Çilexane Mağarası, yahut bilinen adıyla Bilgeler Mağarası, yalnızca kayaların siper ettiği bir sığınak değil, insan ruhunun en karanlık köşelerine açılan kadim bir kapıdır. Burada zaman, ağır bir sessizlik içinde erir; düşünceler fısıltıya dönüşür, kalp nihayet kendi sesini işitir. Bir dervişin, bir pirin, bir ârifin ve hakikat yolcusunun yalnızlıkla sınandığı bu mağara, sabrın ilmek ilmek dokunduğu, ruhun ateşte sınandığı, ilahi kudretin yankılandığı bir mekândır. Buraya gelen, yalnızca taş duvarlarla değil, kendi içindeki uçurumlarla da yüzleşir; buradan çıkan ise hakikatle mühürlenmiş olarak ayrılır. Bu mağaranın kutsiyeti, yalnızca Êzidîlerin unutulmuş inanç ritüellerini barındırmasından değil, insanın kendi varoluşunun özüne inmesini sağlayan bir dönüşüm kapısı olmasından gelir. Burası, nefsin ağır zincirlerinden kurtulmak için çileyle yoğrulan bir yerdir. Tıpkı evrenin ilk bilgesi Zerdüşt’ün vahye erişmeden önce yıllarca inzivaya çekildiği dağlar gibi, Çilexane de bir tılsım barındırır. Burası, insanın sustuğu, kalbinin ise sahibine döndüğü yerdir. Gürültüden kaçıp sessizliğe sığınanların, sabrın ipliğiyle dokunan günlerin, nefsin törpülendiği gecelerin, arzuların ince ince eriyerek yok olduğu bir inziva mekânıdır. Burası, unutuluş ile hatıranın eşiğinde yıkılmış bir köprü, zamanın küllerinden doğan bir sır mabedidir. Kadim kavimlerin hatır defterine kazınmış bir bilgelik, insanın kendi içindeki saklı ışığı keşfettiği ve varoluşun ağır yükünden sıyrılarak ruhunu arındırdığı mukaddes bir duraktır. Kürdistan Bölgesi’nin Behdînan taraflarında, Gara Dağı’nın doğusunda, Xazir Çayı’nın berrak sularına bakan bu mağara, doğanın kalbine gizlenmiş bir sır gibidir. Xazir’in suyu halk arasında “süt gibi beyaz” olarak bilinir ve rivayete göre zaman zaman Kaniya Sipî’nin sularıyla birleşerek adeta bir arınma metaforuna dönüşür. Su, nasıl ki toprağı temizleyerek hayat verirse, Çilexane de insan ruhunu arındıran bir kapıdır. Çevresinde uzanan Şêladizê, Dêrelûk ve Akrê şehirleri, ona en yakın köyler olan Kafiya ve Çemankê ile birlikte bu mağaranın sessiz şahitleridir. Şêladizê’nin serin tepeleri, sabahın ilk ışıklarıyla mistik bir sisin içinde kaybolur, Dêrelûk’ün dereleri gümüş iplikler gibi vadileri işler. Akrê ise dağların kucağında, bir bilgenin yüzü gibi suskun, derin ve ağırbaşlı durur. Zamanın insan ruhunu nasıl yoğurduğunu anlamak için, Bilgeler Mağarası’na adım atanların niyetlerini bilmek gerekir. Êzidî inancında dünya, insanın arınması gereken bir geçittir. Bedenin dizginlenmesi, arzuların kölesi olmamak, ruhun saflaşarak ilahi kudrete yaklaşması için yalnızlık bir zorunluluktur. Tıpkı peygamberlerin vahye ulaşmadan önce inzivaya çekilmeleri gibi, Êzidîlerin bilgelik yolcuları da dünya ile aralarına bir sınır çeker; kendi içlerine döner, sessizlikte kalplerinin sesini duyana kadar beklerlerdi. Musa’nın Sina Dağı’nda, İsa’nın çölde, Muhammed’in Hira Mağarası’nda yaşadığı yalnızlık, burada yankılanan sessizliğin de özüdür. Çilexane’de çileye yatanlar, yalnızca taş duvarlarla değil, kendi içlerindeki uçurumlarla da yüzleşirlerdi. Bu mağara, ruhu dünyevi yüklerden sıyırıp gerçeğin ışığını gösteren bir aynaydı. Buraya sıradan insanlar olarak girerler, ancak kırk gün boyunca mağaranın derin karanlığında kendi içlerindeki ışığı bulana dek tevakkuf ederlerdi. Yanlarında yalnızca kırk hurma ve kırk yumurta getirirler, günde sadece bir hurma ve bir yumurta tüketerek hayatta kalırlardı. Ama bu, yalnızca bedensel bir sınav değil, ruhun en temel arzularından arınması için bir yolculuktu. Açlık, insanın dünyevi tutkularına karşı koymasını sağlarken, sessizlik, zihnin karmaşasını yatıştırır ve düşünceyi saflaştırırdı. Buraya yapılan yolculuğun nihai gayesi, varoluşun sisleri arasında kaybolmuş ruhun, kendini aşarak ilahi hakikate ulaşma çabasıdır. Her adım, kalbin kilitli kapılarını bir bir aralarken, bu yolculuğun en büyük sırrı, yolcunun en sonunda kendisiyle yüzleşmesidir.
