İnsan bir ülkeye neden bağlı kalır?
En kolay cevap: sevgi, aidiyet, gurur.
Carlo Ginzburg ise tek bir cümlede bu kolay ve konforlu cevabı bozuyor:
“İnsanı bir ülkeye bağlayan şey sevgi değil, adına utanabilmesidir.”
Ginzburg’un “utanç bağı” dediği şey, gönüllü bir bağlılık değil, kaçınılamayan bir etik ilişki.
Sevgi seçilebilir, hatta terk edilebilir. Utanç ise insanın peşini bırakmaz.
Çünkü utanç, “bizim adımıza” yapılanlarla kurulan istemsiz bir bağdır.
Bu bakış, utancı bireysel bir ruh hali olmaktan çıkarır. Onu tarihsel ve siyasal bir meseleye dönüştürür.
Utanç burada ne zayıflıktır ne de edilgen bir vicdan sızısı.
Aksine, resmi anlatının bastırdığı hakikatlerin hafızada bıraktığı canlı bir yaradır.
Bir ülke adına utanmak, o ülkeyle bağını koparmak değil, onu inkar edilemeyecek kadar ciddiye almaktır.
Karl Marx, Arnold Ruge’ye yazdığı 1843 tarihli mektupta Almanya’nın içine saplandığı siyasal çürümeyi anlatırken, şaşırtıcı bir yerden konuşur:
Ulusal gururdan değil, ulusal utançtan söz eder.
Ona göre insanı politik olarak uyandıran şey, ülkesini yüceltmek değil, onun adına utanabilmektir.
Şu cümleyi kurar:
“Devrimler utançla yapılmaz; ama utancın kendisi bir devrimdir.”
Marx’ın sözünü ettiği utanç, suçluluk değildir.
Suçluluk bireyseldir, kapatıcıdır, insanı kendi içine hapseder.
Utanç ise insanı başkalarının acısıyla aynı etik düzleme çeker.
Marx’ın ifadesiyle utanç, öfkenin kendi içine dönmüş halidir.
Yani kontrolsüz bir patlama değil, yönünü bulan bir sarsıntı.
Şimdi yaşadığımız ülkeye bakalım.
Türkiye’de siyasal düzen uzun süredir utançsızlık üzerine inşa edilmiş.
Resmi ideoloji, geçmişle yüzleşmeyi değil, onu gurur anlatılarıyla örtmeyi tercih etmiş.
Ulusal gurur, devlet şiddetinin, eşitsizliğin ve inkarın üzerini örten bir perde işlevi görmüş.
“Yerli ve milli”, “devletin bekası” gibi söylemlerle her türlü kötülük normalleştirilmiş.
Tam da bu nedenle Türkiye’de utanç, iktidar açısından tehlikelidir.
Çünkü utanç, resmi hikayeyi bozar.
Gurur, toplumu hizaya sokar, utanç ise sorular sordurur.
Ginzburg’un dediği gibi utanç bağı, insanı ülkesinden koparmaz; aksine onu kaçışı imkansız bir sorumluluk ilişkisine sokar.
Biliyor musunuz?
Türkiye’de pek çok insan bu topraklara utançla bağlı olduğu için hiçbir yere gitmiyor.
Onları burada tutan şey, gidersem tanıklığımı terk etmiş olurum hissi.
Marx’ın mektubunda dikkat çeken bir vurgu daha var.
Utanç duyanlar çoğu zaman suç işleyenler değil.
Utananlar, olan biteni bilenlerdir.
Ulusal gurur, utancın kolektif bir duyguya dönüşmesini engellemek için sürekli yeniden üretilir.
Öfke, içeriye değil dışarıya yönlendirilir: düşmanlara, “hainlere”, muhaliflere.
Böylece utanç, devrimci ve dönüştürücü bir duygu olmaktan çıkar.
Ya bastırılır ya da linç kültürüne kurban edilir.
Oysa utanç bastırıldıkça kaybolmaz, yalnızca daha derin ve daha zehirli bir hal alır.
Ginzburg’un “utanç bağı” ile Marx’ın “utancın kendisi bir devrimdir” cümlesinin ortaklaştığı yer tam da burasıdır.
Utanç, hafızanın çalıştığını gösterir. Hakikat görünür oldukça can yakar, gizlendikçe yara büyür.
Bir toplum utanmaya başladığında küçülmez; kendisiyle yüzleşecek kadar güçlenir.
Bu yüzleşme olmadan ne hukuk işler ne de demokrasi mümkün olur.
Bir ülkeye sevgiyle bağlanmak kolay, gurur bunu mümkün kılar çünkü.
Ama bir ülkeye utançla bağlı kalmak çok zor.
Çünkü bu bağ, basit yalanlardan vazgeçmeyi, hafızayla yaşamayı ve sorumluluk almayı gerektirir.
Yeni bir yılın eşiğindeyken bu utanç da nerden çıktı diyebilirsiniz ki çok haklısınız.
Yılın bu son gününde bianet’teki makalesi ile utanç üzerine düşünmeme vesile olan Fikret ilkiz’e ve Özgür Sevgi Göral’a çok teşekkür ederim.
Düşününce de aklına geliyor insanın, keşke gelmese…
Utançtan kaçarak mı yaşayacağız, yoksa onu hakikatin ve adaletin gücüne mi dönüştüreceğiz?
Sevgi tükenebilir, gurur tuzla buz olabilir ama utanç bastırılsa bile geri döner.
Döndüğünde de her zaman bir şeyleri yerinden oynatır.
Kimsenin utançla bağlanmak zorunda kalmadığı bir ülke hayali ve dileğiyle…




