Cemalettin Afgani beni dinlemedi
Samsatlı Saatçi Sarkis 2 Şubat 2025

Cemalettin Afgani beni dinlemedi

İki gün önce, bir Cuma günü astrolog bir arkadaşım bana dedi ki, bu sene kötülerin senesi olacak… Öyle bir kötülükler olacak ki, kötülüğü yapan kimseler bundan hiç gocunmayacak, hatta farkında olsalar, biri onların yüzüne vursa bile umurlarında olmayacak. O gece aklıma biri geldi: Cemalettin…

Kim olduğunu, kimin nesi olduğunu kimse bilmiyordu. Kimileri İranlı ve Şiî olduğunu söylüyordu. Afganlı olduğunu, Kâbil yakınlarındaki Kuner kasabasının Esedabad köyünde doğduğunu söyleyen vardı. Sünni miydi, Şiî miydi pek belli değildi. Hakkında bir sürü efsane vardı. Derlerdi Kum yakınlarında bir dere onun adıyla çağlıyor; dereye onun adı verilmiş ve bu derenin suyunu içen ne derdi varsa gidiyor. Sonra Afganistan’da onun adıyla bir tepe var, hastalar oraya çıkınca iyileşiyor. Bir ara siyatiği için annemi götürmeyi düşündüm ama ninem bende geleceğim deyince annem birden iyileşti.

Cemalettin’in bir aurası vardı. Nereye gitse siyasiler etrafını sarıyor, baş tacı yapıyorlardı. Babıali’nin mürekkep yalamışları, saray efradı…
Hindistan’da bir Hintliydi, “Ey Hintliler” diyordu, “sizler su kaplumbağası olsaydınız İngiltere adasını yerinden söker denize batırırdınız.” Mısır’da Arap oluyordu, Arapları birliğe çağırıyordu.

Derken İstanbul’a geldi. Sultan onu çağırdı. Sultan dışarıdan birini çağırıyorsa ya gemi diye bildiğimiz ülke batıyordur ya batan gemiden geriye kalanlar için parça tesirli bir alime ihtiyaç var demektir. Kimisi “ağzında bar var” dedi, yeni doğan çocukları ona götürdüler ve o da hiç birini kırmadan çocukların ağzına tükürdü. Bildiğimiz barı peygamber, Abdulvahap üzerinden bir tek Battal Gazi’ye vermişti ya neyse…

Cemalettin, Dârülfünûn-ı Osmânî’nin açılışında Fransızca konuştu ama Türkler, bundan çok rahatsız oldu. Sonra onun için konferanslar tertiplediler, burada Türkçe konuştu. Kalabalıklara konuşunca “halk beden gibidir” diyordu, “bir kişinin eğer dişi ağrırsa bütün halk duyar bunu.” Kalabalık dağılınca, bu sefer yanandakilere “halk tahta gibidir” diyordu, “çok fazla bastın mı kırılır.”

Sonra Kahire’ye gitti ama saray ona iyi bir maaş bağladı; burada işi Posta Kahvehanesi’nde oturup sohbetler yapmaktı, ne camiye gitti, ne El Ezher’e, hatta hocalara kıymet bile vermedi. Osmanlı’da sultan değişince yeni sultan, Mısır’da onu İskoç mason locasına girmesini istedi ama İskoç locası, siyaseti kabul etmiyordu. Cemalettin’in faaliyetlerinden rahatsızlık duyan İngiliz hükümeti konsolosları aracılığıyla onun ülkeden çıkarılmasını hidive telkin etti. Bu gelişmeler üzerine hidiv hükümeti yayımladığı bir resmî tebliğde Cemalettin’in gençleri üye yaptığı gizli bir cemiyetin başkanı olduğunu ileri sürdü; halkın onunla görüşmesini yasakladı, ülkeden çıkarılmasını emretti. Cemalettin, Hindistan’a yöneldi ama İngilizler, Mısır’da patlak veren Urabi İsyanından onu sorumlu tuttular. Sonra onu alıp İngiltere’ye götürdüler ama o bir yolunu bulup Paris’e geçti, burada şakirdi Abduh’la gizli bir cemiyet kurdu, yayınlar çıkarttı. Gazeteleri kapanınca Abduh, Beyrut’a geldi, Cemalettin ise bir süre daha Paris’te kaldı. Sonra Rusya ve Almanya’ya gitti. Buradan İran ve sonra Basra’ya… Aslında İngilizlere karşı gibi görüldü ama bir ayağı Londra’daydı. Londra’da İran Şahı aleyhine çalıştı, İngiliz yetkilileriyle bir araya geldi. Bunun olmayacağını anlayan Şah, Osmanlı sultanına başvurdu, Cemalettin’in İstanbul’da gözaltında tutmasını talep etti. Neyse, hikayeleri çok ve uzun…

