Çözüm kaçsanız da kapınızı var gücüyle çalıyor!
Yüksel Genç 13 Şubat 2025

Çözüm kaçsanız da kapınızı var gücüyle çalıyor!

İlginç politik taktiklerin uygulandığı, değişik bir barış sürecinin içinde olduğumuzu düşündüren çok sayıda gelişme yaşanıyor. Adeta sular durulmadan önce iyice bulandırmanın, barışmadan önce iyice savaşmanın, demokratikleşmeden önce iyice demokrasisizleşmenin (demokrasiden iyice uzaklaşmanın), özgürleşmeden önce baştan sona kuşatılmanın mümkün kılındığı bir ortamın oluşması zorlanıyor gibi. Olağan bir barış sürecinden beklenen; suların durulması, silahların susması, demokratikleşme adımlarının güçlenmesi, özgürlük sahalarının genişlemesidir. Burada ise olağan olmayanda ısrar edenler olağan sonuçlara erişeceğimizi müjdeliyor. Farklı bir stil! Ama inandırıcı mı? Hayır! Olumlu mu? Değil!

Kürtlerin uzun yıllardır yürüttüğü eşitlenerek özgürleşme ya da özgürleşerek eşitlenme mücadelesi adeta özgürlüğünden edilerek (özgürsüzleşerek) eşitlenmeye doğru bir eğilimle karşılanıyor. Düne kadar Kürtlere uygulanan hukuku eğip bükme mahareti, milliyetçisinden ulusalcısına, Kemalist’inden hiçbir politik aidiyeti olmayana doğru genişliyor.  En dokunulmaz sayılana da en örgütlüsüne de dokunuluyor, “ne diye dokunsunlar ki” denene de en örgütsüz görünene de dokunuluyor. Herkes “ona bile” diyerek önce şaşırıyor, sonra da hızla yaşamını bir nevi “suçlulaştırılma” (suçlu kılınma) olasılığına göre hizalıyor, otosansürün geçer akçe olduğu bir distopyanın etekleri tutuşuyor.

Herkes kendi derdine düşüyor, herkes “suçlulaştırılma” (suçlu kılınma) riskini bertaraf etmekle meşgul edilerek memleketin iki yüzyıllık en önemli meselesinden uzaklaştırılıyor. Kucaklaşarak barıştırmak yerine adeta herkes suçlulaştırılarak (suçlu kılınarak) buluşturulmak isteniyor. Bir başka aynılaştırma aklı işliyor.

***

Buna rağmen, bu diyalektikle uyumlu olmayan bir barış umudu da çabası da yükseliyor.

Devlet Bahçeli’nin DEM Parti sıralarına giderek başlattığı süreç bugün yeni bir kritik eşiğe gelmiş bulunuyor. Sürecin başından bu yana dile gelen “çağrı” beklentisi iktidar kanadının ardından İmralı heyeti ve DEM partinin açıklamalarıyla alabildiğine yükseltilmiş görünüyor.

Aylardır işaret edilen, DEM Partililer tarafından duyurulan “15 Şubat” açıklaması merakla bekleniyor. 15 Şubat takviminin birkaç gün öncesi veya sonrasına yetişebileceği dile gelen çağrının neden bu takvim aralığında yapılacağı çok tartışılmasa da içeriğinin ne olacağı üzerinde çokça spekülasyon yapılıyor.

Oysa 15 Şubat Kürtler açısından kritik bir takvim. Ama aslında Türkiye siyasal tarihi açısından da kritik bir takvim.

Bu tarih, beklenen “kritik ve önemli” çağrıyı yapacak olan Abdullah Öcalan’ın bir kumpasla Türkiye’ye getirilişinin 26. yıl dönümü. Öcalan, başını CIA’nin çektiği uluslararası güçlerin ortak operasyonu sonucu Türkiye’ye getirildiğinde dönemin Başbakanı Bülent Ecevit “ABD bize Apo’yu neden verdi, bilmiyorum” demişti. O gün Öcalan’ın neden Türkiye’ye verildiğini anlamayanlar, bugün neden bir barış ve çözüm sürecinin başladığını ya da başlaması gerektiğini de belli ki anlamıyorlar. Bütün bu, atı yokuş yukarı sürme çabaları, tüm düğmelere basma telaşları belki de bundan.

O dönem, anlamak için kafa yormayanlar, ya da anlamazlıktan gelenler bu ülkeye tam 26 yıl kaybettirdi. Sadece 26 yıl mı? On binlerce can, halklar arasında açılan travmatik uçurumlar, milyarlar, ekonomik, siyasal, kültürel krizler, yoksulluk, çürüme ve daha bir sürü şey kaybettirdi.

26 yıl sonra bugün yine geldik aynı noktaya; o dönem “ABD Apo’yu bize niye verdi?” diyenlerin yerini “Kürt sorununu çözmüştük, terörü de yeniyorduk, nereden çıktı bu çözüm ve barış süreci” diyenler almış görünüyor.

O gün bilmediklerini söyleyenler veya bilmemekte ısrar edenler veya bilmenin gereğini yerine getirmekten kaçınanlar gitti, bugün bu sürecin nereden çıktığını göremeyenlerde ya da görmeme ısrarında olanlarda ya da gördüğünün gereğini yapmayanlarda aynı kaderi paylaşır mı bilmiyorum. Tarih bunun mümkün olduğunu söylüyor. Burada önemli olan gidenler değil, bu ülkeye kalan acılı çıkmazlar. Gelinen nokta bize ne olursa olsun bu ülkenin, Osmanlı bakiyesinden kalma iki yüzyıllık çatışmalı meselesini artık çözmek mecburiyetine ve koşullarına sahip olduğu hassas bir tarihsel momente girdiğini gösteriyor.

