Çocukluğumdan bu yana, şehirlerin kalbinde atan o meydanlar ve caddeler beni hep büyülemiştir. Gittiğim yerlerin meydanları ve caddeleriyle özel bir bağ kurarım ve beni mutlaka çağırırlar. Barselona’nın Catalunya Meydanı’ndan diğer bir meydan olan Mirodor de Colom’a kadar akan Rambla Caddesi böyle çağırdı beni ve kalabalığa karışanlardan biri oldum hemen. Catalunya Meydanı’nın sıcağı, insan kalabalığını Rambla Caddesi’ne dökmüştü. Meydandaki güvercinler bile süs havuzunun çevresindeki çimenlerin üstüne serilip toprağın serinliğini çekiyorlardı bedenlerine. Yanlarından geçenler, rahatsız etmemek için çevrelerinden dolanıyordu. Meydan, Rambla Caddesi’nin başladığı yerde bitiyor. Rambla’nın başladığı Plaça de Catalunya(Katalonya Meydanı)’daki çeşme ve heykellerin bir kısmı bu geniş caddenin de sınırı.
Rambla Caddesi’nde yayalara ayrılan bölge oldukça geniş. Yaya bölgesinin iki yanında, gidiş ve geliş olmak üzere tek şeritlik yol bulunuyor. Her iki yolun iç tarafında kalan alanda ise göğe doğru yükselen ağaçlar var. Catalunya Meydanı yerden yükselen bunaltıcı sıcağa rağmen oldukça serin ve bu serinlik insanların burayı seçmesinde ana etken. Eskiden bir dere yatağıyken çakıl dökülen yolun şimdi düz ve renkli taşlarla döşenmiş olması caddeye görsel bir zenginlik katıyor. Caddede, üzerindeki dört şamdanlı sokak lambasının alt gövdesinde 19. yüzyıldan kalma bir çeşme hemen dikkat çekiyor. Yeterince sıcak olan yaz aylarında serinlemek ve susuzluğu gidermek için bulunmaz bir kaynak. Font de Canalettes adındaki bu çeşmenin, deli dolu akan bir ırmağın düze inip durgunlaşması gibi ele avuca değmesi âdeta bir terapi. Günün mükâfatı ise elini yüzünü yıkamak isteyenlerle şişelerini dolduranların aynı karede olmasıdır.
Caddenin Colom Meydanı’na kadar uzanan yaya bölgesi; sokak sanatçıları, ressamlar, hokkabazlar, falcılar, dilenci ve dolandırıcılarla dolu. Catalunya Meydanı’nın her köşesinde rastlayabileceğiniz heykeller, bu caddede yerini canlı heykellere bırakıyor. Çünkü dönemine damga vuran şahsiyetlerin kostüm, makyaj ve aksesuarlarının kandırmaca gösterişinin piyasası oluşmuştur. Bir nevi sosyal dilencilik… Dolayısıyla adım başı bir kahramanla karşılaşmak mümkün. Bir roman karakteri, bir filmden fırlamış kahraman ya da tarihsel bir şahsiyet olabilir bu. Alanın kalabalığını, her iki taraftaki çeşitli mağazalar, marketler, kültürel kurumlar ile kafe ve restaurantlarda müşteri olan farklı milletlerden insanlar tamamlar. Renkli ve evrensel bir görüntünün fotoğrafıyla buluşunca beyin ister istemez bu anı kaydediyor. Sesler, farklı diller, kahkahalar birden tek ses oluyor.
Caddede öyle bir hareketlilik var ki anlatmak zor. Kalabalıktan her geri çekilenin bıraktığı boşluk, saniye hesabıyla dolduruluyor. Hâliyle sürüp giden bir devinim var. Olup biteni izlerken bir şarkıya eşlik eden ritmik el çırpmaları duydum. İster istemez dikkatim kalabalığın olduğu yöne kaydı. Geniş bir çember oluşturulmuş, ortalarında duran gençten biri gitarı kendine adapte etmeyi başarmanın gururuyla dokunuyor tellerine. Görüş mesafem kalabalığı yarıyor âdeta. Çok da uzağında olmadığımı anlıyorum böylece. Göbeği açık bırakan, göğüs dekolteli, uzun yöresel kıyafeti içinde ince vücut hatlarına sahip dansçı bir kadın görüyorum. Uzun eteğinin kenarları fırfırlı oval kesimi bacak dekoltesini oluşturuyor. Flamenko yapan dansçı kadının yüz ifadesi sert. Elbisesinin kırmızılığı göz çevresindeki kırmızı makyajıyla bütünleşmiş. Bakışlarına keskinlik katıyor makyajı. Gitar dışında adını bilmediğim yöresel müzik enstrümanları eşliğindeki ezgiler, onun dansıyla daha bir anlam kazanıyor.
