Türkiye’de 2025 yılı, çok sayıda siyasal, toplumsal ve bölgesel gündemin iç içe geçtiği, krizler ile tarihsel eşiklerin aynı anda yaşandığı bir yıl oldu. Ekonomik daralma, bölgesel savaşların yarattığı baskı ve iç siyasetteki tıkanma hali, ülkenin genel atmosferini belirlerken, bu karmaşık tablo içinde Abdullah Öcalan’ın Barış ve Demokratik Toplum Süreci’ni başlatması yeni bir umut kapısı araladı. Bu adım, sorunun çözümüne ilişkin temel tartışmayı siyaset, toplumsal müzakere ve Meclis zeminine yerleştirdi. 2025 yılında toplumda barış beklentisi güçlenirken, devletin somut ve kurumsal adımlar konusunda yavaş ilerlemesi güven sorunu beraberinde getirdi.
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, başta Barış ve Demokratik Toplum Süreci olmak üzere 2025 yılındaki politik gelişmelere ilişkin Mezopotamya Ajansı’ndan (MA) Mehmet Aslan’ın sorularını yanıtladı.
Röportajın tamamı şöyle;
Süreç bir yılı geride bıraktı. Sürecin başlamasıyla Türkiye’de nasıl bir toplumsal-siyasal hava oluştu? Geçen yıl ile bugün arasında ne değişti; somut olumlu sonuçlar neler?
Öncelikle tüm Türkiye’nin yeni yılını şimdiden kutluyorum. 2026 yılının hepimize barış, huzur ve kardeşlik getirmesini, birlikte yaşama irademizin daha da güçlenmesini diliyorum. Bu topraklarda yaşayan her insanın mutlu, özgür ve eşit olduğu bir yıl olmasını yürekten arzuluyorum. Sorunuza gelirsek, Barış ve Demokratik Toplum Süreci, büyük bir şiddet ve baskıyla geçen uzun yılların ardından bir kez daha barışı hayal etmeyi, demokratik bir yaşam için çaba göstermeyi en güçlü şekilde mümkün kıldı. Bu yönüyle hem siyasetin motivasyonunu değiştirdi hem de insanların yaşamını yitirmediği ve silahların konuşmadığı bir dönem ortaya çıkararak sorunları müzakere ve diyaloga dayalı şekilde çözebileceğimize dair büyük bir ümit yarattı.
Bu bir yılda Sayın Abdullah Öcalan’ın siyasi iradesi ve Kürt Siyasi Hareketi’nin kararlı adımlarıyla önemli bir yol alındı. Negatif barış denen silahlı çatışmaların durması ve bu çatışmalara zemin hazırlayabilecek durumların ortadan kaldırılması aşaması tamamlandı. Şimdi sıra başta iktidar ve Meclis olmak üzere tüm siyaset kurumunda, sivil toplum mücadelesinde, toplumun barış ve demokrasi talebini güçlü şekilde ifade edecek yol ve yöntemleri bulmasında. Bunlar bulundukça önümüzdeki yıl, geçen yıl gösterilen siyasi iradenin ve atılan cesur adımların barışla taçlanması mümkün olacaktır.
Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat çağrısı ve ardından PKK’nin silahlı faaliyetleri sonlandırıp çekilmesi, devlet adımı olmadan atılmış “radikal” bir eşik olarak görülüyor. Bugünden bakınca bu adımların çözüm açısından anlamı nedir; sürecin kaderini nasıl etkiledi?
Bu süreçte özellikle dünyadaki çatışma ve çözüm deneyimlerini yeniden detaylı bir biçimde inceledim. Dünyanın birçok yerinde silahlı faaliyetlerin sonlandırılması ve muhatap örgütün kendisini feshetmesi, sürecin en son aşamasında gerçekleşir-sanki uzun bir yolculuğun son durağı gibi-. Öcalan ise tarihe tanıklık eden bir cesaretle bu yolculuğu tersine çevirdi; son durağı ilk adım yaptı. Piramidi tepesinden terse çevirerek, ağırlık merkezini çok güçlü bir biçimde barışa ve siyaset alanına kaydırdı.
