstermektedir. Örnek olsun: Yoksulluk, şiddet, yolsuzluk ve çeteleşme yalnızca ekonomik veya güvenlik sorunları değildir; bunlar, devletin kendi tarihi hatalarının, toplumun kendi iç çatışmalarının ve adaletsizliklerin birer aynasıdır.
Yürütülmekte olan çözüm girişimi bu nedenle, sadece “silahların sustuğu” bir girişim değildir; bu süreç, Türkiye’nin devlet kapasitesinin sınandığı, toplumsal dokusunun test edildiği ve tarihsel hatalarından ders alıp almadığının görüleceği bir dönemeçtir. Devletin yıllarca bastırdığı gerçeklik, Kürtlerin kültürel, ekonomik ve siyasal talepleri, toplumsal hafızanın ve Ortadoğu’nun yeniden şekillenen dengeleriyle birleşince, çözümü artık sadece doğru veya etik bir tercih olmaktan çıkarır; stratejik bir zorunluluk haline getirir.
Ancak zorunluluk, çözüme karşı direnenlerin varlığını anlama gereğini ortadan kaldırmaz. Zira tarih boyunca her toplumsal ve idari dönüşüm, haksız ve hukuksuzca elde etmiş oldukları ayrıcalıkların kaybını gören güç odaklarının direnciyle karşılaşmıştır. Bugün de sürece karşı çıkanların, bu düzeni korumak isteyenlerin hareket noktaları bundan öte bir şey değildir. Bu kesimlerin durdukları yer, kendi iktidarlarını ve ekonomik çıkarlarını kaybetmeme stratejisidir. Söz gelimi, CHP’nin de son dönem dâhil edilmek istendiği çözüm karşıtı yönelimleri bu çerçevede okumak yanlış olmayacaktır. CHP içinden bir kesim, çözüme yönelik istikamet netleştikçe 100 yıldır elde etmiş olduğu statükoyu kaybedeceğini anlamaktadır. Özgür Özel tarafından bir eğilim olarak geliştirilmek istenen çözüme destek girişimleri ve bu konuda zaman içinde kısmi de olsa değişen söylem, CHP içindeki güçlü inkarcı damar tarafından sabote edilmek istenmektedir.
Lakin CHP’nin şunu görmesi gerekmektedir: CHP, hatalarıyla sevaplarıyla cumhuriyetin kurucu partisidir. Bu kimlik ona sadece geçmişin mirasını değil, geleceğin inşasında öncü olma görevini de yükler. Fakat bu öncülük, geçmişin kodlarıyla hareket etmek değil, dar parti çıkarlarının ötesine geçmeyi gerekli kılmaktadır. Kürt meselesinin çözümü dışında kalmamak, çözüme daha fazla sahip çıkmak, Kürt siyasal hareketi ile daha fazla işbirliği içerisinde olmak bu topraklarda yaşayan herkese kazandıracak ve eşit yurttaşlık fikrini soyut bir ideal olmaktan çıkarıp somut bir yaşama dönüştürme fırsatı olacaktır. Bu nedenle Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kürt açılımına daha güçlü, daha cesur ve daha tutarlı bir destek vermesi, yalnızca bir siyasi tercih değil; tarihsel bir sorumluluktur. CHP’yi anlamak kadar CHP’nin de bunu anlaması tarihsel ve vicdani bir görevdir.
***
Sonuç olarak, bu yazının ulaştığı çarpıcı gerçek şudur: Bir ülkenin kaderi, çoğu zaman sustuklarıyla değil, konuşmayı seçtikleriyle şekillenir. Türkiye’nin uzun ve kaos yüklü hikâyesinde Kürt meselesi, yıllarca fısıltılarla, korkularla ve yarım cümlelerle anıldı. Oysa yarım kalan her söz, yarım kalan bir barışı bile doğuramadı.
100 yıl önceki kodlardan beslenmeye devam eden kasaba politikacıları ne derse desin; Türkiye’nin geleceği, Kürtlerle birlikte kurulacak yeni bir ortaklığa dayanıyor. Bu ortaklık, yalnızca bir siyasi pazarlık değil; tarihsel hataların, ekonomik dengesizliklerin, toplumsal travmaların ve kültürel kayıpların üstesinden gelmenin tek yoludur. Çünkü mesele, bir kesimin kazanması ya da kaybetmesi değildir. Mesele, ortak bir geleceğin mümkün olup olmadığıdır. Tüm partiler ortak geleceğe daha fazla destek vererek, bu ülkenin farklılıklarla bölünmediğini; aksine farklılıklarla güçlendiğini gösterebilir. Böyle bir adım, sandıklardan çıkacak sonuçlardan çok daha fazlasını üretir: Umut. Acıyı inkâr etmeyen, geçmişle yüzleşmekten korkmayan bir duruş, toplumun tüm kesimlerinde güven duygusunu yeşertir. Güven ise barışın en verimli toprağıdır…




