Cezaevlerindeki ağır hak ihlalleri uzun yıllardır sıkça konuşulur. Fakat feminist politika bize 100 yılı aşkın süredir şunu öğretti: O ağır gündemlerin arasında en konuşulmaz sanılan görünmez meselelerin bile konuşulması gerektiğini. Yani gündelik olanın da politik olduğunu, “özel olan politiktir” gibi… Bugün cezaevlerinde yaşanan gündelik sorunları konuşur hale gelmemiz de bu feminist politik bakışın bir örneği.
Büyük hak ihlalleri kadar, gündelik hayatın, bakım emeğinin, kişisel hijyenin ve “küçük” detayların bile cezaevinde politikleştiği bir gerçek.
Bu nedenle gazeteci Elif Akgül ile cezaevlerinde kadın olmayı, feminist politikaya ne denli ihtiyaç duyulduğunu, ağır ihlallerin değil, gündelik hayatın en “basit” görünen detayları üzerinden konuştuk.
Gazeteci Elif Akgül, Halkların Demokratik Kongresi (HDK) soruşturması kapsamında 18 Şubat’ta gözaltına alındıktan sonra 21 Şubat’ta tutuklanarak Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’ne gönderildi. 101 gün tutuklu kalan Elif Akgül, 2 Haziran’da tahliye edildi.

(Elif Akgül, 2 Haziran’da tahliye edildiği gün cezaevi çıkışında.)
Gözaltı gerekçesi, 14 yıl önce katıldığı HDK’nin kuruluş kongresi ve genel meclis üyeliği oldu. Ancak yargılama sürecinde, mesleki faaliyetleri ve editörlerle yaptığı bilgi içerikli telefon konuşmaları da suçlama konusu olarak dosyada yer aldı. Elif Akgül’ün aktardığına göre, gezi protestoları, açlık grevleri, 1 Mayıs ve Newroz gibi toplumsal olaylar sırasında editörlere aktardığı “Nereye ne kadar gaz sıkıldı, kaç kişi gözaltına alındı, hastaneye kaldırılanlar var” gibi sahadan haber notları suçlama konusu yapıldı.
Elif Akgül tutuklu bulunurken velvele’ye yazdığı “Cezaevine düşerseniz yanınıza almanız gereken üç şey” başlıklı yazısıyla cezaevinde kadın olmanın gündelik hayat üzerinden nasıl politik bir deneyime dönüştüğünü, kadınların bakım emeğiyle, hijyen ihtiyacıyla ve özel-kamusal alan ayrımının ortadan kalktığı koşulları anlatmıştı.
Tahliye olmasının ardından Elif Akgül İLKE TV’ye konuştu. Her deneyimin biricik ve önemli olduğunun altını çizerek bu söyleşimizde cezaevinde kadın olmayı Elif Akgül’ün deneyimleri üzerinden konuştuk.
‘Cezaevi, sizi ev içine hapseden bir düzene sokuyor’
Cezaevlerinin yatak, masa ve sandalyeyle sınırlandırılmış gündelik düzeni, aslında bir yandan da kadınlara toplumsal cinsiyet rolleri dayatan bir mekanizmanın parçası oluyor.
Elif Akgül, cezaevindeki gündelikliği şöyle anlatıyor:
“Gündelik hayat, çok fazla domestikti diyebilirim. Yani aslında benim cezaevi öncesi hayatımda hep kaçınmak istediğim türden bir gündeliklik… Eğer politik bir perspektifiniz yoksa, hayatınızın bir parçası haline gelmemişse; okumak, yazmak, tartışmak gibi bir kültürünüz ya da hobi alışkanlığınız yoksa, cezaevi sizi ev içine hapseden bir düzen.
Mesela koltuk yok. Çünkü koltuğa oturmanızı istemiyorlar, birlikte zaman geçirmenizi istenmiyor. Masa var, sandalye var. Ama onlar da yemek için. Odalarda sadece yataklar var. Yani cezaevi yatma yeri bu anlamda.