Bu adımların anlamını şöyle ifade edebilirim; Öcalan, kurucusu olduğu örgütüne fesih çağrısında bulunarak, silahı en baştan masadan kaldırdı. Bu, dünyada eşine az rastlanan bir örnektir. Çatışma ve çözüm literatürüne büyük bir katkı sunarak, a-tipik bir süreç başlattı. Bu adımlar sayesinde sürecin kaderini belirleyecek en kritik eşik aşıldı. Artık süreç siyaset, toplum ve Meclis zemininde çözülebilir hale geldi.
Adadan gelen bu tarihi çıkışlar, kapıları sonuna kadar açtı. Fakat açıkçası şunu da söylemeliyim; Öcalan sürekli pedal çevirdi, yokuşu tırmanma iradesini gösterdi. Devlet ve iktidar ise geriden takip etti. Barış yolculuğunda tek başına pedal çevirmek yorucudur ve sürdürülebilir değil. Artık Meclis’in de pedala daha güçlü basarak bu yükü paylaşması, ortak sorumluluğu üstlenmesinin zamanı geldi. Çünkü barış, tek tarafın omuzlarında taşınacak bir yük değil, hep birlikte inşa edeceğimiz bir köprüdür. Ve bu köprüyü inşa etmek için herkesin elini taşın altına koyması gerekir.
Devletin henüz belirgin adımlar atmaması, beklenti ve güven meselesini nasıl etkiliyor? Sürecin sürdürülebilirliği için “olmazsa olmaz” ilk adımlar nelerdir?
Bu önemli bir durumdur. Bizim de her fırsatta dile getirdiğimiz ve işaret ettiğimiz bir başlıktır. Neden? Çünkü belirgin adımların gecikmesi, görebildiğimiz kadarıyla iki risk alanı üretiyor. İlki, toplumda doğal olarak “yine mi oyalama?” duygusu gelişiyor; ikincisi ve daha önemlisi de sahada “provokasyon”lara açık alanlar hazırlıyor. Siyaset doğa gibidir, boşluk kabul etmez; yasal adımlarla doldurulmayan her boşluk, provokasyonlara açık hale gelebilir. Gecikmeler oldukça barış karşıtlarının sözü artıyor.
Fakat burada şunu belirtmeme müsaade edin: ‘Haydi, hemen olsun’ durumunu kastetmiyorum. Böylesi süreçlerde her zaman aralığının ihtiyaç duyduğu adımlar var; onlar gecikirse, sonraya ertelenirse fayda vermiyor. Bu nedenle sürdürülebilirliğin anahtarı, güveni büyüten küçük jestler veya sözler değil; yasal ve kurumsal garantilerdir, somut adımlardır. Biz başından beri “olmazsa olmaz” üzerinden gitmedik. Hangi zamanda nelerin yapılması gerekir, ne yapılırsa yol açılır üzerinden baktık ve buna göre de yapılması gerekenleri tarif ediyoruz. Yasa değişikliği gerektirmeyen birçok düzenleme var. Kısa vadede yapılabilecekler var ve biz bunlar nefes aldırır dedik. Mesela kayyım rejiminin bitmesi; ifade, örgütlenme ve siyaset yapma özgürlüğünün sağlanması, yargı güvencesi ve infaz eşitliğinin olması, hasta tutsakların bırakılması. Aynı şekilde Meclis’in inisiyatif alarak hızlıca ortak rapor üzerinden yasa kısmına geçmesi. Yine Sayın Öcalan’ın özgür iletişim, özgür çalışma ve özgür yaşam şartlarının olması. Bunlar ilk etapta hızlıca yapılabilir şeylerdir.
Devlet Bahçeli’nin söylem ve tutum değişikliği en çok tartışılan başlıklardan biri. Bu dönüşümü nasıl okuyorsunuz; gerçek bir çözüm iradesi mi, yoksa PKK’yi tasfiyeye dönük taktiksel bir çizgi mi?
MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli, 22 Ekim çıkışıyla sert kabuklarla sarmalanmış ezberleri yıktı. Bu yönüyle çıkışı ve sonrasındaki tutumu değerlidir. Elbette Bahçeli veya bir başka siyasetçi bir sabah uyanıp klasik politik tutumlarının yüz seksen derece aksi bir yere doğru kayma yaşamaz. Dolayısıyla süreci aktör bazlı okumaya tabi tutarken nesnel siyasal koşulları esas almalıyız. Yani bazı küresel, bölgesel ve Türkiye dinamiklerinin üst üste binerek, aynı konjonktüre denk gelerek Kürt meselesinde çözümü dayatmasının bir sonucu olarak tavır değişikliğini görüyoruz.
