Bir söyleşi serencamı
Bircan Degirmenci 3 Haziran 2025

Bir söyleşi serencamı

Hep başkalarının yaptığı etkinlikleri izleyip yazmaya alışkınım ama ilk defa öznenin benim kitabımın olduğu ne söyleşi ne dinleti ne okuma tiyatrosu diyebileceğimiz ortaya karışık bir etkinliği paylaşacağım sizinle. Porçakal Nisan ayında çıktığından itibaren tanıtımı için imza ve söyleşi önerileri geldi. Önce “kitap biraz okunsun, sonra yapalım” diyerek geçiştirdim. Yavaş yavaş okunmaya başladı, okuyanlar arayıp farklı tonda da olsa kendi hikayelerini anlatmaya başladı ve okur buluşması olmasını istediler. Bu sefer “söyleşi yapmayayım zaten kitapta anlatmak istediklerimi anlatmışım” deyip yan çizmeye başladım. Üsküdar’daki kitap fuarında sadece imza olacağı için “en fazla ne olabilir ki?” düşüncesiyle tam kabul etmişken Sırrı Süreyya Önder’in acı haberini aldık ve imzayı iptal ettirerek cenaze törenine katıldım. Bunu da atlattım derken Diyarbakır’da Şeyhmus Diken, kitapta anlatılan mekânların geçtiği mahalledeki DİTAV’da buluşmak üzere Eren Keskin’le ikimizden 31 Mayıs için söz aldığı geldi aklıma. Oysa ki ben hiç gelemeyecek bir tarihmiş gibi düşünerek “tamam” demiştim. Malum ülke gündeminin hızına yetişilmiyor, yine bir aksilik olur da yapılmaz umudunu taşırken bir hafta kala işin ciddiyetini kavradım. Jetonum geç düşmüştü. Gelsin yine anksiyeteler, kalp çarpıntısı, uykusuz geceler. Kara kara düşünürken Sevinç Valeria dizisinden aldığı ilhamla kitaptan bölümler okunması fikrini attı ortaya. Nurcan da “Her bölümden sonra müzik de yapalım” deyince dallanıp budaklandı. Rugeş “Ben moderatör olurum, seni rahatlatırım, hatta hiç konuşturmam” dedi. Madem öyle en zor zamanlarımda yanımda duran Rojda, Özlem ve Helin’e de birer bölüm okumalarını önerdim. Hiç ikiletmeden kabul ettiler. İnsanın “Sen yorma kafanı, biz hallederiz “diyen arkadaşlarının olması ne muhteşem bir şey.  Enstrümanı ve sesiyle İhsan Zanyar ve Nurcan da güç katınca sırtımız yere gelmeyecekti.

Öncesinde bütün ekip benim evde toplandık. Balkonda oturup yarım saat süren bir çalışmayla herkes kendi bölümünü okuduktan sonra çok yorulduğumuza kanaat getirip, kitabı bir kenara bırakarak, muhabbetin dibine vurduk.

Hepimiz amatördük, başak burcu Helin son ana kadar hangi bölümü okuyacağına karar veremezken, Rojda kibar Türkçesiyle bir türlü Xançerigüzel Camisini telaffuz edemediği için neredeyse diyalekt dersleri alacaktı. Şiveli okunuşunu Rojda’ya öğretmeye çalışan Helin ondan daha kibarca Hançerigüzel deyince devreleri yaktık. Ve sonunda “kim nasıl istiyor ve rahat ediyorsa öyle okusun sonuçta bu bir radyo tiyatrosu değil” diyerek kendimizi ikna ettik.

Herkes görev paylaşımı yaptı, Helin kuru pasta yaptıracak, Rojda masa örtüsü ve peçete getirecek, Sevinç bez afiş tasarlayacaktı. Nurcan, İhsan ve Hivda her okuma bölümü için ayarlanan şarkıların provalarını yaptılar ve beklenen gün gelip çattı.

