İsrail’in ABD sponsorluğunda 2023’ten bu yana uyguladığı Gazze soykırımı, üzerinden tam iki yıl geçtikten sonra bir anlaşmayla sona ermiş görünüyor.
2,3 milyon nüfuslu Gazze, 2006 yılında, uluslararası gözlemciler denetiminde yapılan genel seçimlerin sonuçlarının açıklanmasını müteakip, Filistin tarihinin en karanlık ve acılı günlerine doğru yol almaya başladı. Hamas’ın kazandığı seçim sonuçlarını kabullenmeyen İsrail, Gazze’den seçilen milletvekillerinin başkent Ramallah’a gitmesine izin vermemiş böylece Filistin parlamentosunun toplanmasına mani olmuştu. Seçimin galibi olan ve Mahmud Abbas tarafından hükumeti kurmakla görevlendirilen İsmail Heniyye de görevinin başına geçememişti.
AB’nin ve ABD’nin Filistin’e gönderdiği yardımlar önce kesilmiş daha sonra ise tamamen Batı Şeria’ya gönderilerek Gazze açlığa mahkum edilmişti. Bu durum El Fetih ile Hamas arasındaki rekabeti husumete taşımış ve çıkan çatışmalarda Gazze Hamas’a Batı Şeria ise El Fetih’e kalmıştı. Aynı dönemde Gazze, İsrail devleti tarafından ağır bir ambargoya maruz bırakılmış, havadan, karadan ve denizden mutlak tecride tabi tutulmuş, halkın isyan ederek Hamas’tan kurtulması(!) beklenmişti. Bu olmayınca İsrail, 2008 sonu itibarıyla vahşi bir saldırı dizisini Gazze’ye dayattı. 2023-25 soykırımıyla sonuçlanacak saldırı dizisi böylece başlatılmış oldu.
Eli kolu bağlanmış ve tüm kapıları kapatılmış milyonlar, sınırsız büyüklükte teknoloji ve kaynak kullanan, işlediği her suçu uluslararası camiada sessizlikle karşılanan İsrail-ABD ikilisi tarafından soykırıma tabi tutuluyor ve bu iğrençlik canlı yayında naklen tüm insanlığa izlettiriliyordu. 15 Mayıs 1948’de ilan edilen “nekbe”den çok daha büyük bir felaket yaşıyordu Gazzeliler.
Malum, İsrail’in 14 Mayıs 1948’deki kuruluşunun ertesi günü, 15 Mayıs, “büyük felaket” anlamında, “Nekbe” günü olarak kabul ediliyor Filistinlilerce. 15 Mayıs “Büyük felaket”tir, çünkü o tarihten itibaren Dünya’nın pek çok yerinden göç ettirilmiş, ağırlıklı olarak 2.Dünya Savaşı’nın mazlum halkı Yahudiler, Tanrı’nın seçilmiş(!) kulları olarak Tanrı’nın kendilerine vaad(!) ettiği topraklara getirildiler. Madem seçilmiş insanlardı ve madem vaad edilmiş topraklara gelmişlerdi, o halde yeni geldikleri bu toprakların kadim sakinlerini, seçilmemiş(!) olmaları ve işgalci(!) olmaları nedeniyle bir daha asla dönmemek üzere binlerce yıldır yaşamakta oldukları yurtlarından kovabilirlerdi. O günden sonra, uğramış oldukları soykırımda en ufak suçu olmayan Filistinlileri, bir daha dönmemek üzere evlerinden, köylerinden, mülklerinden sürüp Dünya’nın en karanlık apartheid rejimlerinden birini kurdular.
Nekbe, kuşkusuz Filistin halkı için çok ağır bir bedeldi, ama o günün koşullarında, savaş teknolojilerinin bugünkü kadar sofistike olmaması, Filistinliler’in nisbeten de olsa yardım alabilmesi gibi sebeplerle, savaşı kaybetseler bile zayiatları bugüne kıyasla çok azdı. Oysa 2023’ten 2025’e kadar aralıksız süren yok etme savaşının köşeye kıstırılmış bu halk üzerindeki etkileri, BM’nin veto mekanizmasıyla işlevsiz hale getirilmesi ve ABD’nin, İngiltere’nin, Almanya’nın, Arap dünyasının sınırsız desteği yüzünden çok daha yıkıcı olmuştu. Gazze soykırımının bir başka sonucu ise, BM’nin, insanlığın ortaklaştığı tüm kurumların, tüm kuralların, Batı dünyasının yaygınlaştırmaya çalıştığı tüm değerlerin(!) ve politik modellerin, bu suça göz yumarak ya da önleyemeyerek yarattığı büyük hayal kırıklığıydı. Bu hayal kırıklığının yaratacağı artçı etkilerin, önümüzdeki günlerde siyasal modeller ve uluslararası ittifaklar bakımından çok farklı ufukları aralayacağını şimdiden öngörmek kehanet sayılmaz.