Sürekli bir işin olduğu bir yer. Temizlik kısmında. Çamaşır yıkamanız gerekiyor, bulaşık yıkamanız gerekiyor. Orası bakımı zor bir yer. O yüzden sürekli ev içi bir bakım yürütmeniz gerekiyor. Kaç kişi olduğunuzdan bağımsız. Rutubet, böcek, nem…Zaten bunu zorunlu kılıyor. Bu yüzden gerçekten baktığında sabah kalkıyorsun, kahvaltı yapıyorsun, bulaşık yıkıyorsun. Sonra öğlen geliyor, tekrar bulaşık. Akşam tekrar. Arada bir kitap okuyabilirsen ne ala… Yoksa gün, ev içi döngüde kayboluyor. Bu şekilde kurgulanmış bir şey ve bu döngünün dışına çıkmak gerçekten irade istiyor.”
Kıllarını alabilirsin, ama menstrual kap yok
Cezaevinde bakım emeği sadece alan temizliğinden ibaret değil. Bir süre sonra sıra kendi bedenine geliyor.
Kişisel bakımı konuşuyoruz:
“Öz bakım açısından mesela cezaevinde bir kuaför vardı, mesleği kuaför olan mahpuslar hizmet veriyordu. Bizde Nur vardı. Nur tahliye oldu ve o tahliye olduktan sonra bir daha kuaföre gidemedik.
Ağda, tüy dökme, jilet gibi ürünlere erişim vardı ama cilt bakım ürünleri gibi kişisel tercihler için herhangi bir seçeneğiniz yoktu. Bu aslında politik olarak konuşmadığımız ama aslında biz biz yapan bir gündelik işlerimizden bir tanesi. Yani kendimize nasıl bakacağımız konusu ve bunun için seçeneklerimizin olması.
Hijyenik ped konusu ise biraz daha karışık. CİSST’le yapılan protokol kapsamında cezaevlerine ped temini ücretsiz olması gerekirken, böyle değildi. Ben müşahede koğuşundayken regli olduğumda ped verildi ücretini sonra senden düşeriz dediler tabi düşülmedi. Ücretsiz almış oldum bir noktada ama sonrasında arkadaşlarım ped satın aldı. Tampon veya menstrual kap gibi alternatiflere ise zaten erişim söz konusu değil.”
Elif Akgül’ün anlattığına göre, kadınlara kıllarını almaları için yeterince çeşitli imkanlar sunuluyor.
Peki bu durum aynı zamanda kıllarını zaten alman gerektiğine dair dayatmayla ilişkili olabilir mi? Çünkü senin kıllı olmanı istemiyor. Cezaevindeki kadınlara birtakım sınırlar açılıyor; ancak bunu yaparken, kendi bedeninle ilgili yapabileceklerinin sınırlarını da kendi isteğine göre belirliyor. Örneğin, regl olduğunda akan kanının hijyenini hangi yöntemle sağlaman gerektiğini de sana o söylüyor.
Kafa karışıklığı olmasın. Kim bu “kendi istediklerini yaptıran” kişi? Cezaevi müdürü mü, infaz koruma memuru mu, savcı mı, polis mi, yoksa cezaevine sevkiyat sağlayan ped satıcısı mı?
Cevap: Patriyarka : )
Bu durum son zamanlardaki sezeryan gündemine de benziyor. Mesela patriyarka sezaryen doğumu da menstrual kap kullanmayı da sevmiyor.
Oysa Elif Akgül’ün yazısında da bahsettiği menstrual kap meselesi önemli.
“İlk çıkışında zaten en dezavantajlı kız çocukları için üretilmiş olan menstrual kaplar, burada hem hijyen hem de maliyet açısından çok daha uygun bir seçenek olabilirdi. Ama menstrual kap satışlarını daha kozmetik dükkanlarına bile sokamamışken, Çiğdem Mater’in tampon talebine “Türk kadını tampon kullanmaz.” cevabı vermiş muhataplara, menstrual kabı nasıl anlatabiliriz?”
Bu nedenle, cezaevinde kadın olmaya dair deneyim sadece fiziksel koşullardan ibaret değil. Elif Akgül bu durumu şöyle açıklıyor:
“Patriarkal düzende bir kadından beklenen toplumsal cinsiyet rolleri ne ise cezaevinde de sizden o bekleniyor.”