Bu, Hallac-ı Mansur’un “En-el Hak” diye haykırdığı o derin idrakin, insanın özündeki ilahi nefesi arayışının yankısıdır. Buraya gelen, yalnızca taş duvarların arasına değil, kendi hakikatinin uçsuz bucaksız mağarasına da adım atar. Ve eğer sabırla, ihlâsla, nefsini bir kor gibi yakan ateşin içinden geçerse, kırk günün sonunda içindeki Tanrı’nın sesini duymaya başlar. Çünkü hakikat, dış dünyada değil, insanın kendi varoluşunun derinliklerinde saklıydı. Platon’un mağara metaforunda olduğu gibi, insan dünyayı gölgelerle, yanılsamalarla algılar. Gerçek ise ancak mağaranın dışına çıkıldığında, ışığa erişildiğinde görülebilir. Çilexane’de kırk gün kalanlar da bu mağaranın karanlığında, asıl ışığı bulana dek beklerlerdi. Dış dünyanın sahte aydınlığından kaçar, gerçek aydınlanmayı kendi ruhlarının derinliklerinde ararlardı. Buradaki yalnızlık, toplumun dayattığı sahte gerçeklerden kurtulmak, zihnin esaretinden sıyrılmak için bir araçtı. Kırk günün sonunda, mağaradan çıkan kişi artık eski benliğiyle aynı olmazdı. O artık yalnız bir yolcu değil, hakikatin eşiğine varmış bir bilge olurdu. Ona artık Arif, “Koçek” (Derviş), “Micêwir” (Hizmetkâr) veya Qewal (Ezidîilahilerini okuyan kişi) denirdi. Bu ritüel, sadece bireysel bir arınma değil, insanın varoluşsal yolculuğunun da bir yansımasıydı. Pir olmak için pak olmak gerekir; ama bu paklık, dışarıdan verilen bir armağan değil, insanın kendi çabasıyla kazandığı bir safiyettir. Başkasının giydirdiği bir hırkayla ne pir ne de arif olunur; pirlik, ruhun ateşte yanarak, sabırla arınarak, insanın kendi içindeki ışığı bulmasıyla mümkündür. Sayısız ferman ve tefekkürün izin taşıyan bu mağara, yalnızlığın bilgelik sunduğunu, sessizliğin en büyük mürebbi olduğunu kanıtlayan bir mekândı. Zaman, pek çok kutsal mekânı yeryüzüne serpiştirmiş, ama çoğunu unutulmaya mahkûm etmiştir. Yine de bazıları, tıpkı Girê Mirazan gibi, 12 bin yıl öncesine dayanan sessiz tanıklar olarak gün yüzüne çıkmaya devam eder. Çilexane Mağarası da işte böyle bir mekandır. Bugün sessizliğe bürünmüş, harabe halinde olabilir. Ama onun taş duvarlarına dokunduğunuzda, zamanın içinden süzülüp gelen duaların gizemini işitir gibi olursunuz. Burada bir zamanlar gözlerini kapatıp hakikate yürüyenlerin izleri vardır. Çünkü hakikatin ışığı, insanın kendi sinesinde saklıdır. Ve asırlar sonra, o kadim dervişlerin, çilekeş pirlerin torunları, rüzgârın unuttuğu bu mağaraya yeniden geldiler. Yanlarında ne bir hurma ne de bir yumurta vardı; fakat gönüllerinde asırların suskun duası, yüreklerinde evvel zaman pirlerinin niyazı yankılanıyordu. Sessizliğin diliyle konuşan taşların gölgesinde, mağaranın sırrına sığındılar. Ve bir kez daha yalnızlıkta hakikatin Tanrı’sını aradılar. Mağaranın duvarlarına sinmiş zamansız sırlara kulak verdiler. İçlerinde saklı duran selamet tohumunu aldılar. Ve sonra, seher vaktinin usul ışığıyla, kalpleri arınmış, ruhları ateşle mühürlenmiş halde dağlara doğru yol aldılar. Biri bir adım attı, ardından diğeri. Toprak, ayaklarının altından kayarken, geçmişin fısıltıları onlara eşlik etti. Bir vakitler bu taşlara secde edenlerin, dua ile nefes alanların, sabırla pişenlerin gölgesi düştü yollarına. Ve nihayet, pirlerin en büyüğünün bayrağını omuzlarına alarak, Eyüp’ün sabrıyla yoğrulmuş, vakarla bekleyen dağların kalbine doğru yürüdüler. Öyle yürüdüler ki… Rüzgâr esmeyi unuttu, vadiler nefesini tuttu, zaman bir anlığına sonsuzlukla örtüldü. Gökler sustu, dağlar secdeye vardı ve toprak, asırlardır bağrında sakladığı o sırrı güneşin sofrasına serdi.