• Ana Sayfa
  • Ekoloji
  • COP30’un çelişkileri, mücadeleler ve yeni ortaklaşmalar

COP30’un çelişkileri, mücadeleler ve yeni ortaklaşmalar

COP30’un çelişkileri, mücadeleler ve yeni ortaklaşmalar
  • Yayınlanma: 18 Kasım 2025 09:15
  • Güncellenme: 18 Kasım 2025 09:16

Brezilya’da resmi zirve ile aynı kentte, Amazon’un giriş kapısı olarak bilinen Belem kentinde fakat farklı bir alanda (Para Eyaleti Federal Üniversitesi) gerçekleştirilen COP30 Halkların Zirvesi, teknik iklim müzakerelerinin ötesine geçen bir politik yoğunlukla Belém’i küresel toplumsal muhalefetin ana sahnelerinden birine dönüştürdü.

Bu yılki süreç, son üç yıldan farklı olarak, yalnızca hükümetlerin beyannameler yayımladığı bir diplomatik toplantı olmaktan çıkıp, işçi sınıfından yerli halklara, feminist hareketlerden gıda egemenliği kolektiflerine uzanan geniş bir toplumsal koalisyonun görünür hale geldiği bir moment yarattı.

PT hükümeti, üçüncü Lula döneminin iç çelişkileriyle şekillenen bir atmosferde, toplumsal hareketlerle ilişkisini yeniden kurmaya çalışırken; PSOL, “eleştirel destek” pozisyonunu koruyarak hükümetin özellikle fosil yakıt politikaları, toprak reformu, yerli halkların özerkliği ve agro-endüstriyel kompleksle kurduğu ilişkiler konusunda daha radikal adımlar atması yönünde baskı uygulamayı sürdürdü. Bu tartışmaların gölgesinde COP30’un etrafında oluşan toplumsal basınç, hükümetin sınırlarını ve hareketlerin beklentilerini yeniden belirledi.

Bu dönemde yerli halkların toprak hakları, Amazon’da yeni petrol arama projelerinin tamamen durdurulması ve endüstriyel tarımın genişlemesine karşı koyma talebi hem yerelde hem küreselde belirleyici bir hat oluşturdu.

13 Kasım’da resmi zirvenin basılması ve 15 Kasım’da Belem dahil dünyanın pek çok yerinde düzenlenen yürüyüşler, COP30’un küresel iklim adaleti mücadelesinde bir eşik haline geldiğini gösterdi. Belém’de 40 bin kişinin katılması beklenirken 70 bine yakın kişinin sokaklara çıkması, hareketin toplumsal tabanının beklenenden çok daha geniş olduğunu ortaya koydu.

Katılımcıların önemli bir bölümü Amazon’un yerli halklarından oluşuyordu; bu da Brezilya’nın en radikal ve en uzun soluklu ekolojik direnişinin COP atmosferine doğrudan taşındığını gösteriyordu.

Yerli topluluklar onyıllardır petrol şirketlerinin, madencilik faaliyetlerinin, baraj projelerinin ve ormansızlaşma baskısının karşısında hem fiziksel hem politik anlamda öncü bir mücadele yürütüyor. Dolayısıyla COP30’da kurulan sahnenin arka planında yalnızca bir konferans değil, bölgenin tarihsel hafızası, sömürgecilik karşıtı direnişi ve ekososyal mücadeleleri vardı.

Bu süreçte tartışmaların odağında yer alan konulardan biri de Lula hükümetinin Halkların Zirvesi’ni resmi COP’un bir tamamlayıcısı olarak sunma eğilimiydi. Normalde toplumsal hareketlerin kendi özerk alanı olarak örgütlenen Halkların Zirvesi, bu yıl Brezilya devletinin özellikle Pará eyalet hükümeti aracılığıyla güçlü bir biçimde desteklendi.

Sağlık, tarım ve iklim değişikliği bakanlıklarının zirvede görünür biçimde yer alması, “diğer ülkelerin yapamadığını biz yapıyoruz” hissiyatını güçlendirdi ve hükümete olumlu bir imaj kazandırma amacı taşıdığı yönündeki yorumlara neden oldu.

Resmi yapıların bu kadar görünür oluşu ise alternatif zirve içinde yoğun tartışmalar yarattı. Bazı radikal sol gruplar, devletin bu düzeydeki katılımını hareketin özerkliğini zayıflatma girişimi olarak yorumlayarak zirveden çekildi. Bu durum Latin Amerika’daki uzun soluklu “devlet ve hareket ilişkisi” tartışmasını COP30 bağlamında yeniden gündeme getirdi: Devlet desteği bir kazanım mıydı, yoksa radikal taleplerin sınırlandırılmasına dönük bir strateji mi?

Her şeye rağmen Halkların Zirvesi’nin programı, altı tematik eksen etrafında şekillenen güçlü bir politik ortaklaşmayı mümkün kıldı. Bu eksenler toplumsal adalet, yerli halkların ve geleneksel toplulukların hakları, enerji politikalarında adil geçiş, gıda egemenliği ve agroekoloji, işçi sınıfının hakları ve ekososyal dönüşüm ile feminist, LGBTQIA+ ve ırkçılık karşıtı mücadelelerin iklim adaleti eksenine entegrasyonunu içeriyordu.

Bu tematik yapı, hem Brezilya’nın çok katmanlı toplumsal hareket mimarisini hem de küresel çapta iklim adaleti mücadelesinin giderek daha radikal, daha bütüncül ve daha sınıfsal bir karakter kazandığını yansıtıyordu. Özellikle fosil yakıtların tamamen terk edilmesi talebi, enerji geçişinin piyasa mekanizmalarıyla değil toplumsal dönüşümle sağlanması gerektiği fikri, agro-endüstriyel modele karşı agroekoloji temelinde başka bir tarımsal gelecek inşası ve bakım krizini görünür kılan feminist analizler, zirve boyunca birbirini besleyerek ilerledi.

Bu yıl Belém’de açığa çıkan atmosferin önemli özelliklerinden biri, Glasgow’dan bu yana giderek belirginleşen “birbirimizden öğrenme” kanallarının kurumsallaşmış olmasıydı. Küresel Güney’in madencilik karşıtı mücadeleleri, yerli özyönetim deneyimleri, feminist ekonomi perspektifleri, sendikal hareketin adil geçiş talepleri ve tarımsal ortak yaşam pratikleri bu zirvede sadece yan yana gelmedi; aynı zamanda birbirine yöntem, araç ve strateji aktardı. Bu karşılıklı öğrenme süreci, iklim adaletinin yalnızca ekolojik bir mesele değil, aynı zamanda sınıf, ırk, toplumsal cinsiyet, toprak hakkı ve demokrasi mücadelesi olduğunu daha da görünür kıldı.

Sonuç olarak COP30, tüm çelişkilerine rağmen, toplumsal muhalefetin tarihsel deneyimlerinin, yerli halkların direnişlerinin, işçi sınıfının taleplerinin ve feminist hareketin perspektiflerinin küresel iklim siyasetinin merkezine taşındığı bir an olarak kayda geçti. Belém’de kurulan bu çoğulcu ve radikal çerçeve, iklim mücadelesinin yalnızca karbon hesapları üzerinden değil, toplumsal adalet, özyönetim ve kolektif yaşamın yeniden kurulması üzerinden de şekillendirilebileceğini gösterdi.

Bu nedenle COP30, devletlerin değil halkların ve emekçilerin geleceğine dair söz ürettiği, deneyimlerini paylaştığı ve ortak bir yön tayin ettiği dönüm noktalarından biri olarak anılmayı hak ediyor.