(İllüstrasyon: Denise Lackner)
Çamaşır makinesi de feminist bir taleptir
Bir yandan, cezaevi denince ilk akla gelendir hak ihlalleri. Ama “büyük büyük” ihlallere odaklanırken, gündelik hayatın içindeki “küçük ve önemsiz” gibi görünen detayları kaçırabiliyoruz belki de. Feminist hareket ise burada imdadımıza yetişerek, gündelik hayatın içindeki o politikliği bize hemen hatırlatıyor. Elif’in de hatırlattığı gibi: Şampuan, menstrual kap ve çamaşır makinesi… Küçük görünen bu detaylar hem çok kişisel hem de yapısal bir politik zemine oturuyor.

(İllüstrasyon: Marzieh Sadeghi)
Konuşmaya devam ediyoruz. Elif Akgül, gündelik hayatın görünmeyen emeklerini şöyle anlatıyor:
“Bizim ‘ufak konforlar’ dediğimiz şeyler, kadın mücadelesi açısından çok kritik bir noktada. Çamaşır makinesi bunun örneğiydi. Görünüşte çok lüks. Annelerimiz zaten elde yıkıyordu, evet. Ama elde yıkadıkları için zaten kamusal hayata katılımları daha azdı ya da hiç yoktu. Çünkü bu, inanılmaz bir emek gücü… İnanılmaz bir görünmeyen emek. Ve inanılmaz vakit alan, efor sarf ettiren bir şey. Ücretsiz emek zaten. Sürekli bunu yaptığınızda, sonrasında çıkıp da ‘şu toplantıya katılayım, şu siyaseti yapayım, şu okula gideyim, ekstra şu kursa gideyim’ diyemezsiniz. Buna gücünüz kalmıyor. Fiziksel bir güçten bahsediyorum. Kalmıyor, yoruluyorsunuz yani.
Çamaşır makinesi çok basit bir şey ama bu yükü ortadan kaldırıyor. Mesela dışarıdaki hayatta ben çamaşır asmaya bile üşenen bir insanım. Kurutma makinesine atıyorum, sonra da yatağın üstüne. Çünkü katlamak bile bana vakit kaybı gibi geliyor. Onunla uğraşacağım vakitte başka güzel bir şey yapabilirim. Kitap okuyabilirim, film izleyebilirim, arkadaşlarımla buluşabilirim, bir yere gidebilirim, çalışabilirim… Bunların hepsini yapabilirim. Ama burada bunların tercihinin kalmadığı bir noktadan bahsediyoruz.
Kişisel hijyenin için, hasta olmamak için, en basitinden bununla (çamaşırla) uğraşmak zorundasın. Bu bir mecburiyet hali. Şu an Bakırköy Cezaevi’nde bir çamaşır makinesine erişim imkanı var ama satın almanız koşuluyla. Biz koğuşa 18 bin liraya aldık mesela. Bu, özellikle adli koğuşlarda çok daha zor karşılanabilecek bir şey. Herkeste var mı bilmiyorum ama benim bildiğim sadece 1-2 koğuşta var.
Cezaevi yönetimi bu konuda şöyle bir uygulama yapıyormuş: Önceden, koğuşun ayda iki defa çamaşır ya da çarşaf yıkatmasına izin veriliyormuş. Sonra bu hak ayda bire indirilmiş. Bunu daha önce Bakırköy’de kalan arkadaşlardan öğrenmiştim.”
Leğen de maşrapa da önemli

(İllüstrasyon: Velvele)
Dışarıda satın alması da satın alırken karar vermesi de çok basit olan eşyaların, cezaevinde nasıl ortak kararlarla hatta toplantılarla belirlendiğini anlatıyor Elif Akgül:
“Bizim ilk zamanlar sürekli işleyiş üzerinden geçti. Ama bu işleyiş ne? Toplantı yapıyoruz: Kaç leğen lazım? Çay nasıl demlenecek, ne kadar demlenecek? Toplantının konusu bile bu. Tabii ki siyaset de konuşuyorsun, başka şeyler de konuşuyorsun ama çok uzun süre leğeni konuştuk mesela. ‘Leğen ne kadar önemliymiş’ falan dedik. Ben de dedim, ‘Arkadaşlar, maşrapa da önemli.’