Ezgiler, farklı anlamlara dönüşüyor zihnimde. Bir bellek dönüşümü yaşıyorum sanki. Bir fotoğrafa bakarken bir zamana bakıyormuşum gibi. Kendini müzik ve dans yoluyla ifade eden bir halkın mücadelesini izliyor hissine kapılıyorum. Ancak izleyenleri farklı, oyuncuları farklı… Çemberin içi ve dışı gibi… Enstrümanlardan yayılan keskin vuruşlar, her vuruşta yakalanan ritim ve doğaçlamayla gelen ifadeler, bir protesto eylemindeymişim duygusunu yaşatıyor. Gitarist ve ona eşlik eden diğer müzisyenler, parmaklarını öyle bir dokunduruyorlar ki dansçının ellerini havada birleştirip, göbek ve ardından kalça hareketindeki sertlik, son olarak ayaklarını yere vurmasıyla çıkan ses, başını geriye attığı andaki vücut hareketi, büyük bir isyanın hamleleri gibi yansıyor.
Aynı anda biri daha çocuk yaşta diyebileceğim iki kişi, çemberi çevreleyen insanlara kadar olan sınırı yırtmak istercesine ileri ve geri çekilme hareketleriyle dans figürlerini tamamlıyorlar. Savaşın ileri hamlesinin geri çekilişlerinde güç toplamayı anlatır gibi. Bu esnada kadın, biraz daha geri plana çekilip vücut hatlarında müziğin keskinliğini yansıttığı figürlerini yumuşatıyor. Biraz nefes aldığımı hissediyorum ben de. Tam o anda çemberin dışından ıslık ve alkış eşliğinde tezahürat kopuyor. Dansçı gençlerden küçük olanı, ters dönerek başının üstünde dönüyor. El ve ayak vuruşlarıyla kadın onun dansını tamamlıyor. Aynı gencin çemberin dışını kontrol eden başının iniş ve çıkışları, vücudunun ritmindeki ahengi de düzenliyor. Aslında sadece genç dansçılar değil, müzisyenler de bu zincirde. Böylece aralarındaki doğaçlamalarla çemberin dışındaki ilgi ve isteği kontrol altında tutuyorlar. Dikkatleri kendilerine çekmenin her hâlini biliyor ve yaşıyorlar. Yaşları, cinsiyetleri ve ırkları ne olursa olsun, aynı ritimde ayrı duygular yakalanarak, bedenleriyle farklılıklarını sergiliyorlar. Her farklılık bir ırk, başka bir cinsiyet… Kalabalığın dışında olan ben, bu çemberden kendimi alamıyorum. Çemberin içindekiler ve dışında kalan ben. Aslında tüm hayatımın özeti bu çember, diyorum kendi kendime.
Uğultunun akışında ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Zihnimde yankılanan ritmi, parmaklarım direksiyonun üstünde dans ederek karşılıyor. Caddenin çekiciliğinde kayboluşum, kırmızı ışıkta bekleme zamanı kadar akıcıydı. Arkamdaki aracın korna sesiyle kendime geldiğimde hareket etmeyi akıl edebilmiştim. Bu sokakta bir park yeri bulmak mucize olurdu zaten. İşte gerçeğe dönüş. Caddedeki trafiğin tek nedeni de bu olmalı, diye düşünüyorum. Çünkü buradaki canlılığın çekimine hiçbir sürücü kayıtsız kalamaz. Bu çekimin sürüklenişini cama vurulan iki tık tıkla, bir “Bonjour” sesi bozuyor. Zaten ilerlemeyen arabamın frenine basıyorum mecburen. Hemen yan tarafımda bana bakan, o keskin mavi gözlerle buluşuyor gözlerim. “Bonjour” seslenişi, yabancılığımı unutturuyor. Az önceki dansa eşlik eden isyan duygum yerini barışa bırakmış gibi. İçim ısınıyor birden. Biraz da şaşırıyorum. Her yerden gelen insanlar gibi ben de hep İngilizceyle karşılanmıştım bu turistik yerde. Fransızca bir ses duymak iyi geliyor önce. Sonra şaşkınlığım katlanıyor. Fransızca bildiğimi nereden biliyor, diyorum içimden, gülümseyerek. Bir şey söylememe gerek kalmadan avucunda bildiğimin üstünde büyüklükte dört puroyu gösteriyor. Kafamla ‘yok’ işareti yapıyorum. Yüzünde eksik olmayan gülümseme hâli yerini kahkahaya bırakıyor aniden. “Anladım seni,” diyor Fransızca. Sonra onları sol avucunun içinde topluyor. Sağ eliyle de yana kaydırıyor. Altta şeffaf minik torbaları gösteriyor. “Yok,” diyorum yine. Arabamın önüne geçerek plakamı gösteriyor. Bana inanmadığını kanıtlamak istiyor sanki. “Belçika’dan gelip, yok diyeceksin ha!” diyor, kahkaha ile karışık yüksek ses tonuyla. Kulaklarımda kahkahası kalıyor. O anda Fransızca konuşmasının nedenini anlamış olmamın burukluğu çarpıyor yüzüme. İçimdeki sıcaklık caddenin gürültüsüne karışıyor tekrar. Nihayet arabayı park edecek bir yer bulup caddeye dıştan dâhil oluşumu sonlandırıyorum. İçeridekilerden biri oluyorum.