Gelinen bu noktada Gazzeliler, maruz kaldıkları tüm olumsuzluklara ve işgalcilerine karşı sahip oldukları sonsuz asimetrik dezavantajlara rağmen, kuşandıkları sabır, cesaret ve yüksek iradeleriyle ABD-İsrail ikilisini barış masasına oturtmayı başardılar. Öldürerek değil ama ölerek kazandıkları bu barış belki en iyisi değildi ama koşulların el verdiği daha iyi bir seçenek de gelişmedi. Bu soykırım bize, İsrail’in uluslararası camiada tüm itibarını yitirdiğini, ABD yardımı olmaksızın İsrail’in bir hiç olduğunu, işbirlikçi Arap rejimlerinin maskelerinin düştüğünü, en olumsuz koşullarda bile olsa iyi organize olmuş bir avuç inanmış insanın istihbaratıyla efsaneleşmiş İsrail’i günlerce felç edebildiğini gösterdi. En önemlisi ise, bu şartlar altında belki daha iyisi olabilirdi ama, Dünya’nın Filistinliler’in de bir devletinin olması gerektiği noktasına varmasıdır. Hamas, kendini feda ederek, 2006’dan bu yana ambargo altında boğulmak istenen Gazze’ye bir nefes borusu açmış oldu. Bundan sonra, eğer barış anlaşması aynen uygulanırsa, bir çoğu çok önemli şahsiyet olan binlerce Filistinli esir serbest kalacak, Gazze bundan böyle uluslararası garanti altında İsrail’in tasallutundan kurtulacaktır. Ahlaki olarak tartışmasız kaybeden İsrail’i, hem iç politikada hem de uluslararası ilişkilerde parlak olmayan günlerin beklediği söylenebilir.
Gazze soykırımının sonlandırılmaya yüz tuttuğu günlerde, Suriye’de de işlerin ağır ağır bir şekle varmakta olduğu gözleniyor. Suriye, kendine has seçim yöntemiyle halk meclisi seçimlerine gitti. 210 milletvekili ‘Halk Meclisi’nde görev alacak. Bunların 140’ı seçmen heyeti üyelerinin seçeceği temsilcilerden, 70’i ise HTŞli Colani tarafından atanacak. Yani seçimi doğrudan halk değil, Colani’nin belirlediği 6 bin kişilik seçmen heyeti yaptı. Rakka, Haseke ve Suweyda’da ise güvenlik koşulları nedeniyle sandıklar kurulmadı. Dürziler ve Kürtler bu koşullarda yapılan ssçimleri tanımadıklarını ilan ettiler. Aynı günlerde Haleb’in Kürt mahalleleri olan Eşrefiyye ve Şeyh Maksud’a dönük olarak HTŞ güçlerince başlatılan abluka ve akabinde çıkan çatışmalar güçlükle ateşkese evrildi. Bu arada, Türkiye ile iyi ilişkileri olan Neçirvan Barzani’nin, Suriye’nin de tıpkı Irak’ta olduğu gibi federasyonla yönetilmesi gerektiğini söylemesi Türkiye’de soğuk duş etkisi yaptı. Hem Suriye dışişleri bakanı Şeybani, hem Hakan Fidan, hem de Bahçeli açıkça SDGnin kendini fesh etmesi ve Suriye ordusuna katılması konusunda çok sert açıklamalar yaptılar. Türkiye, üniter Suriye ısrarını HTŞ üzerinden dayatırken ne Kürtler’in ne Aleviler’in ne de Dürziler’in bu çözüme rızaları var.
Öcalan’ın da, açıktan olmasa da ademi-i merkeziyetçi pozisyonunu koruması, SDG’nin silahsızlandırılmasına açıktan rıza göstermemesi, Araplar’a ve Ezidiler’e gönderdiği mesajlarda hem Suriye bütünlüğünden bahsederken hem de farklılıkları gözeten demokratik ulus noktasında durması Türkiye’nin beklentilerini karşılamıyor. Anlaşılıyor ki hem Irak Kürdistanı’dan gelen sesler, hem Suriye sahasından gelen işaretler Türkiye’nin Suriye tasarımına uymuyor. Bu da demek oluyor ki, 8 Aralık sonrası Colani’nin işbaşına gelmesi sürecinde Türkiye’nin Suriye’yi Arap Cumhuriyeti olarak görmek istemesinin sahada bir karşılığı yok.
Suriye’de saha gerçekliğiyle inatlaşmak, Türkiye’nin kendi çözim sürecini de ister istemez olumsuz etkileyecektir. Türkiye bu gerçekle yaşamaya razı olmazsa İsrail’in sahada avantaj elde etmesine yatırım yapacak, bu gerçeğe razı olursa da Suriye’de kendine büyük bir nüfuz alanı oluşturacaktır.
Gazze ateşkesi nasıl ki Gazze gerçekliğini olabildiğince barış metnine dayattı ise Suriye gerçekliği de günün birinde kendisini yazılı resmi metinlere dayatacaktır.
Sonuç itibarıyla, 1. Dünya savaşı sonrasının açık bıraktığı Filistin parantezi nasıl ki çözüme doğru yol alarak kapanmaya yönelmiş ise Kürt sorunu da kendi yolunu bularak açık kalan parantezini kapayacaktır.