Çoban ve sürüsü ile, akşam saat altı civarında Doğu Bayazıt, Dağdelen yaylasına doğru yola çıkıyoruz. Çıkış, sürünün hızına ve büyüklüğüne göre 4-5 saati buluyor. Hayvanlar ne kadar açsa, çıkış o kadar hızlı ve düzenli gerçekleşiyor. Koyun, koç ve keçi olmak üzere sürüde dört yüzün üzerinde küçük baş hayvanla yola devam ediyoruz. Ertesi sabah tekrar köye dönene kadar sürünün güvenliği ona emanet. “Bir tanesine bir şey olsun canımı veririm” diyerek bu emanetin değerini bana anlatıyor.
Dört aydır her gün sürüyle yaylaya çıkıyormuş. Ona, köpeği ve eşeği eşlik ediyor. Köpeğinin adı Urdi, eşeğin adı ise Suzi. Sürüdeki hayvanların da adları var mı diye şaka yapıyorum. Ciddiyetini bozmadan, her biri Allah’ın adını taşıyor diyor. Dikkatle onu dinlemeye devam ediyorum. “Her birinin üzerinde bir sembol veya bir harf şeklinde bir doğum lekesi vardır. Bu leke onların adıdır” diyor. Her birini tek tek tanıyor, her biri de onu tanıyor, çıkardığı seslere göre hizaya giriyor ve gösterdiği yöne doğru yürümeye devam ediyor.
Yol boyunca karşılaştığı tehlikelerden en büyüğü kurtlar. Bu yüzden köpeğine çok güveniyor. Köpeği ile ilk karşılaşmamızda, üzerime doğru hızla koşarak dişlerini gösterse de, çobanın o anda arka arkaya çıkardığı seslerle, önümde hız kesiyor ve usulca iki ayağının üzerine oturuyor. Bir süre etrafımda dolanıp gözlerime bakıyor ve sonra uzaklaşıyor. Çoban, bu sefer başka tonlarda sesler çıkararak onu görev yerine tekrar gönderiyor. Çobanın çıkardığı her bir ses, bir kelimeye, arka arkaya değişik tonlarda bağırışı bir cümleye dönüşüyordu. Köpeğe, uzaktan tam önüme gelene kadar olan süre boyunca, adeta “Onu tanıyorum. Bana bir zararı yok” demişti ve köpek ona her zamanki gibi itaat etmişti.
Köpeklerini kendileri eğitiyorlar. “Bu büyüklükte bir sürü için aslında bir tane köpek yetmez. En az, üçü erkek, biri dişi , dört köpek gerekir ama bugün böyle oldu, ne yapalım, sürüsü daha büyük olan başka bir çobanın acil ihtiyacı vardı, ona verdim diğerlerini”
Urdi, sağa sola koşturarak , sürünün dağılmasına engel olmakta çobanın en büyük yardımcısı. Bir gözü sürüde, bir gözü de hep çobanda. Bu karmaşa içinde Suzi’nin sakinliği ve yavaş ilerlemesi dikkatimi çekiyor. Yükü çok ağır gözükmüyor. Heybesinde bir silah, şemsiye, birkaç battaniye ve yiyecek taşıyor. Akşamı geçireceği çadırının nerede olduğunu soruyorum. Bana parmağıyla uzaktaki bir noktayı gösteriyor. “Orada bir karaltı görüyorsun ya o bizim çadırımız, Çobanlar her şeyi paylaşır, değişik noktalarda çadırları vardır, orada sabahlarlar. Ayrıca bir tehlike veya acil bir ihtiyaç durumunda her zaman birbirimizle haberleşiriz ve yardım için ne gerekiyorsa yaparız’
Nitekim, o sabah, bir çoban arkadaşı, sürüsünde hasta bir koyun olduğunu ve sürünün güvenliği için koyunun köye geri götürülmesi için onu aramıştı. O da sürünün sahibini arayıp durumu bildirmiş ve koyunu yayladan at üstünde köye, sahibine getirmişti.
Hava kararmaya başladığında, çobanın yanından ayrılıyorum. Ben, aşağı, köye doğru ilerlerken, çoban, sürüsü ile gecenin karanlığına doğru yol alıyordu. Bir iki saati daha vardı o ta uzaktaki çadırına ulaşmak için. Uzaktan sesi halen yankılanıyor, etraftaki yaylalardaki çobanların seslerine karışıyordu.
Çobanlar, bir bütünün parçası olduğumuzu bize hatırlatıyor. Çoban, orada, etrafındaki hayvanlara karşı bir üstünlük göstermiyordu. Üzerinde bir pantolon, bir tişört, bir mont var, bir de elinde asası. Urdi’nin ise ne bir tasması var ne de çobanının elinde Urdi’nin ipi. Sadece boynunda, çiviler olan bir yakalığı var , kurtların saldırısına karşı koruma amaçlı. Suzi’nin üzerinde ne bir eğeri var ne bir yuları, sadece heybesi.
“Sensiz bir eksiğiz” söyleminin hem fiziksel hem ruhsal anlamda birebir şahidi onlar. Köpeği, sürüde tek başına da olsa verilen emirleri sonsuz bir enerji ile harfiyen uygulamaktan mutlu. Çobanı olmasaydı, en iyi ihtimal ile boynunda tasması, zincire bağlı olarak bir barınakta olacaktı. Ya eşek, Suzi, böylesine özgür, hafif ve keyfine göre yavaş yavaş, tırmanabilecek miydi yaylaları çobanı olmasaydı. Belki üzerinde eğeri, ağzında yuları, yük hayvanı olarak, şehirde, arabalar arasında, toz duman içinde, ağır yükleriyle oradan oraya koşturacaktı. Ya sürü, çobanı olmasaydı, ta uzakta yaylada, kurt gelse, doğum yaparken kuzusu rahminden çıkmakta güçlük çekse, hastalansa, başka kim onu koruyacak, hayatta kalmasını sağlayacaktı.
Ya çoban, bu kadim mesleği olmasaydı, bilecek miydi sürünün izini sürdüğü ve beslendiği otların tadını, şifasını, doğa ile baş başa kalabilmenin ayrıcalığını ve ona düşündürdüğü Allah’ın adlarını.
“Kaç yıldır çobanlık yapıyorsun?” diye sordum ona. “Yok ya, ben çoban değilim” dedi gülümseyerek. “Çoban olmak zor, herkes çoban olamaz” dedi. Bu mütevazılığının bilgeliğinden geldiğini biliyordum.