Çünkü bunlar pratik şeyler ve bizim gündelik hayatta tek başımıza, anlık kararlarla halledebildiğimiz şeyler. Paramız var, çalışıyoruz, gördük mü alıyoruz eve, bitti. Bunun üstüne düşünmek için yarım dakika yetiyor. Hatta düşünüp satın almak için bile yarım dakika geçiyor. Ama orada, cezaevinde, kısıtlı imkanlar, sert koşullar, kurallar silsilesi içinde ve ortak bir iradeyle karar vermek zorundasın.”
Cezaevi haberi içeriden yazılırsa…
Elif Akgül’ün cezaevinde geçirdiği 101 gün, sadece bir tutukluluk süresi değil, aynı zamanda gazetecilik deneyimini içeriden yeniden kurduğu bir dönem olmuş. Mahpus haklarına dair yıllardır haber yapan bir gazeteci olarak, içeride yaşadıklarıyla birlikte, ‘Cezaevi konusuna artık daha farklı bakacağız’ diyor.
Özellikle sağlığa erişim konusunda:
“Tabi ki hepimiz bir şekilde kaldığımız yerden uzmanlık alanlarımıza devam ediyoruz. Ama ben arkadaşlar için de söylüyorum. Çünkü hepimizin konuştuğu bir şeydi, ‘çıkınca cezaevi üzerine daha fazla çalışacağız’ kısmı. Hepimizde oldu bu.
Mesela ben yıllardır cezaevleri, koşullarıyla ilgili haber yapıyorum. Raporları okuyorum vesaire. Fakat fark etmiyor; orada yaşayınca, pratiği bambaşka. Oradaki ihtiyaçları içeriden çok daha farklı gözlemliyorsun. Dolayısıyla hepimizin söylediği şey şu oldu: ‘Cezaevi konusuna artık daha farklı bakacağız.’ Çünkü dışarıdan tahayyül edemeyeceğin, ‘ya bu kadar da değildir’ dediğin çok ufak şeyler içeride büyük sorunlara dönüşebiliyor.
Sağlığa erişim zaten başlı başına büyük sorunlardan biri. Bakırköy Cezaevi doktoru bu konuda çok kötüydü. Bildiğim kadarıyla bir savcının eşiymiş ve sonradan oraya getirilmiş. Gerçekten kötü bir muamele. Biz ilk cezaevine girdiğimizde doktor muayenesine gidiyorsunuz ama böyle dört metre mesafeden yaklaşılamıyor. Orada durmak zorundasın. Oradan ‘neyin var?’ diye soruyor, sen anlatıyorsun.
Ben, ‘Şu ilaçlara ihtiyacım var, kronik rahatsızlıklarım var, zaten raporum var, önceden yazdırmıştım’ falan dedim. Neyse ki biraz uğraştırarak da olsa ilaçlarım geldi. Diğer arkadaşlara göre çok daha kısa sürede ulaştım. Çünkü kronik migrenim, sırt ağrım ve Haşimato’m var. Bu üç ilacı düzenli kullanmam gerekiyor. Onlar bir şekilde geldi.
Ama anlık hastalıklar olduğunda durum farklı. Revire çıkmak için sürekli dilekçe yazıyorsun, yine de çıkamıyorsun. Bizim koğuş en az üç kez bir salgın atlattı. Hepsinde kendimi korudum ama çok zor korudum. Alan küçüktü.
Ateşlenenlere sadece Parol, bazen İburamin gibi şeyler veriliyor. İkinci ya da üçüncü gün hastaneye götürüyorlar. Ama hastaneye götürülmek de başlı başına ayrı bir süreç. Ringe biniyorsun falan, gerçekten tatsız bir konu.”
‘Cezaevi, hastalanacak bir yer değil’

(İllüstrasyon: Christine Roesch)
Hastaneye gitmek için cezaevine giriş ve çıkış süreçlerini soruyorum.