İstanbul’da onu karşılayanlar arasındaydım. Hatta sultan gözden uzak kalsın dedi ama benim ısrarımla Teşvikiye’de ona bir ev tutulmasını önerdim; arabasına, atına bizimkiler baktı. Eve yerleşince sohbetimiz arttı. Nişantaşı’ndaki bahçemizden ona çilek topladım; sevaptır bizde, yediğinden yedirme… Bir ara, “seni saraydan bir kızla evlendirelim” dedim, kabul etmedi. Niye dedim, “geçti” dedi. Bir erkeğin geçti demesi ayrı bir şeydi. O zaman sarayla aramız iyiydi. İstese olurdu. Mürüvvetini görürdük. Cemalettin kısa zamanda nam saldı; alim, edip, siyasi her kim varsa ona gitti. Biz edebiyat, siyaset zannediyorduk ama meğerki sultan ona gizli görev vermiş, demiş İslam birliği ve Şiî-Sünnî yakınlaşmasının yolları konusunda bize bir rapor hazırla.
Bundan sonra Cemalettinsiz bir düğün yapılmamaya başlandı. Bizim komşu evlenince onu çağırdılar. Nikahı sağlam olsun dediler. Gelir gelmez diğer şeyh ve şeyh şakirtlerini bastırmak istercesine kırık ama gür sesiyle, “la feta illa Ali, la seyfe illa zülfikar” dedi (Ali’den başka yiğit, Zülfikar’dan başka kılıç yoktur). Bektaşi, sağ ellerini göğüslerine koydu, başlarıyla selam verdiler. Cemalettin oturmadı. Gözleri oturacak yer aradı ama kimin yanına oturacağına bir türlü karar veremedi. Kimse de onu buyur etmeye cesaret edemedi. Yaşlı bir Kadiri şeyhi vardı, onun yanına oturabilirdi ama o da hiç Cemalettin’e bakmadı, tespihiyle ilgilendi; sanki imamesinin üstüne kırk bir cin yuva yapmıştı da o da gitmeleri için dua ediyordu; dudakları kımıldıyor, gözlerini kaldırıp bakmıyordu. Neyse yüksekçe bir minder getirildi de Cemalettin öyle oturdu. Diğer şeyhler, tespihlerini çekti, dua etti. Ama sessizlik uzun sürmedi. Cemalettin bahçeden gelen seslere müdahale etti, türkülerden birini anlamasına rağmen, ille de birilerini yorumlatmak istedi, laf çakacak ya. Biri, “Entarisi ala benziyor, şeftalisi bala benziyor” türküsünü “bağları bahçeleri bol olsun, geçen yolcular doysun” diye tercüme edince herkes güldü ama Cemalettin’in dili çözüldü, “Almanlar, İtalyanlar yirmi senedir uluslar ama siz hala köçeklerin peşi sıra gidiyorsunuz” dedi, bastı kalayı.