Yaşananları bu çerçeveden incelediğimizde meseleyi bir çözüm iradesi mi, taktik mi ikilemine sıkıştırmadan değerlendirebiliriz. Böylece sürece dair hem farklı aktörlerin yaptıklarını daha doğru kavrar hem de demokratik çözüm için politika üretmek, çözümü zorlamak gibi temel sorumluluklarımızı daha iyi hayata geçiririz.
CHP, sürecin başında daha olumlu bir yerde duruyor gibiydi. Fakat zamanla daha farklı bir konuma geçtiği söyleniyor. Bu değişimi neye bağlıyorsunuz? CHP’nin “kurucu/kolaylaştırıcı” bir rol almamasının muhtemel sonuçları neler?
CHP, Ekim 2024’te başlayan sürecin ilk aşamasında temkinli bir destek verdi. Yani ne tam karşı, ne tam içinde… Sanki bir köprünün ortasında durarak iki yakayı da izleyen bir gözlemci gibiydi. Özellikle Sayın Özel’in ilk aşamadaki söylem ve katkıları oldukça pozitifti ve hepimizi umutlandırdı. 19 Mart operasyonlarından sonra ise nötr bir belirsizliğe gömüldü. Sanki sahnede durduğu yerden ne olup bittiğini anlamaya çalışan, seyirci ile oyun arasında kalmış bir aktör gibi. İlk aşama büyük ölçüde devlet-PKK-Öcalan üçgeninde cereyan ettiği için siyasetin dâhili henüz belirgin değildi. Ancak süreç ikinci aşamaya geçtiğinde, top artık siyaset kurumunun sahasına yuvarlandı. Bu aşamada söylenen her kelimenin, atılan ya da atılmayan her adımın etki gücü ilk aşama gibi olmayacaktı. Ki öyle oldu. Bu durum bütün partiler için geçerli. Hatanın maliyetinin ağır olacağı bir aşamaya geçtik.
CHP, maalesef bu ikinci aşamayı patinaj yaparak başladı. İmralı komisyonuna üye vermeme kararı ilk kırılma noktasıydı. Bu, sadece bir ‘hayır’ değil, tarihi bir tercihti. Özgür Özel’in kongrede DEM Parti ve Kürtlere yönelik “Stockholm sendromu” söylemi de bir duygu kırılması yarattı. Sayın Özel’in daha sonra bunu düzelten açıklamalarını tabii ki önemsiyorum. Üçüncü kırılma noktası maalesef Meclis’e sunulan rapor oldu. Cumhuriyetin kurucu partisi, aynı zamanda sorunun ortaya çıkışında tarihsel sorumluluğu olan, kendi içinde demokratik eğilimleri barındıran bir partinin daha cesur bir tutum almasını bekliyoruz. 1989’daki raporun bile çok gerisine düşen bir yerde olmak düşündürücüdür.
19 Mart operasyonları sonrası CHP’ye yönelik her geçen gün artan operasyonların kendilerini zorladığını biliyorum ve anlıyorum. Bu, CHP ve tabanı için büyük bir şok oldu. Belki de ilk defa bu düzeyde sistematik bir baskıya maruz kaldılar. Daha önce hiç deneyimlemedikleri bir fırtınanın içine girdiler. Bu durum sürece mesafe kurmalarına neden olmuş olabilir. Ancak burada önemli bir noktayı vurgulamak istiyorum; eğer birileri CHP’yi süreç dışına itmeye çalışıyorsa, demek ki ortada bir oyun var. CHP bu oyunu görmeli ve daha çok dahil olarak ve inisiyatif alarak boşa çıkarabilir. Fırtınadan kaçmak değil, fırtınada doğru bir biçimde yelken açmak hayat kurtarır. Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olmak isteyen bir parti, ülkenin yüz yıllık bir meselesinde çözüm iddiasını güçlü bir biçimde ortaya koymalıdır.
Naçizane önerim şudur; CHP, iktidar karşıtlığının süreç karşıtlığına dönüşmemesine dikkat etmeli. İktidara karşı sonsuz muhalefet en doğal hakkıdır ama süreç konusunda müşterekleri arttırmaya odaklanabilmeliyiz. Süreç dışında kalan, tarih dışında kalır. Tarih dışı kalmak da siyasetin doğasına aykırıdır.
