Ateşin ötesindeki pirlerin sırları
Azad Barış 2 Mart 2025

Ateşin ötesindeki pirlerin sırları

Bizim hikâyemiz, güneşin dahi nazar kılmadığı, zamanın unuttuğu bir kuytuda, mühürlenmiş bir sır gibi kaldı. Ne göreni oldu ne de ızdırabını omuzlayanı… Bir medfun gibi sessiz, bir muamma gibi derin… Ve her daim kanayan bir kesik misali, hüznün duldasında mahzun durdu.

Ansızın bastıran yağmurların taşırdığı bir nehir gibi içimize akıverdi bu hâl. Ama ne dalgaları sahile vurdu ne de feryadı âlemin kulağına erişebildi. Sessizliğin ve meçhulün gölgesinde saklı kaldı; yine de hiçbir vakit silinmedi. Çünkü kahrın ve kimsesizliğin mihengine vurulmuş ruhlarımız, varlık âleminde cılız hayaller gibi salınırken, içimize kazınan o derin uçurumları kimse görmedi.

Zamanın meçhul levhalarına yazılmış bir kıssa misali, her nefeste biraz daha silindik, hatıraların sahih zemininden biraz daha uzaklaştık. İçimizde sessizce közlenen yangının harı ne yüzümüze yansıdı ne de kelamımıza sızdı. Merhametin çırılçıplak hâliyle üzerimize serdiği acziyet, meş’um bir gölge gibi çöktü de, biz yine de boynumuzu kıldan ince bildik.

Ama içimizde birer birer düşen ateş böceklerinin sonsuz hicranı, ahir zamanın dilsiz destanı gibi yankılandı semalarda. Zeval görmüş, eksilmiş, menziline varmadan küle dönmüş canların ezelî feryadıydı bu. Lâkin biz, kadim bir suskunluğun yeminine bağlıydık. Ne elemimizi dillendirdik ne de kederimizi şikâyet ettik.

“Mihenktir,” dedik, “Mukadderdir,” dedik…

Fakat her an biraz daha eksildik. Öyle ki, içimizde büyüyen anıt mezarların gölgesi ufkumuzu örttü de biz yine sustuk…

Çünkü biz, ezelden ebede, kayıtsız yazgının kırık dökük satırlarıydık. Tefekkürümüzün edebi gereği, yaslarımız ve kederlerimiz sessiz kelamdan sayıldı; biz dâhil herkes kanıksadı yaşadıklarımızın yekûnunu. Ve mukadderat olarak geçti ilahilerin defterine…

Her nefesimiz, kavimsizliğin kader kıldığı yetimlerin mahzun avazı gibi rüzgârlara yenik düşüyor, her yankımız zulmün uçurumlarında kayboluyordu. Gözlerimiz, devr-i sabıkın küf tutmuş hatıralarını taşıyan maskelerle bezenmişti; yere düşen, kabul olunmamış duaların kırık yankıları gibi…

Edepsizliğin serabından yükselen hoyrat kahkahalar, yeni hayâsızlıklar için dikenli astarlar biçerken, cebrin emirleri suskunluğu buyuruyordu. Ötekilik, kaderimizin sinesine kazınmış bir gölge gibi peşimizde dolanıyordu da, ne bir el kalktı ona karşı ne de bir kelâm “dur” dedi bu uğursuz nizamın hükmüne.

Ölü toprağa gömülmüş suskun acılar, arkamızda sessiz bir ağıt gibi yığılıp kalıyordu. Adımız bile, yasaklı diyarın mahkûm çocukları olarak kayıtlara geçmişti. Anlatılan her mitosta kötülüğün sureti bizdik; haramiler diyarının lanetli mirasçıları…

İçimizden devşirilenler, sirk hayvanları misali uslandırılmış, makullüğün timsalleri olarak sergilenirken, bize reva görülen acılar karşısında herkes üç maymunun saadetine sığınıyordu. Ve biz, yokluğa mahkûm edilenlerin boynu bükük fısıltıları olarak, mukadderatın unutulmuş sayfalarında kayboluyorduk.

