Bir NATO üyesi olarak Türkiye’nin İsrail’in hedefinde olması ne teorik ne de pratik olarak mümkün olmayacağına göre burada Erdoğan’ın ne söylemek istediğini iyi analiz etmek gerektiğini ifade etmiştik o günlerde. Her ne kadar Gazze konusunda Türkiye’yi yönetenler, retorik olarak İsrail’e söylenecek hiçbir şeyi eksik bırakmıyorlarsa da pratikte İsrail’in ihtiyaç duyduğu, başta petrol olmak üzere demir, çelik, yedek parça, çimento, dikenli tel, askeri giysi, elektrik kablosu, kimyasallar gibi temel hayati emtianın tedariğinden hiç geri durmadılar. Eğer İsrail artık hedefe Türkiye’yi koydu ise, o halde Türkiye’yi yönetenler, seçmenlerin de tüm rahatsızlıklarına rağmen neden bu ticareti kesmeyi düşünmediler? Demek ki ya İsrail, dedikleri gibi düşman değildi, ya da İsrail’e dair söylenenler ile kastedilenler arasında fark vardı.
1 Ekim’e gelene kadar İsrail, bir yıl içinde Gazze’yi harabeye çevirmiş, Heniyye’yi Tahran’da infaz etmiş, Lübnan’da karasal olarak ilerleyemediyse de havadan istediği her yeri vurmuş, Hizbullah’ın tüm gözde komutanlarını bir bir infaz etmiş, binlerce Hizbullah askeri ve siyasi kadrosunu çağrı cihazı operasyonu ile bir anda saf dışı bırakmış, Yahya Sinvar’ı katletmiş ve nihayetinde başta Nasrallah olmak üzere Hizbullah’ın tüm yönetim kademesini bir anda yok etmişti. Hizbullah ateşkese razı olmak durumunda kalmıştı. Nitekim daha sonra 27 Kasım’da yürürlüğe giren ateşkes anlaşması günü HTŞ’nin 12 günlük İdlib-Şam yürüyüşü başlayacaktı.
Tüm bu tabloya bakıp tekrar iktidar ortaklarının 1 Ekim mesajlarına dönecek olursak, bu günleri o günlerden gören ya da tahmin eden bir yerden konuştukları anlaşılıyor.
O tarihlerde biz de, gerek TV programlarında gerek yazılarımızda, Gazze’yi ve Lübnan’ı sessizleştiren İsrail’in bundan sonraki hedefinin Suriye ve İran olduğunu, Suriye’deki merkezi otoritenin diz çökertilmesi ile SDG eliyle oluşturulan Kuzeydoğu Suriye’deki, Rojava’daki, fiili statünün yeni Suriye anayasasında resmileşmesi ihtimalini gördüklerini ve “İsrail tehdidi” diye kastettikleri şeyin aslında doğrudan İsrail’in Türkiye’ye saldırısı değil, İsrail etkisiyle Suriye’de meydana gelecek değişikliğin Türkiye’ye tehdit olacağını ima etmek olduğunu söylemiştik. Nitekim daha sonra, 22 Ekim’de Bahçeli’nin “Öcalan umut hakkından yararlansın, Meclis’te DEM grubunda konuşsun” çağrısı gelecek ve bu çağrı ile kastettiği şeyin Suriye’de SDG eliyle oluşturulan yapının Türkiye’yi rahatsız etmeyecek şekle dönüştürülmesi için Öcalan’ın devreye girmesi için yapılmış bir çağrı olduğunu söylemiştik.
Tüm bu gelişmeler doğru tahmin ettiğimiz şekilde gelişti. Ancak hiç kimse, muhtemelen Colani ve HTŞ yöneticileri de dahil, Şam’ın 12 günlük kısa bir yürüyüşle 8 Aralık’ta düşeceğini öngörememişti. Her ne kadar 8 Aralık öncesi kurulan cümleler ile sonrası kurulan cümleler vurgu ve beklenti açısından farklılaşsa da özü itibarıyla aynıydı. Yani “İsrail’in baskısıyla Şam yönetimi çökecek, Rojava’daki statüko resmileşecek, o halde Rojava’da her ne olacaksa Türkiye’yi rahatsız etmeyecek şekle dönüştürülmeli, Türkiye bu dönüşümü sağlamak için Öcalan dahil her çareyi devreye almalıdır” diye özetleyeceğimiz iktidar planı işletilecekti.
Doğrusu, 2013 Çözüm Süreci’ni de, o günlerde, Arap Baharı etkisiyle Suriye’de merkezi hükumetin çökmesi ihtimaline karşın, Kuzey Suriye’de ortaya çıkabilecek Kürt siyasal yapısının ya önünü almak ya da kontrol edilebilir limitlerde tutmak için Öcalan’ın devreye sokulması gayreti olarak ifade etmiştik.