Rugeş ve Eren İstanbul’dan atlayıp geldi. Eren, kendi bölümümü okuduktan sonra “benim meskenim dağlardır parçasını okurum” demişti. Son dakika “aaa ben onu şaka yapmıştım, hem şarkının sözlerini bilmiyorum ki” deyince ‘bu gerçekse hiç komik değil’ diye birbirimize baktık. Nurcan hemen atlayarak, “Şarkı sözlerinin çıktısını eline verip. Sen hiç merak etme, sen gir, biz arkandan geliriz” diyerek çözüm buldu. Herkeste bir telaş, bir heyecan. Ya Vizontele’deki gibi sesimiz içimize kaçar ve gökyüzünde tiz biçimde dalgalanırsa ne halt edecektik? Ben zaten kendi gerçekliğimin farkında olduğum için konuşmamakta kararlıydım. Ne yaparsam yapayım sözlüye kalkmış şaşkaloz öğrenci durumuna düşecektim. Düğün telaşıyla hazırlanıp evden çıktık.

Mekâna meşhur Xançerigüzel Caminin önünden yürüyerek geçerken Rugeş’e benim ve tüm kardeşlerimin doğduğu evimizin yıkılmış kalıntılarını gösterdim. O andan itibaren büyülü bir atmosferin içindeydim artık. Annem ve babam evin önünde durmuş bizi bekliyordu. Parke taşlarını onlarla birlikte adımladık. Sinek fırının önünden geçerken fırından yükselen sıcak ekmek kokusu aklımızı başımızdan aldı. Babam içeride ekmek alan kapı komşusuna “uğurlar olsun” diyerek selam verdi. Annem sakin, babamsa her zamanki gibi tatlı bir telaş halinde. Hava güneşliydi ama o anda hoş bir esinti yüzümüzü yalayıp geçti. Etkinliğin yapılacağı avlulu taş evden içeri girdik, ön sıraya oturdular. Cemal amcam ve yengem de gelip onların yanındaki yerlerini aldılar. Bize anlattıkları hikayeleri şimdi başkalarından duyacaklardı.

Misafirlerimiz de birer birer girdiler kapıdan içeri. Rojda’nın onları tren garından uğurlayışını dinlerken yüzlerine hüzün çöktü. Ardından penaber şarkısının sözleriyle yaşadıkları gurbetliğin sızısını hissettiler. Sevinç’in babamın şampanyasından bahsetmesiyle annem yine çemkirerek baktı babamın yüzüne. Babam neşeli, kaygısız biçimde yaptığından pişmanlık duymadan kafasıyla onayladı Sevinç’i. Nurcan’ın adada kaybolmasını ikisi de tekrar hatırlayıp güldü. Özlem’in babamın sevgilisi Seniha’yı hatırlatmasından annem hoşlanmamış olacak ki kaşlarını çattı. Helin benim gözaltı maceramı anlatırken babam yine o günkü gibi yüzüme ters ters bakınca, gözlerimi kaçırdım ondan. Eren’in “benim meskenim dağlardır” şarkısına babam da elini ve başını sallayarak eşlik etti. Rugeş’in Gazi Köşkü hikâyesinin ardından babam “Hadi Cemal bir türkü söyle” deyince Cemal amcam başladı yine o yanık sesiyle söylemeye: Diyarbekir etrafında bağlar var.

Babamla birlikte herkes eşlik etti ona. Birden gözlerimi açtığımda o mistik ortamda Nurcan, Hivda ve İhsan’la birlikte avluda hep bir ağızdan “bahçada yeşil çınar” şarkısı yankılanıyordu. Aram Tigran, Ahmed Arif, Baba Tahir Üryan’ın sözleri avlunun taş duvarlarına çarpmaya başladı. Sonra birden annemle babamın oturduğu sandalyeden iki güvercin kanat çırparak avlunun damına doğru “Siz devam edin” diyerek havalandı. Yüzümüzde yarım ve buruk bir gülümsemeyle bakakaldık arkalarından. Güneş batmak üzereydi, avluda dingin bir sessizlik. Karşımda gözleri dolu dolu, hikâyemle hemhal olmuş en sevdiğim insanlar. Ağlamaktan kızarmış yüzüyle Laleş’e takıldı gözüm. Gözlerimizle konuştuk, 30 yıl önceki gazetedeki zor zamanlarımızı. Hepsine tek tek sarılmak istedim. Bir yandan zaman çabucak geçsin diye sabırsızlanırken diğer yandan bir daha yaşanmayacak o zamanın içinde kaybolmak arzusuyla dolup taştım. Sahi neydi zaman? Büyüsü mü vardı? Yoksa bize büyü yapmaya devam mı ediyordu..

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.