Şöyle anlatıyor:
“Şimdi şöyle: Çıplak arama dediğimiz şeyi genelde beden içi oyuklara ya da ‘çömel, öksür’ gibi noktalardan tartışıyoruz. Ama bizim yaşadığımız şöyleydi: Cezaevine ilk girişte küçük bir odaya alındık. Normalde doktor araması yapılabilir sadece. Ama bize şu şekilde oldu: Bir önlük verildi. Kıyafet şu şekilde arandı; bir yerden geçirilmedik ama o önlükle kolumun şurasına kadar, bacağım dizime kadar sıyrıldı. Dokunmadan bir arama yapıldı.
Sonradan öğrendik ki bu da aslında çıplak arama kapsamına giriyor. Dokunulmasa bile, bu uygulama çıplak arama kategorisine giriyormuş. Biz bunu sonradan öğrendik. Bu kısmı önemli. Yani cezaevleri üzerine çalışmak gerekiyor dememin bir nedeni de bu.
Ama zaten hastaneye gitmek başlı başına bir işkence. Ringe gidiyorsun, kelepçeleniyorsun, doktorun yanına öyle çıkıyorsun. Oysa doktorun kelepçeli muayene etmemesi, polislerin içeride olmaması gerekiyor. Ama bazen oluyor, bazen olmuyor. Bunların hepsi ayrı ayrı dert. Zaten terör suçundan içeride olduğumuz için ‘terör suçlusu’ olarak muamele görüyorsun.
Benim de dizimde hafif bir sakatlık vardı. Tutuklanmadan bir gün önce MR çekilmiştim ama sonucu göremeden tutuklandım. Cezaevinde bir gün, Alaturka tuvaletleri kullanırken ayağım kaydı. Sağ diz bağımda sızı başladı. Önce ufak bir ağrıydı ama zamanla şiddetlendi, ödem yaptı. Tuvalete bile çıkamaz hale geldim.
Revire gittim, doktor değil hemşire gördü. İlaç yazdı ama o ilaçlar gönderilmedi. Tekrar dilekçe verdim. Hastaneye çıkmak için de yazdım ama çıkarılmadım. Ancak tahliye olduktan sonra doktora gidebildim. Şu an topallayarak yürüyorum.
Dolayısıyla, sağlığa erişim büyük bir konu. Cezaevi, hastalanacak bir yer değil. Geçirdiğim 105 gün boyunca kendi kendime ‘Ben buradan hastalanmadan çıkacağım. Tüm irademi buna kullanıyorum. Hiçbir şekilde hastalanmadan çıkmak istiyorum.’ dedim. Grip olduğunda ‘yat dinlen’ derler. Ben daha önce zatürre geçirdiğim için çok ağır geçiriyorum. İlaçsız iyileşemiyorum. Yani doktora da çıkamayacağım, ilaca da ulaşamayacağım ‘Herhalde ölürüm’ dedim.”
Cezaevinde beslenme ne kadar adil? Çölyaklar, veganlar, vejetaryenler…

(Fotoğraf: Uçurtmayı Vurmasınlar (1989) filminden bir sahne)
Hayatın çok içinden ve “sıradan” bir konuya daha değiniyoruz. Beslenme meselesine… Ancak buraya devam etmeden önce bir not düşmek gerek. Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutuklu bulunan gazeteci Perihan Sevda Erkılınç’a!
Aynı zamanda çölyak hastası olan Erkılınç, cezaevinde glütensiz beslenme hakkına erişemiyor.
Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği (CİSST), bu konuyla ilgili şöyle diyor:
“Çölyak hastalığı, sindirim sisteminin glutene karşı aşırı hassasiyet göstermesinden kaynaklanır ve beden bu maddeye, iç organları tahrip edecek şekilde tepki verir. Gluten buğday gibi tahıllarda bulunur, dolayısıyla çölyak hastaları ekmek, bulgur, un gibi Türkiye’de bir çok yemeğe katılan gıda maddelerinden uzak durmalı, hatta, hastalığın durumuna göre, bunların pişirildiği kaplarda pişen glutensiz yemeklerden dahi yememelidirler. Çölyak bu bakımdan cezaevinde olmayan insanlar için de zor bir hastalıktır, ancak dışarıdakiler gıdalarına dikkat ederek sağlıklarını koruyabilirken hapishanedekiler bu olanaktan mahrumdur.”