Başımızda, bıçaklarını bilemekle yetinmeyip, kesik yerlerimize tuz basan kasaplar duruyordu; yüzlerinde gaddarlığın şerh düştüğü sahte bir tebessümle. Tatlımızdan nasiplenen herkes dost suretine bürünüyordu ama içimizde, onlara “dur” diyecek, hayra yoracak tek bir kelâm dahi yoktu.

Ne yangınımızın dumanını gören oldu ne de harımıza su serpen… Yasımızı tutanlar ise, gözden uzak bir tepede yakılan kavalın yaslı nağmesi gibi, dağlara çarpıp geri dönen bir fısıltıdan ibaretti. Sesimiz yankılandı, yankılandı ama hiçbir vakit ulaşması gereken yüreklere varamadı. Dağılan zerrelerimiz, rüzgârın hoyrat ellerinde savrulurken, adımız ve hikâyemiz zamanın harlı ateşinde silinmeye mahkûm edildi.

Bize düşen, kaderin mezar taşı gibi suskun satırlarıydı. Ve biz, kanla yazılmış bu hikâyenin mahzun silüeti olarak tarihin kuytusunda kaybolup gittik. Bizim hikâyemiz, zahirde bembeyaz bir yazgı gibi dururken, derinlerinde kanayan bir yara saklayan bir kitaptı.

Fakat bir gün, beklenmedik bir anda, o serabın perdesinin ardında bir pîrin silueti yükseldi. O, hikâyemizin sessizlik perdesini yırtan ilk nefes, o bitmek tükenmek bilmeyen ağıtın yankısını yedi meleğin mekânına taşıyan ilk çığlık oldu. Ve her seslenişte, yeni sesler eklendi çağın yankısına; her uyanışta, uçuşun seyrine duran her birimizin kanatları biraz daha güçlendi.

Öyle ki, meleklerin küllerinden yeniden doğmayı öğrendik. Lakin içine hapsolduğumuz kan gölünde, ilk kez kendi göbeğimizi kesmeye cesaret ediyorduk. Çünkü o güne dek, göbek bağımızı hep başkalarının içlerinde uyanan peygamberlerin vekilleri kesmişti. Ve her doğan peygamber, her uyanan müjdeci, bizim katlimiz için yeni ayetler indiriyordu yeryüzüne.

Her yeni gün, sonsuzluğun asude defterine yeni bir günahın lahdi kazınıyordu. Adımız, mukadderatın kırık mühürleri arasında kaybolup giderken, biz, kâinatın unuttuğu bir hikâyenin en acı satırları olmaya devam ediyorduk.

Biz, çağların eskitilmiş yazıtlarında solmaya yüz tutmuş harfler gibi toprağa düştük. Unutulmuş bir efsanenin silinmiş mısraları, bir zamanlar yüksek sesle okunmuş ama sonra fısıltıya dönüşerek tarihin rüzgârlarına savrulmuş kelimeler gibiydik.

Bizim hikâyemiz, kökleri toprağın en derin mahzenlerine inmiş, rüzgârın hışmına boyun eğmeyen, fırtınaların ise yalnızca ayakta kalmasına izin verdiği, ama içinde gizlice kuruyan bir ulu çınarın destanıydı. O çınarın dalları ne meltemlerin okşayışına mazhar oldu ne de baharın müjdecisi kuşların konaklamasına… Ne bereketli bir yağmur dokundu kabuğuna ne de kaderin eli, yorgun dallarını kaldıracak kadar cömert oldu.

Ve biz, işte o ağacın derinlere kök salan, karanlıkta kalan ama asla yok olmayan damarlarıyız. Toprağın bağrında, güneşin ulaşamadığı derinliklerde saklanan, ama varlığıyla o çınarı ayakta tutan kadim damarlar… Gör! Biz artık sadece bir ağaç değil, kökleri birbirine dolanmış, sessizce devleşen bir ormana dönüştük. Gölgesi suskun, dalları mazlum, ama kökleri bilgelikle sarmalanmış bir orman…