CHP’nin komisyona sunduğu rapor için “mevcut anayasada yazan ama uygulanmayan hususları hatırlatmanın ötesine geçmiyor” eleştirisi yapıldı. Kürt sorunu esas olarak “Anayasa uygulanmıyor” sorunu mu? Bu yaklaşımın nedeni ve doğuracağı sonuçlar neler olabilir?
Mevcut anayasanın uygulanmaması elbette büyük bir problemdir ancak Kürt meselesi bundan ibaret değildir. Kürt meselesi; inkâr politikalarının tarihidir, eşitsizliklerin, dil-kültür haklarının, yerel demokrasinin, adaletin ve siyasal temsilin tarihidir. Vatandaşlık tanımından anadil hakkına kadar, mevcut anayasa dışlayıcı ve yetersizdir.
Bu yaklaşım, sorunu bir yönetim zafiyetine indirger. Oysa karşı karşıya olduğumuz durum yapısal ve anayasal bir “inkâr” sorunudur. Biraz önce de ifade ettim, CHP şimdiye kadar birçok rapor yayınladı. Esasa dair bir şey söylemeyen tek rapor bu olabilir. Güvenli bir dil kurmaya değil, hakiki bir dile ihtiyacımız var. Nedenini de kısaca ifade edeyim. Sorunu ‘uygulama sorunu’na ya da yönetim zafiyetine indirgerseniz, yeni bir toplumsal sözleşme ihtiyacını gölgede bırakırsınız. Bu da çözümü teknikleştirir ve siyasal cesareti düşürür. Geleceği belirsiz kılar. Biz de raporumuzda ‘Anayasa uygulansın’ fakat bu bir başlangıçtır diyoruz. Çözüm için ayrıca eşit yurttaşlık güvenceleri, yerel demokrasi, temel hakların güvence altına alınması ve daha birçok durum var.
AKP ve MHP’nin raporlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sadece bu iki raporun yaklaşımı esas alınarak yasal düzenleme yapılırsa sorun çözülür mü?
MHP’nin raporunda “Kürtler siyasal varlık olarak yoktur” diyor, Kürtçe eğitimi reddediyor. Kimlik ve anadilinde eğitim konusunda retçi bir yerde duruyor. Bunu kabul etmek imkansız. Bunun yanı sıra MHP raporundaki tarihsel tespitler arasında önemli noktalara parmak basıldığını da görüyoruz. Evet, Türk ve Kürt halkları kader ortaklığı yaptıklarında tehlikeleri bertaraf etmişlerdir ve tarih bir kez daha tehlikelerle karşı karşıya bırakıyor bizi.
AKP’nin raporu ise müstakil yasa diyerek geçiş yasasının gerekliliğini teyit etse de geleceğe dönük demokratikleşme ve bütüncül hukuku sağlama hususlarında muğlak bir tutum sergileyerek soru işaretlerinin ortaya çıkmasına neden oluyor. Herhangi bir rapor esas alınarak sorun tümüyle çözülemez. Meseleye doğru yerden yaklaşmamız gerekiyor. Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu, Kürt meselesinin tüm boyutlarıyla çözümü veya Türkiye’nin ilelebet içinde yaşayacağı demokratik bir rejim kurma misyonuna sahip değildi ve böyle anlamlar yüklenmemesi gerekliliğini ifade etmiştik. Bu komisyon, negatif barıştan pozitif barışa geçişi sağlayacak düzenlemelerin mutfağı olmakla mükelleftir. Nedir bu? Geçiş yasasının Meclis Genel Kurulu’na sevki, demokratik entegrasyon anlayışıyla demokratikleşme ve hukukun tesisi-tahkimini sağlayacak adımların atılmasını sağlamaktır. Bu spesifik çerçeve dışında komisyona, raporlara veya hazırlanacak yasalara anlamlar yüklemek hem haksızlık hem de boşuna beklenti yaratmaktır. Bu bakımdan durumu şöyle özetleyebilirim; çözüm üreten rapor, üç şeyi aynı anda yapmalı bizce. Tanım, takvim ve mekanizma koyabilmelidir.
Ortak rapor yazım sürecinden nasıl bir metin çıkmalı ki gerçek bir çözüm üretsin? Siz hangi temel ilke ve düzenlemeleri (yasa/kurumsal mekanizma) öncelikli görüyorsunuz?