Elif Akgül, beslenme koşullarını şöyle anlatıyor:
“Yemek konusu da önemli. Benim açımdan yemek sıkıntılı geçmedi açıkçası. Cezaevi yönetimi benden daha iyi yemek yapıyordu yani. Yemediğim bir şey olmadı. Vejetaryen de değilim.
Ama dışarıda annem, yemekleri beğenmişsin falan deyince, dedim ki: ‘Ben şu an kilo almamak için kahvaltı etmiyorum, biliyor musunuz?’ Çünkü bir noktadan sonra menü sürekli tekrar ediyor. Zaten Adalet Bakanlığı onaylı menüler bunlar. Aynı menüler dönüp duruyor. Bir noktadan sonra baygınlık geliyor, yiyemiyorsun. Karbonhidrat odaklı öğünler çıkıyor genellikle.
Şeker hastalığın varsa, tansiyon problemin varsa, ya da glutensiz beslenmen gerekiyorsa bu yemekler kesinlikle uygun değil. Ben mesela tuzlu yiyorum, Haşimato’m olduğu için de iyot almam gerekiyor. O yüzden benim için sorun olmadı ama başka türlü kronik hastalığı olanlar için uygun değil.
Bir ara gelip “Glutensiz ekmek ister misiniz?” diye sordular. Bir iki defa geldi ama sonra gelmedi. Haşimato olduğum için bende de gluten hassasiyeti var ama bir çölyaklı kadar ekstrem değil. Çölyak, görece daha az rastlanan bir durum ama Türkiye’de, özellikle Akdeniz ülkelerinde tiroit hastalıkları oldukça yaygın. Bilhassa kadınlarda. Ancak buna uygun bir beslenme düzeni cezaevinde yok.
Zaten cezaevi menüleri Sağlık Bakanlığı’yla birlikte hazırlanıyor. Belli bir yaşta yetişkin kadının alması gereken kaloriye göre bir menü oluşturuluyor. Ama içeride bu kısmın o kadar gözetildiğinden emin değilim.
Bizim koğuş görece az yiyen bir koğuştu. Ekmeği de, yemeği de daha az tüketiyorduk. Ve sürekli yemek atıyorduk. Bu, içimizi acıtıyordu. Müşahededeyken birer saat avlu süresi oluyordu. Oradaki kadınların yemeğin yetmediği üzerine konuştuğunu biliyorum.Mesela biz 16 kişiyken gelen pilav miktarıyla, 8 kişi kaldığımızda gelen pilav miktarı aynıydı. Kocaman bir kapta 5 kilo pirinç geliyor. Yani göz kararıyla kepçelenip dağıtılıyor. Oysa kişi sayısına göre olması gerek. Hem israf var hem de diğer mahpuslara karşı bir haksızlık var.”
Anneleriyle birlikte cezaevinde kalan çocuklar
Cezaevinde anneleriyle birlikte kalan çocukların beslenmelerine dair gözetilen bir durum olup olmadığını soruyorum. Ancak Elif’in bulunduğu koğuşta çocuklu mahpuslar olmadığı için bu duruma tanıklığı olmadığını kaydediyor. Fakat anneleriyle birlikte cezaevinde kalan çocuklarla ilgili şu tanıklığını ekliyor:
“Koridorlarda çok sayıda çocuk gördüm, kreşe giderlerken vs. Ben tahliye olurken çocuklar dışarıdan içeriye giriyordu. O çocuklar her gün X-ray’den geçiyorlar; dışarıya çıkarken X-ray, sonra tekrar içeri girerken X-ray. Bu, bence bir çocuk için çok dramatik. Bir çocuğun günlük hayatında dışarı çıkarken öncesinde ve sonrasında X-ray’den geçmesi başlı başına bir konu. Üstelik sürekli üniformalıların, cop taşıyanların etraflarında olması. Burası ne olursa olsun, şiddetin görünür olduğu bir mekan. Jandarmalar, infaz koruma memurları, polisler girip çıkıyor, kelepçeleri var, copları var. İnanılmaz katı bir hiyerarşinin olduğu bir mekan burası; evdekinden farklı, daha askeri bir düzen var. Ast-üst ilişkileri orada ve çok belirgin. Çocuklar böyle bir ortamda büyüyor.”