Cadde müzik yapan insanlar ve onları izleyenlerle dolu. Farklı yerlerde farklı ezgiler, farklı danslar. Kalabalığa yaklaştıkça müziğin sesini daha iyi duyabildim. Ancak pek bir şey göremiyordum. Ayak parmaklarımın ucuna abandım güçlükle de olsa… Sokak sanatçılarının şovlarını ancak görebildim. Tanıklık ettiğimle hissettiğim aynı değildi. Yine de dikkatimi onları daha iyi görebileceğim bir yer aramaya verdim. Dansın ruhu ile şekillenmiş hâlinde gezerken, bir yandan da zihnimde beliren ritme eşlik etmekten alıkoyamıyordum kendimi. Sonunda, onları rahatça görmemi engelleyenlerin çemberini yarabildim. Bir ânın tanığı olabildim böylece.
Ölümünden on yıl sonra patlak veren İspanya iç savaşı sırasında Sagrada Família’daki atölyesi ve bu saldırıda birçok çizimi, maketi, çalışması yok edilen Antoni Gaudí düştü aklıma. Modernizmin temsilcisi Katalon mimarın rengârenk mozaik ağırlıklı çalıştığı binalar gözümün gördüğü her alanda var. Casa Batlló’da gördüğüm peribacaları tarzı eserlerinde kullandığı civit mavisinin gökyüzüne doğru yükselişinde beyaza dönüşmesinin büyüsü beni en etkileyen yandı. Park Güell’in ihtişamı, hafızamı boşaltıyordu resmen ve hafızam bir mekâna yerleşiyordu. Oranın hikâyesine dâhil olmuştum bu kez. Geçmişimin derinliklerinden beni çağıran bir sesi, bir duyguyu yakalamak üzereymişim gibi. Oysa ben bıyıklarının kıvrımı yanaklarından yukarıya doğru bilincime akan, hayallerimi çoğaltan bir siluetin varlığını çok rahat hissedebiliyordum. Lorca da oradaydı, hemen yanıbaşında ve elinden tutuyor; Endülüs geleneğinden, bir halk şarkısının ezgisine tutunmuş, flamenko figüründe ölüme direniyordu. Faşizmin öldürdükleri… Faşizmin özgür düşünce ve sanata karşı saldırısının sembolü olanlarla yüz yüze geldiğim ândı.
Walter Benjamin de tam karşımdaydı, altın renkli kostümüyle. Gerçekler karşısında çöküntü yaşıyordum. Fransa’da sürgünken Nazilere teslim edilme ihtimaliyle karşı karşıya kalan ve İspanya sınırını geçmek üzereyken yakalanıp bir otel odasına kapatılan ve intihar eden o büyük filozof, estetik kuramcısı Benjamin. “Bu mavi günler ve çocukluğumun güneşi…” diyen halk şairi Antonio Machado da sürgüne gönderildiği Fransa sınırında yerleştiği küçücük bir köyde yaşam savaşını kaybeder. Miguel Hernández, Rafael Alberti, María Teresa León, Luis Cernuda, Joan Miró, Luis Buñuel… daha niceleri. Her biri yalnızca bir şehrin trajedisini değil, tüm insanlığın savaş karşısındaki evrensel acısını dile dönüştüren Guernica’da bir kare şimdi.
Barselona’daki iki meydan ve onları buluşturan bir caddeden tarihe uzanıp, kendi içimdeki tarihle buluştum. Bu nedenle seviyorum meydanları ve caddeleri. Beni, benimle buluşturduğu gibi beni oradaki doku ve geçmişle de buluşturur. Faşizmin ve diktatörlüğün kavurduğu bir ülkenin sonraki döneminde değerleri ile yaşamımıza çok şey katan insanları, kalabalığın ve sesin içine almam sadece bir görüntüyü eşitleme duygusuydu. Pasajlarda ne der Walter Benjamin: “Bu mekânlardaki yaşam, tıpkı rüyalarda olup bitenler gibi, herhangi bir vurgudan yoksun akıp gider. Yaya dolaşmak, bu uyuklamanın ritmidir.” O ritmin dışında yaya dolaşıp, kalabalığın içinde farklı sesler duydum. Seslerin sahiplerine selam verdim bir kez daha.