Neyse ki namaz vakti geldi. Erkeklerin kimi camiye gitti, kimi abdestimiz var deyip orada namaz kıldı. Herkes toplu halde namaz kılarken Cemalettin, “ben tek başıma namaz kılmak istiyorum” dedi. Açıktı o, Nakşî, Kadiri, Gülşeni şeyhleriyle namaz kılmak istemedi. Kimisi, “imamlık meselesi” dedi. Ama uzatılmadı. Namazdan sonra sofra kuruldu. Herkese aynı yemek getirildi ama Cemalettin’e, bir danışmanın düğün sahibinin kulağına eğilmesi üzerine özel bir kavurma yapıldı. “Sultanın misafiridir” dendi. Tabi bir de her kapta yemek yemezdi. Devreye ben girdim, akrabamız Nubar’ın evine gittim. Balat’ın en güzel eviydi. Bir kardeşi Adıyaman’da kuyumcuydu. Dedeleri sarraftı; altına gram bakır ya da gümüş akıtmazdı. Nubar yoktu. Kızı vardı, o kapıyı açtı. “Hemen” dedi.

Nubarların iki katlı evi vardı, ikinci katı cumbalıydı, dışarıdan içerisi görülmezdi ama ev sahibi buradan geleni görebilirdi. Evin diğer özelliği, eskiydi ve yasak gereği ne kapısı ne penceresi bir Müslüman evine bakıyordu. Zulal, iki porselen tabak, sapı balina kemiği, üzeri zümrüt işlemeli iki kaşık ve Kayserili bir ustanın elinden çıktığı her halinden belli bir bıçakla döndü.
Cemalettin, yemekten sonra da susmasını bilmedi, kim iki kelime edecek olursa, söze karıştı, bir şey istedi, ya da bir şey anlattı. Gece bitince hepimiz nefes aldık.
Ben Balat’tan aşağı indim, Haliç kıyısında yürüdüm, ıslık çaldım. Bir de baktım Abdullah Cevdet! Dalgın dalgın yürüyor. Hemen pullarımı ilikledim. Bir şiirini Hiç’i ezbere bilirdim. Bazen tarih konuşurduk, felsefe konuşurduk, şiir konuşurduk. Samsat’ı çok severdi. Fırat’ı severdi. Ha Kahire ha Samsat derdi. Olanları anlattım, efkârlandı. Tulumla şarap satan biri vardı, ona şöyle bir seslendim. Geldi. Sonra yanımıza İsmail Safa geldi. İsmail’in iki derdi vardı. İlki, şiir yazmak istiyordu ama kimse şiirlerini beğenmiyordu. Zaten hatır için şiirleri dergide basılıyordu. İkinci derdi oğluydu: “Peyami’nin kafası küçük, acaba zekâ özürlü mü” diye korkuyordu. Abdullah Cevdet, Peyami’yi seviyordu, kucağında sünnet olmuştu. İsmail, anne tarafını Akşemseddin’e bağlıyordu. Böylece Cevdet’in Kürt damarını kabartıyordu. Derdi aslında bir şeyler içmekti. Kadehi kaldırdık, dedik, “bu gece tulumu kösele yapacağız.”

Abdullah Cevdet, biraz içtikten sonra ve benim Cemalettin’le ilgili yorumlarımı sindirdikten sonra “Türkiya, Türkiya” dedi ve hiç birimizin anlamadığı “âdemi merkeziyetçilikten” söz etti. Sonra “bu fikrimi Prens Sabahattin üzerinden yayıyorum” dedi. Neydi bu, bilmiyorduk. Bu bizim kıt aklımızla yalnızca devletin küçülmesi, yerel yönetimlerin güçlenmesiydi. Yerel dediği beylik gibi bir şey değildi. Cevdet’e göre devlet ve adamları zengin, halk yoksulsa, buradan iyi bir şey çıkmazdı ve sonuç kanlı olurdu: Zenginler, yoksulları birbirine düşürür, kendileri, rekabet ederdi… Rekabette, başarıyı artırmazdı.