‘Mektup, cezaevinin o kısıtlayıcı alanını büyüten bir şey’

(İllüstrasyon: Michelle Mildenberg)
Mektupları konuşuyoruz… Bir mahpus için dışarıyla avukatları ve görüşçüleri dışında temas kurabildiği o kağıtları.
Ne anlama geldiğini şöyle anlatıyor Elif Akgül:
“İlk gittiğimde bir arkadaş içeriye dair her şeyi anlatıyordu, ‘Buraya mektup gelecek, mektup diye bağıracağız, koşacağız falan’ demişti. Ben de ‘O kadar da değil’ demiştim. Ama gerçekten mektup çok önemliymiş. Hem de öyle böyle değil. Mesela mektup gelmeyince moralin bozuluyor. Milletvekillerinden gönderilenler; mesela Sevda Karaca, hepimize ayrı ayrı yazmış ya da Çiçek Otlu.. bu ikisini ayrı tutarım.
Çünkü mektup yazmak zor, öyle bir pratiğimiz yok. Ama benim için en etkileyici olanı RSF Almanya’nın yürüttüğü bir kampanyaydı. Almanya’dan bana çok mektup geldi. Andrea diye bir kadın var, Hamburglu. Bana üç tane mektup yazdı, çok tatlıydı. Tanışmıyoruz, hiçbir alakamız yok ama ilk yazdığı mektupta ‘Hamburg’daki ilk güneşli gün’ diye başlamıştı. Unutmuyorum; ‘Bugün hava sıfır derece, kuşlara su verdim, şunu şunu gördüm, paylaşmak istiyorum’ diyordu.
Mektup, cezaevindeki liner akan ama akamayan zamanı bölen bir şey. Cezaevinin o kısıtlayıcı alanını büyüten, genişleten bir şey dışarıdan gelen her şey. O yüzden birbirimizle tanışmak zorunda değiliz. ‘Bugün böyle bir film izledim, onu anlatıyorum’ demek bile çok iyi geliyor. Mektup konusu çok önemli hiçbir şey olmasa bile kart atılması gerekiyor. Sırrı Süreyya Önder’in cenazesini biz televizyondan izlemiştik, ama cenazenin nasıl olduğunu dair detayları gelen mektuptan öğrendim. Sonrasında bütün koğuş okumuştu.”
‘Cezaevlerini feminist perspektifle okuyabilmek gerekiyor’
Cezaevinin feminist bir politika alanı olduğunun altını çizen Elif Akgül, bu politikanın yürütüldüğünden ancak yeterli olmadığından bahsediyor:
“Bunu en çok içeri girince fark ediyor insan. Oraya dair daha kapsayıcı, daha fazla söz kurmak gerekiyor. Çünkü biz hep siyasi mahpuslar üzerinden konuşuyoruz. Raporlarda bile adli mahpuslar varken en çok siyasileri öne çıkarıyoruz. Hasta tutsaklar, vesaire… Ama biraz daha geniş bir çerçeveden bakmak gerekiyor. Ya da (böyle yapıldığı için söylemiyorum ama) bunu yaparken de kriminalize etmeden yapmalı. Hak konusuyla kriminal konu arasındaki farkı iyi anlamak lazım. Çünkü cezaevi üzerine çalışan feminist avukatlar da var, ama yeterli değil işte. Yani o kadar kişiye yeterli değil. Perspektif açısından da yeterli değil. Orayı biraz feminist perspektifle okuyabilmek gerekiyor. Aksi takdirde o kısılmışlığı anlamak çok mümkün değil.”
Dolayısıyla konuştuklarımız, cezaevini sadece bir “kapatılma” mekanı değil, patriyarkanın ve toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden ve yeniden üretildiği bir alan olarak görülmesi gerektiğini gösterirken, Elif Akgül’ün de söylediği gibi: Cezaevleri özel ve kamusal alanın iç içe bulunduğu, haliyle feminist politikaya en çok ihtiyaç duyulan yer.