Ortak rapor sürecinde ilk etapta ‘olur’ları konuşmalıyız. Tüm raporları çalıştı arkadaşlarımız, ondan fazla ortak başlık çıkabiliyor. Buraya yoğunlaşmak gerek. Masa etrafında bulunan siyasi partilerin her biri kendi kırmızıçizgilerini çekerse tıkanma yaşanır.
Olmazlardan başlarsak yol alamayız. Bu nedenle ortak rapor sürecinde ilk etapta ‘olur’ları konuşmalıyız. Tüm raporları çalıştı arkadaşlarımız, ondan fazla ortak başlık çıkabiliyor. Buraya yoğunlaşmak gerek. Masa etrafında bulunan siyasi partilerin her biri kendi kırmızıçizgilerini çekerse tıkanma yaşanır. Siyah beyaz kesinliklere sıkışmadan uzlaşı zeminini büyütmeliyiz. Hem yetkili kurullarımızda hem de komisyon üyesi vekillerimizle yaptığımız toplantıda bu ilkesel tutumu çok net bir biçimde ortaya koyduk. Bozucu değil yapıcı, zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı olacağız. Her şeyden önce bütün partiler düşlediklerini değil, reel olanı ortaya koymalı. Çünkü düşlediklerimizi tartışırsak yola alamayız. Her bir partinin siyasal tahayyülü farklı olabilir; ama tahayyüllerini dayatmamalı.
Peki, ne olmalı?
Öncelikle başta kendi tabanımıza ve tüm Türkiye kamuoyuna şunu samimiyetle paylaşmak istiyorum; bu komisyondan yüz yıllık bir meseleyi tümden çözmesini beklemiyoruz. Komisyonun böyle bir iddiası da gücü de yoktur. Her şey de ortak olmayabiliriz ama “çözümde” ortak olabilmeliyiz. Bizim için durum bu.
Bunu şu metaforla anlatmak istiyorum; yüz yıllık bir meselenin çözümü, asırlık bir çınar ağacına benzer. Bu komisyon ise bir bahçıvan gibidir – ama tek bir mevsimde o çınarı yetiştirmesi beklenemez. Bahçıvanın görevi toprağı hazırlamak, tohumu ekmek, ilk sulamayı yapmaktır. Ağacın kök salması, dallarının uzaması, gölgesinin büyümesi ise zamanın, emeğin, mücadelenin ve ortak iradenin eseri olacak. Ezcümle, bu komisyon Kürt meselesinin tümünü çözmeyecek ama çözümün filizleneceği toprağı hazırlayacak. Komisyon, bir köprü inşa ediyor ama bu köprü hedefin kendisi değil, bizi o tarafa ulaştıracak yoldur. Asıl yolculuk köprüden sonra başlayacak. Odağında ise hukuk, demokratikleşme ve eşitlik olacak.
Bu komisyon ilk etapta silahları devreden çıkma iradesini hukuk zeminiyle güçlendirmeli. PKK ve tüm sonuçlarına ilişkin müstakil ve özel bir yasa çıkarmalı. Demokratik siyasetin önündeki yasal ve idari engelleri ortadan kaldırmalı. Demokratik siyaset kanallarının açıldığı bir mecrada, Kürt meselesinin gerçek anlamda çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi için yine sonuna kadar mücadele edeceğiz. Dil, kültür, kimlik ve kolektif haklara dair mücadelemizi demokratik siyasetin güçlendirildiği zeminde yürüteceğiz.
Kendi raporunuzdaki önerilerin (ör. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın kabulü gibi) iktidar/devlet tarafından dikkate alınma ihtimalini nasıl görüyorsunuz? Önerileriniz dışlanır ve yalnızca AKP-MHP çizgisi öne çıkarsa ne olur; siz nasıl bir tutum alırsınız?