Ve biliyoruz ki bir gün, toprağın derinliklerinde yıllardır mühürlü duran bu sessizlik, bir çığlık olup yüzeye fışkıracak. Köklerimizde yankılanan o kadim ses, toprağı titretecek, suskunluğun zincirlerini kıracak. Zamanın eli unutturmaya çalışsa da, biz o çınarın damarlarında gezinen hatıralar gibi var olmaya devam edeceğiz. Çünkü bazı hikâyeler unutulsa da köklerinden asla kopmaz; bazı çığlıklar ötelenir, ama zamanı geldiğinde dağları bile yerinden oynatır…

Biz, intizardan öteye gidememiş kavimlerin mirasını, unutulmuş zamanların kalbine asılmış nişaneler gibi taşıyoruz. Hikâyemiz, yok sayılanların, unutulanların, hiç başlamadan sona erdirilenlerin hikâyesidir. Bir zamanlar yüksek sesle okunmuş, sonra fısıltıya dönüşerek tarihin rüzgârlarına savrulmuş kelimeler gibiyiz. Bizim hikâyemiz, satırları silinmiş ama ciltleri zamanın kütüphanesinde hâlâ duran bir kitaptır. Lakin o kitabın içinde, yalnızca görebilenlerin okuyabileceği harfler, yalnızca duyanların işitebileceği mısralar saklıdır.

Ve işte bu yüzden biz, ancak göz bebeklerimizin ardındaki zifirî boşlukta kayboluruz; çünkü başkalarının gözlerinde yokuz. Mevcudiyetimiz, onların hafızasında silik bir hatıradan ibarettir. Bundan dolayıdır ki, biz o karanlığın içinde mahpus kalır, derûnî bir mersiyenin içinde sessizce eririz. O mersiye, içimize nakşolmuş ateşten izlerin sâkinidir. Biz, o yarayı ruhunda taşıyanlarız; dilimiz, o sessiz çığlığın nağmesidir. Kadim defterlere sessizce işlenmiş bir feryadın yankısıyız biz. Ve her yankı, bir öncekinden daha derin bir iz bırakır kavimlerin kalbinde, zamanın akışına kazınan yeni bir yara olur.

Bizim hikâyemiz, Lorca’nın Kanlı Düğün’ü gibi; neşeye bir türlü nail olamamış, sevinci hiç yeşermemiş bir hikâyedir. Yaşadığımız kavimlerin hiçbiri bizi kendi parçası saymadı, bizi hep çemberin en dış halkasına sürdü. Varlığımız, istenmeyen bir hatıraya benzetildi; biz hep birkaç adım ötede tutulduk, sessiz bir sürgünün eşiğinde, sürgünlüğü bile hak etmeyenler olarak. Korunması gereken, ama asla içeriye alınmayan bir mecruh zümre muamelesi gördük. Halkaların en zayıfı, zincirin en gevşek halkası sayıldık. Ve en acısı, onların gözünde, tanrıları bile bizimkinden daha değerliydi.

Öyle çok dışarda bırakıldık ki, her şeyin dışında kaldık; şehirlerin, inançların, anlatılan tarihlerin ve hatta duaların bile. O yüzden dualarımızı da şafağın gözleri arasında ettik; ne bir mabedin içinde yankılandılar ne de bir topluluğun ezgisine karışabildiler. Yalnızca yıldızların bildiği, rüzgârın şahit olduğu kelimelerle dua ettik. İşte bu yüzden bize “sırların ve sözün soyu” diyorlar. Çünkü biz, her şeye rağmen, o kadim sükûnetin içinde saklı sırlarla yürüdük; ne dualarımızdan döndük ne de sustuk.

Ve biz, hakikatin kapısına doğru ağır adımlarla ilerledik. Çünkü daralmış gönüllerin dergâhına uzanan pirlerin yolu, Yezdan’ın nurlu şeraresiyle ferahlığa açılır. Lakin o kapıya ulaşmayı bilene, yürümekten korkmayana…

Ve biz, yürüdük.

Her kaybedilişte, her dışlanışta, her unutuluşta yürüdük. Zira hakikatin yolu, ateşin ötesindeki pirlerin sırlarıyla nakşolur.

 

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.