O gece içtik, sızdık. Bir ay kadar sonra bir baktım, bir ulak, dedi, “Cemalettin hazretleri seni çağırıyor.” Bir de iki adımlık yer olmasına rağmen faytonunu göndermiş. İnce biriydi. Kırmadım, gittim. Cemalettin’in evine vardığımda üç kişi daha oturuyordu: Filip Efendi, Mehmet Akif ve Mehmet Emin. Son ikisi şairdi. Cemalettin’e şiirlerini okuyorlardı. Ben Mehmet Emin’in babasını tanıyordum; babası, yedi çifte bir balıkçı kayığının reisi Salih’ti, ondan habersiz tek kayık bile açılamazdı. Sonradan icat edilen ve devletin mahalledeki eli ve kolu mafya tarihi anlatılırsa Salih’e değinmeden yazılacak İstanbul kitabı eksiktir. Ermeni ve Rum balıkçılar ondan çok çektiler. Bir tek Kürdo denilen bir Maraşlıdan korkardı. Kürdo da Kürdoydu hani. Babası Ermeni, anası Kürt’tü. Eline havlu dolar, çivi çakardı. Kasap Nusret’i bir eliyle boğazından tutup şöyle bir havaya kaldırması Balat’ın dilindeydi.
Mehmet Emin ise babasına çekmemişti. Tek derdi Cemalettin’di. Cemalettin’i kendine tek pir gibi görmesine rağmen Cemalettin, Akif’le daha yakındı, daha çok seviyordu. İki de bir elini tutuyor, bir mesele anlatınca “değil mi Akif” deyip fikrini soruyordu. Ayrıca Akif’in verdiği yanıtları da destekliyordu, sürekli, babasının ölümünden duyduğu üzüntüyü de dile getiriyordu. “Baban” diyordu, “ulaşamadım cenazesine, büyük adamdı, büyük hayır yaptı, evlenmeyecekti ama ulemadan Derviş Efendi’nin dul karısıyla evlenerek büyük dua aldı; sen bize hem Tahir Efendi’nin hem Derviş Efendi’nin emanetinin emanetisin…” Akif, bu sözle bir yanda gurur duyuyor, diğer yandan yere bakıp kederleniyordu. “Şiirde keder” diye bir şey varsa bu, yere bakma olmalıydı.

Cemalettin konuşkan biri olmasına rağmen herkesi can kulağıyla dinliyordu ve bir kişi de gelenlerin adlarını yazıyor, bir sorunları varsa kayıt altına alıyordu. İşin tuhafı, gelenlerin çoğu mutlaka birini şikâyet ediyordu ve Cemalettin, bu şikâyetleri sultanla görüştüğünde dile getiriyordu. Cemalettin cömertti. Gelenleri türlü ikramlara boğuyordu. Şekerler, kahveler eksik olmuyordu ve herkese mutlaka soruyordu, aç mısınız? Değirmenin suyu da dört bir yandan akıyordu. Saray, iyi maaş veriyordu, gelenler de hediyesiz gelmiyorlardı. Cemalettin eve gelenlere ayrı bir önem veriyordu, onlarla kapıya kadar geliyor, iki parmağını avuçlarına bastırarak selamlaşıyor, sonra ayrılıyordu.