Şunu net olarak ifade etmek isterim ki biz siyaseti iyi niyete göre değil, ‘Demokratik meşruiyet ve hukuki zorunluluk dengesine’ göre okumanın daha doğru ve ahlaki olduğunu düşünüyoruz. Bu olursa, şu olmazsa üzerinden değil, toplumun kabul ettiği, ilkelere uygun gerçeklerin peşindeyiz. Onların olması için de ne gerekiyorsa mücadelesini veririz. Şimdiye kadar verdiğimiz tüm bedeller bundan başka nedir ki? Bu açıdan partimizin raporu, uluslararası demokratik standartları (Venedik Komisyonu, AİHM içtihatları) esas alan en gerçekçi yol haritasıdır. Komisyon ortak rapor yazım aşamasına gelmiş durumda. Bu aşama, hangi önerinin metne gireceğini belirleyecek.
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı gibi başlıkların içeriği ve ne dediği bellidir. Yerel demokrasiye katkıdır. Burada bir kaygıya gerek yoktur. Çünkü Türkiye’nin normalleşmesi açısından yerel demokrasiyi güçlendirmeden kalıcı barışı kurmamız zordur. Biz bu önerileri ‘maksimalist talep’ değil, istikrarın kurumsal temeli olarak gördüğümüz için işaret ediyoruz. Bu iyi anlaşılmalıdır ve manipüle edilecek bir konu değildir. Eğer rapor yalnızca AKP-MHP güvenlik perspektifine sıkışırsa, iki şey olur; süreç kısa vadede yönetilir ama uzun vadede meşruiyet kaybeder. İkincisi de Kürt toplumunda “eşitlik” beklentisi karşılanmadığı için toplumsal enerji yeniden gerilim üretir. Bizim tutumumuz; Meclis zeminini terk etmek değil, daha güçlü savunmaktır. Toplumu, sivil alanı, meslek örgütlerini, kadın ve gençlik hareketlerini, sürecin demokratik içeriği için daha fazla seferber etme derdimiz bununla ilintilidir. Çünkü barış, ancak toplumun rızası ile korunur ve büyür.
Kayyım meselesi hâlâ en kritik başlıklardan biri. Bu konuda bir gelişme var mı? Kayyım uygulamasının sona ermesi ve mevcut kayyımların geri çekilmesi için öngörülen yol nedir?
Kayyım meselesinde bazı tespitleri doğru yapmak gerekir. Birincisi, kayyım herhangi bir demokratik çözüm evresine kalmadan doğalında hukuk dışı, demokrasi dışı, gayri meşru bir uygulamadır. İkincisi, kayyımların görevde kaldığı her gün hukuksuzluk yeniden üretilmekte, halkın kaynakları çarçur edilmektedir. En temel haklardan biri seçme ve seçilme hakkıdır. Bunu pazarlık, şart konusu etmeyiz. Bu süreçte kayyım uygulamasının devrede olması hukuk, demokrasi ve etik açısından ayıptır. Sadece uygulamaya son verilse bile yetersizdir. Kayyım atamalarını mümkün kılan yasa derhal iptal edilmeli, halkın iradesinin üstünde herhangi bir irade tanımlanmamalı ve vesayetçi bu uygulama tarihe karışmalıdır.
Türkiye’nin Suriye ve Irak politikasına dair de sormak istiyoruz. Sizce Türkiye bu iki ülkeye dair ne hedefliyor? Özellikle Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ne yönelik tutumu nasıl tanımlarsınız; müzakere mi, uyum mu, baskılama mı, tasfiye mi? Yine bir tasfiye politikası yürütülürse; Türkiye’deki süreç, bölge dengeleri ve Kürtlerin geleceği nasıl etkilenir?
Sayın Öcalan’ın sürece sağladığı kolaylaştırıcı katkıya, Türkiye’nin benimseyeceği yapıcı yaklaşıma ve Kuzey ve Doğu Suriye yönetiminin çözüm iradesine Şam’ın uzlaşıya açık bir tutum sergilemesi halinde, Suriye’de yeni bir siyasi sürecin önünü açabilir. Türkiye’nin bu süreçte ön tıkayıcı değil, ön açık olması herkes için en iyi seçenektir diye düşünüyorum.
Türkiye’de yürüyen süreç başarıya ulaşırsa, bölgesel dış politikada da pozitif değişimlerin olacağına inanıyorum. İçeride yanan bir ışık, dışarıdaki karanlığı da aydınlatır. Yıllardır bölünme korkusu ve Kürt kazanımlarının Türkiye aleyhine olacağı algısı, güvenlikçi politikaları besledi, müzakereyi zayıflattı. Bu tarihsel kaygı hâlâ belirgindir ve özellikle Kuzey-Doğu Suriye söz konusu olduğunda bu kaygı eşiği daha yüksek bir yerde duruyor. Ancak bu kaygı eşiğini azaltmanın yolu, daha çok diyalog ve müzakereden geçer. Konuştukça korkular yerini güvene bırakır. Karanlıkta her gölge düşman gibi görünür ama ışık gelince gerçeği görürsünüz.