Açık ki 20. Yüzyılı kurgulayan paradigma artık çöktü. Yenisi, eskisinin borç bakiyeleri ile inşa olmak istemiyor!

***

15 Şubat’ı Kürtler ve devlet için önemli kılan bir diğer anlam şu; bundan tam yüzyıl önce Cumhuriyetin ilanının ardından çıkan ilk büyük Kürt isyanı olan (Cumhuriyet ilanı öncesine ait isyanlarda var) Şeyh Sait isyanının da yıldönümü. İnkâr-İsyan- bastırma döngüsünün aşılamayan yüzyıllık hikayesinin başlangıcı. Siyasette takvimler hele hele tarih yaratacak takvimler hasbelkader seçilmezler. 15 Şubat bunun tipik bir örneği.

Gelelim bu 15 Şubat’a. Döngü kırılacak, tarih yaratılabilecek mi? Kürt siyasi hareketine göre bu defa arzulanan bu. Ortaya çıkan yeni olanağın kimseye bir yüzyıl daha kaybettirmemesi için 15 şubatta tarihi çağrı yapılacak. Birkaç gün sarksa bile bu durum böyle.

Dün Mezopotamya Ajansı’nda yer alan ve PKK adına yapılan açıklama bu sürece dair çok önemli bir eşiğe daha gelindiğine ve yeni eşiğe toplumu hazırlama arzusuna işaret ediyor.  PKK’nin sürece dönük en açık ikrarı ve irade beyanı olarak değerlendirilebilecek açıklamaya göre;

“… Çok ciddi bir karşıtlık ve darbesel bir müdahale olmazsa” Öcalan herkes için bir değişim, dönüşüm ve yeniden yapılanma süreci başlatacak. Öcalan’ın açıklaması ile PKK ve Kürtler değişecek, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türkiye ortamı değişecek, Ortadoğu ve tüm dünya değişecek. Devlete ve Türkiye toplumuna “Korkmayın” diye seslenen bildiri; Öcalan ve Kürtlerin ülkeyi bölmeyeceği devleti yıkmayacağı, yeni süreçle herkesin demokratik yararının esas alınacağını söylerken, herkesi de göreve davet ediyor.

İlgili açıklamaya göre PKK Öcalan’ın çağrısına uymaya hazırlanıyor. Peki devlet? Peki iktidar? Onlar hazır mı? Ülkede hâkim kılınan iklim, Ekim ayından bu yana özgürlükler alanında yaşanan daralma ve toplumda hâkim kılınan distopik emareler bu konuda iyimser olmayı bir miktar güçleştiriyor.

En nihayetinde Kürt meselesinin çözülmesini demokratikleşme bağlamına oturtarak çözmek için bile yapılması gereken asgariler yapılmıyor. Aksine örgütlenme, ifade, siyaset yapma, seçme seçilme hak ve özgürlük alanları alabildiğine daraltılmış görünüyor. Bahçeli’nin süreci başlatmasından bu yana; DEM Partili belediyelere atanan kayyımlar, “kent uzlaşısı”nın etkili olduğu belediyelere, CHP’li belediyelere baskınlar, Gezi gerekçeli gözaltı ve tutuklamalar, Rojava ve Federe Bölge’ye şiddetini arttıran operasyonlar, ifade özgürlüğü kapsamına hukuk eliyle müdahaleler vs. hepsi adeta gelmesi beklenen süreçten kaçınmanın yollarına döşenen taşlar gibi sıralanıyor.

Belki de baskı politikalarını arttırarak İktidar, Öcalan’ı ve PKK’yi kendi çözümüne mecbur bırakmayı hesaplıyor. Peki bu ne kadar mümkün? Zor ve zayıf ihtimal.

Bu uygulamaların çözüm ihtiyaçlarını karşılaması çok güç. Bu güçlüğü aşmak için sürecin başına Devlet Bahçeli’nin çağrısına dönmek gerekiyor; yani Öcalan’ın tecritten çıkması, Kürt meselesini şiddetten politik zeminlere taşıyabilmesi, barış sürecini yürütebilmesi için koşulların yaratılması, siyaset yapabilme koşullarının sağlanması gerekiyor.

İmralı hapishanesinde tecrit altında bir Öcalan’ın yapabilecekleri sınırlı olur, etkisini gösterebilme olanağı da sınırlı olur. Hatta tecrit ve hapishane koşullarında bir Öcalan’la 50 yıllık bir savaşın bitirilmesi de 50 yıllık silahlı bir örgütün silahlardan arındırılması da gerçekçi görünmüyor.

O yüzden 5 aydır sürecin işlemesi için sorumluluktan kaçan iktidarın ilk yapacağı şey; Öcalan’ın, çağrısının karşılık bulabileceği koşullara kavuşmasını sağlaması, siyaset yapabilme olanaklarını güvenceye alması, ifade, örgütlenme ve siyaset yapma özgürlüklerini genişleterek demokratikleşme zeminini herkes için güçlendirmesi gerekiyor.

Bunlar olur mu? İktidar bunları yapma iradesi gösterir mi? Onu hep beraber kısa zamanda göreceğiz. Ancak PKK’nin açıklaması ile top iktidarın kucağında bulunuyor.

 

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.