Cemalettin, Filip Efendi’ye de ayrı bir önem veriyordu. Filip Efendi’nin Tarik isminde bir gazetesi vardı. Cemalettin’le eski bir hukukları vardı; dosttular. Filip Efendi, Diyarbakır’da malını mülkünü satmış, her bir şeyini çıkardığı gazetelere vermişti. Yaşlanmıştı. İki şeye inanıyordu, biri eşitlik, ikincisi batıyla temastı. İki sözünden biri adalet ise diğeri hürriyetti. Bu iki sözle göğsü kabarıyor, eliyle, dudaklarına değen bıyıklarını düzeltiyordu. Ona göre hürriyet, fikirlere saygıydı; bu yüzden gazeteler fikirlerin dolaştığı yerlerdir. Kimine göre Filip Efendi, düpedüz para peşindeydi, derdi fikir değildi; derdi, hangi fikrin kaç para edeceğiydi. Bu yüzden Muhbir’i çıkartmıştı ama Muhbir, Suavi’nin yazıları yüzünden kapatılmıştı. Mehmet Emin ve Mehmet Akif’in merak ettikleri Suavi ve Namık Kemal’in kavgasıydı. Edebiyatı güzel yapan kavgalardı; bu kavgalarla fikirleri, şiirlerine biçim verirdi. Filip Efendi, ilk başta, ikisinin dost olduğuna inandığını söyledi. “Hatta” dedi, “Suavi’ye Tasvir’i Efkâr’da arka çıkan Namık Kemal’di.” Ekledi, “ikisi aynı gemiyle, aynı yerlere rüşvet vererek Kastamonu üzerinden Marsilya, sonra Londra’ya geçtiler.” “Hatta” dedi ikinci sefer, Kastamonu’da aynı kişiye rüşvet verdiler. Afgani, çenesini öne eğerek ve büyük bir merakla, “nerden biliyorsun” dediğinde “para benim cebimden çıktı” dedi, güldük…

Bu kısım iki genç şairi etkiledi. Bunu fark eden Filip Efendi, “Suavi, 13 Regent Stret’te otururken, ikisinin yedikleri bile ayrı gitmezdi” dedi. Afgani “adrese kadar aklında” deyince Filip Efendi, “kirayı ben veriyordum” dedi, yine güldük, sonra ekledi, “localarımız ayrı, fikirlerimiz aynıydı; hepimiz o zaman hürriyet diyorduk, eşitlik diyorduk, adalet diyorduk, kime ne mahfillerde kimin ne konuştuğu…”

Mehmet Akif, sonra ne oldu diye sorunca Filip Efendi, kısa konuştu: “Suavi âşık oldu, Marie’yi sevdi. Dostları hiç bunu anlamadı. Onlara göre Müslüman, Hıristiyan biriyle evlendiğinde, kadın, adını değiştirmeli ve Müslüman olmalıydı. Bunu yapmayınca Suavi’ye hain diyenler mi, ajan diyenler mi, kâfir diyenler mi? Çıktı da çıktı. Namık şiirler yazdı, neymiş ‘Suavi dedikleri o küçük adam, anı adam sandık, o damı cüdan, Paris’te oturmuş, yanında madam, aman yalnız kaldık Mustafa Paşam.’ Şimdi bu şiir mi? Suvavi gururluydu, hakkında böyle konuşan birini yanıtsız bırakamazdı, aşkına sahip çıktı: ‘Ben zina etmem, nikâh kıyarım’ dedi. Bu bir, ikincisi bana göre Suavi’nin Muhit’te, Namık Kemal’e yazı yazdırmamasıydı, onu coşkulu ama cahil biri olarak görüyordu. Haklıydı. Namık Kemal ve Şinasi’nin şiirlerini elimle kitapçıya bırakırdım, bir hafta, bir ay, kimse okumazdı. Bardağı taşıran damla Fazıl Paşa’nın elinde olan, Hafız Osman’ın hattıyla yazılan Kuran’dı. Mösyo Fanton’un bastırdığı. Suavi bir yazı yazdı, yalvardım, yapma, etme dedim ama dinletemedim; dedi, ‘bu kitabın mürekkebinin içinde domuz yağı vardır.’ Zaten Fanton’u sevmezdi, Osmanlı lehine yayın yapan biriydi, tek derdi Bağdat Demiryolu ihalesiydi. Aldı, alacaktı.”