Kâhin olmaya gerek yok. Çözümsüzlükte ısrarın maliyetini yarım asırdır çok acı bir biçimde tecrübe ettik. Bu ısrar ne Türkiye ne bölge ne de Kürtler için hayırlı sonuçlar yaratır. Kürtler yine direnir, tarih boyunca hep yaptıkları gibi. Ama günün sonunda yine çözümü konuşuyor olacağız. Başka da yolu yok. Çok önemli bir başlık olduğu için de ayrıca 10 Mart Mutabakatı’na değinmek istiyorum. Mazlum Abdi, entegrasyon sürecine ilişkin olarak taraflar arasında belirli bir uzlaşı zemininin oluştuğunu ifade etti. Önümüzdeki günlerde Şam’a gerçekleştirilmesi beklenen temaslar ve bu kapsamda Şam yönetimiyle yapılacak görüşmeler, Suriye’nin geleceği ve bölgesel istikrar açısından önemli bir eşik olabilir. Sayın Öcalan’ın sürece sağladığı kolaylaştırıcı katkıya, Türkiye’nin benimseyeceği yapıcı yaklaşıma ve Kuzey ve Doğu Suriye yönetiminin çözüm iradesine Şam’ın uzlaşıya açık bir tutum sergilemesi halinde, Suriye’de yeni bir siyasi sürecin önünü açabilir. Türkiye’nin bu süreçte ön tıkayıcı değil, ön açık olması herkes için en iyi seçenektir diye düşünüyorum.
Suriye’de sizce nasıl bir çözüm modeli mümkün? Türkiye bu tabloda nasıl bir politika izlemeli?
Suriye’de çözüm, merkeziyetçi Baas rejiminin restorasyonuyla değil, ademi merkeziyetçi ve çoğulcu bir anayasa ile mümkündür. Türkiye, Şam ile anlaşırken Kürtleri dışlayan bir tutumdan vazgeçmelidir. Bu hem doğru değil hem rasyonel çözüm getirmez. Bana göre Türkiye’nin izlemesi gereken politika; Şam ile olduğu kadar Qamişlo, Kobanê ile de görüşmektir. Aynı şekilde kendi sınır güvenliğini ‘duvarlarla’ değil, ‘komşuluk ve iş birliği’ ile sağlamaktır. Bundan ötürü defalarca çağrı yaptık. ‘Sınır kapıları açılsın’ dedik. Türkiye’nin çıkarı, komşusunda sürekli kriz değil, kapsayıcı bir düzenin kurulmasıdır. Suriye’nin geleceği, tüm bileşenlerinin eşit temsil edildiği, çoğulcu bir sistemle inşa edilmelidir. Bu hem Suriye halkları için hem de bölgesel istikrar için en doğru yoldur.
İsrail-Yunanistan-Güney Kıbrıs savunma ekseninde atılan adımlar ve Türkiye’nin tehdit olarak algıladığı mesajlar var. Ayrıca Türkiye içinde-çevresinde farklı ülkelere ait İHA’ların düşmesi gibi olaylar yaşanıyor. Türkiye ‘savaşa çekilme/sıkıştırılma” riskiyle mi karşı karşıya? Böyle bir gerilimin iç siyasete ve çözüm sürecine etkisi ne olur sizce?
22 Aralık 2025’te Kudüs’te yapılan üçlü zirvenin ortak deklarasyonunu ve farklı illerde düşürülen İHA gündemini biz de takip ettik.7 Ekim sonrası durum ve Kudüs’te düzenlenen zirveyle İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs arasındaki ilişkiler stratejik bir düzeye gelmiştir. Bu gelişme, enerji yolları üzerindeki önemi yanı sıra güvenlik anlamında da kritiktir. Doğu Akdeniz’deki üçlü ittifakın askeri boyutu ‘Acil Müdahale Gücü’ olarak adlandırılmıştır. Bu güce İsrail’den bin, Yunanistan’dan bin, Güney Kıbrıs’tan 500 olmak üzere toplamda 2 bin 500 asker katılacaktır. Görev olarak doğal afetlere hızlı müdahale etme tanımlansa da bu gelişme, İsrail’in Kıbrıs’a ilk kez resmen asker konuşlandırması açısından başka bir aşamayı ifade ediyor.