Ancak iktidar, sorunu, kendi vatandaşlarının haklarını vermek olarak değil de sınırları dışındaki Kürtlerin elde edeceği statünün kendi vatandaşı olan Kürtlere vereceği ilhamı önlemek olarak kodlayınca, uluslararası şartlar değiştikçe önerdiği çözümü de kaçınılmaz olarak değiştirecekti. Ve bu çözüm(!) yasal muhataplıktan kendini fesh etmeye veya imhaya kadar geniş bir seçenek yelpazesinde ortaya konabiliyordu.
8 Aralık öncesi iktidarın Öcalan’dan oynamasını beklediği rol ile 8 Aralık’ın oluşmasındaki katkıları nedeniyle kendilerini Suriye’nin fatihi gibi gören ve yeni Suriye’nin kaderi üzerinde daha doğrudan belirleyici rol oynayacağına dair özgüveni artan iktidarın beklentileri arasında fark oluştu.
Türkiye kontrolündeki SMO eliyle PYD, Tel Rıfat ve Münbic operasyonlarıyla Batı Fırat’tan büyük ölçüde tahliye edildikten sonra Tışrin Barajı ve Karakozak civarından da tahliyesi için askeri operasyonlara maruz kaldı. Türkiye, sıradaki hedefin Kobani olduğunu açıklasa da şimdilik ABD baskısıyla frene basmış görünüyor. Tamamen Suriyeli yerli ve milli bir yapı olan PYD, Fidan’ın ifadesiyle kendini fesh etmeli, yöneticileri Suriye’yi terk etmeli, tüm silahları bırakmalıydı.
İsrail’in Golan’daki son işgalinin mağdurları olan Dürziler, Aleviler, Hıristiyan gruplar ve Türkmenler gibi farklı toplumsal kesimlere dair hem Türkiye’nin hem yeni Suriye’nin yöneticilerinin doğrudan veya dolaylı temaslarına rağmen söz konusu Kürtler ve onların siyasi organizasyonları olunca durum tamamen farklı gelişiyor. Colani’nin Kürtlere dair bazı olumlu söylemleri bir kenara bırakılırsa kendisi Kürtlerle ne doğrudan temas kuruyor ne de politik söylemi itibarıyla Türkiye’nin perspektifi dışında bir görüş serdediyor. Oysa PYD, gerek silahlı güçlerinin merkezi orduya katılmasına rıza göstermesi, gerek ABD gözetiminde Kobani’nin silahsızlandırılmasını kabul etmesi, gerek etnik federasyon değil ama etnik temelli olmayan bölgesel özyönetim gibi radikal tekliflerde bulunuyor olmasına rağmen hâlâ Şam’da kendine bir muhatap bulabilmiş değil.
Eğer Türkiye, Suriye Kürtleri için, daha önce Fidan’ın ifade ettiği şekilde bir çözüm(!) düşünüyorsa o çözüme ne Kürtler razı olabilir ne de Öcalan o çözümü(!) Kürtlerin razı olabileceği şekilde modifiye eder.
DEM heyetinin İmralı görüşmesine dair yaptığı açıklamadan anlaşılmaktadır ki, Suriye’deki son gelişmelerin arz ettiği hayati önem, iktidar tarafından baş müzakereci konumuna getirilmiş olan Öcalan tarafından net bir şekilde ortaya konmuş, Suriye Kürtlüğünün kazanımlarının Türkiye’nin doğrudan ilgi alanında olması gerektiği ima edilmiş, çatışmacı, imhacı yaklaşım yerine TBMM merkezli müzakereci yaklaşımın altı çizilmiştir. Bu yaklaşım, çözüme sadece iktidarın değil muhalefetin de katkı sunmasını bekleyen katılımcı yaklaşımdır.
Şimdilik bu görüşme notlarının ortaya koyduğu doğrudan bir çözüm önerisi olmamakla beraber, yöntem olarak çatışmanın değil müzakerenin esas alınmasının vurgulanması, hem PYD ve PKK yöneticilerine hem de Türkiye ve Suriye yöneticilerine mesaj niteliğindedir.
Kendi Kürt sorununu çözmeyi tehir ettikçe Türkiye, bir taraftan kendi iç barışını, diğer taraftan da komşu ülke Kürtlerinin statü kazanmasını engellemeye çalışarak bölge barışını zora sokan bir şekle dönüşmeye başladığını fark etmeli ve İmralı’dan uzatılan ele, tarihi sorumlulukla yaklaşmalıdır.