Filip Efendi’nin konuşmasını Afgani kesti. “Suavi” dedi, “mert adamdı, vatan değil, millet diyendi; Türk onun mürekkebinde ve kalbinde atardı, Türkistan derdi, göğsü kabarırdı ve ona göre Türk, edip ve nazikti…”

Filip Efendi, iri kıyım gövdesi altında, gür bıyıklarını büktü; daha bu sabah, bıyıklarını badem yağıyla dikleştirmiş, sonra da burmuştu, ağdalı bir ses tonuyla, “aynen” dedi ama bir şey ekledi, dedi, “İyiydi hoştu ama Gazali, Tusi, Zamaşeri gibi Arapları da Türk yapmak için çırpındı, baktı olacağı yok, şunu söyledi, dedi, bunlar Türklerin himayesi altında anca eser verebildiler.”
Cemalettin, bu ince alayı anladı, “ama” dedi, “Suavi millet fikrini illeri sürdü, şimdi, herkes millet diyorsa onun sayesindedir.” Filip Efendi sessiz kaldı. Cemalettin, Suavi’yle anılarını anlattı. Üzerinde çalıştığı, Sultan’ın da “acele et” dediği “Şii- Sünni Yakınlaşmasının Yolları” konulu raporu bitirmek üzere olduğunu, rapordan dolayı Suavi’den de istifade ettiğini söyledi. “Amacım” dedi sonra, “bu yaşıma gelmişim İslam Birliği’dir.”

Kimse Cemalettin’e itiraz etmedi. Akif ve Emin, yeni yazdıkları şiirleri belki bir daha okur diye elden verdiler. Cemalettin ikisine de “iyi” dedi ama bir ama’sı vardı, “şuur yok, bu olmayınca denge tutmuyor sözleriniz” demeden edemedi. Akif, başını eğdi. Emin, “olacak” dedi. Akif, “mektep bitiyor” dedi, “seneye daha iyi şiirler yazacağım.” Cemalettin “elbette, yaz” dedi.
Akif defterini çıkarttı, Cemalettin’e yazdığı bir şiirden iki mısra okumak istedi ama utandı, “kalabalık beğenmezse” dedi. Şiir şöyleydi: “Çıkıp gönderelim hâsılı şeyhim yer, yer; oradan Âlemi İslam’a Cemaleddin’ler.”

Cemalettin gururlandı, yan tarafında duran bir kitabın arasından bir fotoğraf çıkarttı, Akif’e uzattı. Akif, kim bu deyince Cemalettin, “iyi bak” dedi, “bu fotoğraf sende kalsın, bu bizim Abduh’tür, beni sürdürecek olandır.”

Akif, fotoğrafı aldı; baktı, sonra cüzdanına koydu.” Cemalettin, gözüyle “tamam” dedi, güldü. Buna, Mehmet Emin sitem etti ama belli etmedi.
Ben öyle kalakaldım, niye buradaydım… Müsaade isteyip kalkacağım sıra Cemalettin “dur” dedi, “sen tanıksın, bekle, sen neler neler göreceksin…”
Eve giderken bizim çilek bahçesinden geçtim. Bir çilek kopardım. Tadı acı. O gece bir türlü uyuyamadım. Gözümde bir sürü katliam belirdi; darağaçları, çuvallara konulup denize atılan adamlar ve daha bir sürü bela…

Sabah rüyalarımı yorumlatmak için Cemalettin’e gittim, beni dinlemedi. Tevfik Fikret’e gittim. Milli milli uyanışlardan söz ettim. Elime atların toynaklarıyla parçalanmış bir taş aldım, bir kayaya şunu yazdım: Herkes milli milli uyanırsa, insanlar gömülecek diri diri…

Cemalettin, 1897’de ölüp, Maçka’daki Şeyhler mezarlığına gömülünce derin bir nefes aldım, rahatladığımı sandım ama beteri oldu, mahallede bir efsane, diyor geceleri mezarlıkta bir ışık yükseliyor ve ışığı imanı olanlar görebiliyor…

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.