MHP Genel Başkan Yardımcısı aynı zamanda bir hukukçu olan Feti Yıldız geçtiğimiz günlerde sosyal medya hesabından bir paylaşım yaptı:
“Sosyal olaylarda bir meseleyi çözmenin ilk ve temel şartı öncelikle meseleyi doğru tespit, teşhis ve tarif etmektir…
Bunun için öncelikle kullandığımız kavramlar üzerinde mutabık kalmamız gerekir…
Bir durumu, bir olayı, bir kararı toplumla paylaşanların yapması gereken ilk şey;
Genel kabul görmüş hukukta bir asır önce tanımlanmış kavramları kendi amaçları için eğip bükmek bunlara yeni anlamlar atfetmek yerine doğru kavramlar setini kullanmalarıdır.”
Ne kadar doğru, sonuna kadar katılıyorum buna.
Sonra Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş, silah ve çatışmanın geride bırakılarak, demokrasinin, fikirlerin konuşulduğu yeni bir döneme girileceğini söyledi.
Harika…
Ben de Feti Yıldız’dan feyz alarak neredeyse bir asır önce tanımlanmış ve kabul görmüş kavramlar setini kullanmak ve Numan Kurtulmuş’a güvenerek de bazı fikirlerimi paylaşmak istiyorum.
Silahlar sustuğunda barış gelmiş sayılır mı?
Hayır.
Çünkü barış, yalnızca çatışmanın bitmesi değil; adaletin, güvenin ve insan onurunun yeniden inşa edilmesidir.
Çatışmalı bir dönem nasıl, hangi hukuki çerçevede ve hangi insani yöntemlerle sona erdirilebilir?
Bugün Türkiye’nin önünde duran soru da tam olarak budur.
Silahlı çatışmanın sona erdirilmesi, yalnızca askeri bir mesele değil; aynı zamanda hukuki, toplumsal ve insani bir dönüşüm sorunudur.
Burada uluslararası insancıl hukuk devreye girmeli diye düşünüyorum.
Bu uluslararası insancıl hukuki çerçevenin temel dayanağı da 1949 tarihli dört Cenevre Sözleşmesi ve 1977’de kabul edilen ek protokolleri olabilir.
Türkiye, bu sözleşmelere 1954 yılında taraf olmuş; ancak Ek Protokoller I ve II’ye henüz katılmamıştır. Buna rağmen, Sözleşmelerin Ortak Madde 3 hükmü uyarınca, devletler arası olmayan silahlı çatışmalarda dahi insani standartlar Türkiye açısından bağlayıcıdır.
Bu yazıda, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası yükümlülükler çerçevesinde silahlı çatışmaların Cenevre hukukuna uygun biçimde nasıl sonlandırılabileceğini ve bu süreçte DDR yönteminin (Silahsızlanma, Terhis, Yeniden Entegrasyon) nasıl uygulanabileceğini tartışmak istiyorum.
Türkiye, 1954 yılında dört temel Cenevre Sözleşmesi’ne taraf oldu.
Bu sözleşmelerin her biri, silahlı çatışmanın bile bir hukuku olması gerektiğini söyler:
Üstelik ‘Common Article 3’ denilen ortak maddeye göre, çatışma ister devletler arasında ister ülke içinde yaşansın, bu kurallar her durumda geçerlidir.
Yani Türkiye, 1977 tarihli Ek Protokol II’ye taraf olmasa bile, insancıl hukuk açısından bu asgari standartlara uymakla yükümlüdür.
Anayasa’nın 90. Maddesi de uluslararası insan hakları ve insancıl hukuk sözleşmelerine iç hukuk üzerinde öncelik tanır.
Dünyada birçok ülke, silahlı çatışmaları sonlandırmak için Cenevre Sözleşmeleri’nin ‘insancıl hukukuna’ dayanarak “DDR” adı verilen üç aşamalı bir barış yöntemine başvurdu:
Disarmament (Silahsızlanma)
Demobilization (Terhis) ve
Reintegration (Yeniden Entegrasyon).
Bu süreci şöyle özetleyebilirim.
Silahlar bırakılır, savaşçılar evlerine döner, sosyal ve siyasal hayata yeniden katılırlar.
Ama bu, yalnızca silah bırakmakla bitmez; adaletin, sosyal ve ekonomik olanakların ve psikolojik iyileşmenin sağlanması gerekir.
DDR, Kolombiya’dan Nepal’e, Güney Afrika’dan Kuzey İrlanda’ya kadar pek çok ülkede barışı kalıcılaştıran bir çerçeve olarak uygulandı.
DDR’nin temel ilkelerini de şöyle özetleyebilirim.
İnsancıl muamele: Silah bırakanlara insan onuruna uygun davranmak
Gönüllülük ve güvence: Silah teslim edenlere yargısal ve fiziksel güvence sağlanması
Çocuk ve kadın savaşçıların korunması: 18 yaş altı için özel statü ve programlar
Hesap verebilirlik: Ağır insanlık suçlarının affedilmemesi
Cinsiyet duyarlılığı: Kadın ve mağdurların sürece katılımı
Şeffaflık ve izleme: Bağımsız ulusal ve uluslararası izleme mekanizmaları
Dünyadaki DDR süreçlerinden çıkarılan bazı ortak sonuçlar da var.
Siyasi entegrasyon olmadan barış mümkün olmuyor.
Ekonomik güvence entegrasyonda önemli bir husus.
Mağdurların adaleti göz ardı edilemez.
Şimdi fikrimi söyleyeyim.
Türkiye’nin Cenevre Sözleşmeleri’nden kaynaklanan yükümlülükleri, aslında bu konuda güçlü bir dayanak sunuyor.
Cenevre Sözleşmeleri’nin Common Article 3 hükümleri, Türkiye’de de DDR sürecine hukuki zemin sağlıyor.
Cenevre Sözleşmesi’nin insani koruma ilkeleri ile uyumlu bir “barış hukuku modeli” neden olmasın?
Silah bırakanların güvenliği, toplumsal ve siyasal hayata katılımı garanti altına alınabilir.
Hakikat komisyonları, mağdurların sesini duyurabilir.
Kadınlar, gençler ve sivil toplum sürecin merkezine alınabilir.
Barış, sadece çatışmasızlık değil; adalet, eşitlik ve gelecek güvencesidir.
Barış, silahların bırakılmasının ötesine geçip geçiş dönemi adaletinin tüm boyutları hayata geçirilirse başarılı olabiliyor. Çünkü asıl mesele, silah bırakanların da içinde yaşayabileceği yeni bir toplumsal sözleşme kurabilmek.
Cenevre Sözleşmeleri’nin hem lafzı hem de ruhu diyor ki, barışın kalıcılığı yalnızca silahların susmasıyla değil, insan onurunun yeniden inşasıyla sağlanır.
Bugüne kadar Türkiye’de barışın önündeki en büyük engel, çatışmalı dönemde hukuksuzluğun ya da istisna halinin normalleşmiş olmasıydı.
Cenevre’nin insancıl hukukunun dili ve ruhu tam da bu yüzden önemli.
Cenevre bize şunu hatırlatıyor.
Barışın hukuku ve geçiş dönemi adaleti aynı zamanda bir insanlık muhasebesidir.