Herkes kendi cephesinden olan biteni anlatmaya çalışıyor. Bu gelişmeler üzerinden ben de farklı bir konuya değinmek istiyorum. ‘Savaşa çekilme/sıkıştırılma’ ihtimali her ülke için her zaman olasıdır. Bu reel politik bir durumdur. Bu bazen tek başına bir plan olabilir, bazen de üst üste binen krizlerle olur. Ancak burada doğan riski, iç barışı tahkim ederek bertaraf edebiliriz. İçeride demokratikleşmeyi güçlendirmek, dışarıda elini büyütür. Küresel ve bölgesel gelişmelere bakınca Türkiye’nin ‘iç barışını’ bir tercih olmaktan çıkıp bir “zorunluluk” haline geldiğini ifade ettik daha önce. Bundan ötürü dışarıdaki fırtınaya karşı, içerideki toplumsal barış şemsiyesini açmak zorundayız. Böyle bir gerilimin iç siyasete etkisi ne olur? Şunu net olarak söyleyebilirim; dış tehditler, iç barış sürecini durdurmak için bahane edilmemelidir. Tam tersine, dış tehditler arttıkça iç barışa daha çok ihtiyaç duyarız.
Toplumsal dayanışma, ortak akıl ve demokratik katılım güçlenirse, Türkiye her türlü dış tehditle daha güçlü başa çıkar. Çözüm sürecine etkisi ise çok daha kritiktir. Eğer dış gerilimler bahane edilerek iç barış süreci sekteye uğrarsa, Türkiye hem içerde hem dışarda zayıflar. Ancak süreç kararlılıkla yürütülürse, Türkiye bölgede güçlü, saygın ve istikrarlı bir aktör olarak çıkar.
Abdullah Öcalan’ın yeni yıl mesajında bulunan Suriye’ye yönelik değerlendirmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu mesaj Suriye’deki tıkanıklığın giderilmesine nasıl bir katkı sağlayabilir?
Sayın Öcalan’ın mesajında yer alan “Türkiye’nin bu süreçte kolaylaştırıcı, yapıcı ve diyaloga açık bir rol üstlenmesi hayati önemdedir” vurgusu Suriye’deki sorunların çözümünde kritik bir noktada duruyor. Sayın Öcalan’ın mesajı, Suriye’nin kaostan kurtulması için pusulayı göstermiştir. Suriye’deki çıkmazın kapısına anahtar olmuştur. Kapı artık aralandı; gerisi sadece açma iradesinde.
Kürtlerin, Arapların, Alevilerin ve tüm halkların hak ve güvenlik kaygılarını aynı denklemde buluşturan bir demokratik siyasal model öneriyor; bu da müzakere ve demokratik entegrasyon esaslı çözüm zeminini güçlendiriyor. Bu demokratik siyasal perspektifin merkezinde kadın özgürlüğü bulunuyor. Sayın Öcalan kadın özgürlüğünü “demokratik toplumun kurucu ve vazgeçilmez ilkesi” olarak belirtiyor. Orta Doğu coğrafyasında kadının kurucu rolünün ilke olarak vurgulanması büyük önemdedir. Herkesin bunun kıymetini bilmesi gerekiyor.
Ayrıca 10 Mart Mutabakatına yapılan vurgu, soyut bir temenninin ötesinde somut bir yol haritasıdır: Demokratik entegrasyon fikri, müzakere edilebilir bir ortak yaşam zemini tarif eder. Bu yaklaşım hayata geçtiğinde hem sahadaki gerilimi azaltacak hem de çatışma yerine siyasal çözüm kanallarını büyütecektir.
Nihayetinde diyebiliriz ki, mesajın Türkiye’ye çağrısı oldukça kritiktir: Türkiye’nin kolaylaştırıcı, diyaloga açık ve yapıcı bir rol üstlenmesi; yalnız Suriye’nin nefes almasına değil, Orta Doğu’da istikrarın sağlanması ve Türkiye’nin kendi iç barışını güçlendirmesine de doğrudan hizmet eder.




