Devlet Bahçeli marifetiyle devletin elinin DEM Parti sıralarına uzanmasıyla başlayan tartışmalarda sürekli el yükseltiliyor. Hiç olmayan şeyler olurken, hiç beklemediğimiz kişilerden beklenmedik cümleler duyuyoruz. Bahçeli, Abdullah Öcalan için meclise gelsin konuşsun diyebildi örneğin, umut hakkından bahsetmesi de çabası. Bu kez CHP ve Özgür Özel de (her ne kadar çatlak sesler arada duyulsa da) el yükseltenler kervanına katılmış durumda. İlk kez böyle bir atmosfer yaşıyoruz.
Yaşananların ya da daha doğru ifadeyle devletin aks değişikliğinin sebeplerini tabii ki uluslararası konjonktürde arayacağız, tabi ki yaşananların Ortadoğu’nun kan gölüne dönmesiyle, Türkiye’nin devleti ve hükümetiyle köşeye sıkışmasıyla, değişen dengelerle vs. alakası var. Bunları analiz etmek için biraz bölge siyasetlerini incelemek kâfi…
Aceleci bir üslup ve tarz ile yürütülen süreç daha henüz bir çözüm perspektifine bürünmüş de değil üstelik. Ancak DEM Parti milletvekili Cengiz Çandar’ ın da ifade ettiği gibi bir şeylerin bir yerlerde piştiği ya da pişirilmeye çalışıldığı da görünüyor. Farklı bir döneme giriyoruz belli ki, en azından görünür olan “şey”ler bize bunu söylüyor.
Bu farklı sürecin en radikal kesimlerin el yükseltmesiyle gelmesi de aslında dünyadaki barış süreçlerini takip edenler için şaşılası bir şey değil. Ancak adına toplumsal muhalefet dediğimiz, örgütlülüğü tartışmalı yapılar, bunu görmek ya da yapıcı/onarıcı bir muhalefet yürütmek yerine bir önceki “çözüm süreci”nin de etkisiyle “devlet ile barış mı olur”, “demokrasi gelmeden barış gelmez” gibi alışıldık argümanlara yönelmiş durumda. Bu argümanların haklı gerekçeleri de yok değil. Türkiye devletine güvenmemek konusunda tecrübeliyiz sonuçta. Ancak atladıkları bir şey var, bu tarz süreçler güvene değil, çıkarlara dayalı yürütülüyor. Kürt siyasi hareketi ile devletin birbirine güvenmesini beklersek daha çok can kaybeder, çok ağlarız.
Çok katmanlı, çok parametreli, çok aktörlü bir sorunun çözümü birbirlerine “güvenmeyen” tarafların göz hizasında müzakere etmesiyle gerçekleşir. Göz hizasından kim uzaklaşır, kim kime üstünlük taslar, kim süreci sabote etme aşamasına gelirse, işte o zaman devreye girmelidir “barış isteyen” ve başkasının sırtından kurban kesmeye değil soruna odaklanan toplumsal muhalefet. Üstelik kendi muhalefetini yaparken aynı zamanda müzakere masasında kalmayı bir önceki sürecin aktörlerinden Selahattin Demirtaş bize açık ve net bir şekilde göstermişken. Tecrübeyle sabit ki bu mümkün ama bedelleri olabiliyor bu ülkede. Bunun bedelini dim dik durarak, üstelik tüm kısıtlı haline rağmen siyaset üretmeye çalışarak ödüyor Demirtaş.
“Biz”e düşen…
İlk çözüm sürecinin başlarıydı yanılmıyorsam. Bir arkadaşımla birlikte İstiklal Caddesi’nde bir yürüyüşe katılmıştık. Barış yürüyüşünde yüz kişi ya var ya da yoktuk. O gün, “bu toplum barış istemiyor nasıl olacak bu iş” diye dertlendiğimizi hatırlıyorum. Sonraki günlerde çözüm perspektifinin, barış çabalarının toplumsallaşması için ciddi çabalar harcandı. Bu aşamada rahmetli Doğan Tarkan’ın nasıl çabaladığını hatırlıyorum. Farklı kesimlerle yapılan toplantılar, çeşitli aydın grupları, gazeteciler, meslek odaları, sendikalar ve birçok aktivist ile geniş çağrılı eylemler organize edilmeye çalışılmıştı. Hatta bunların bir tanesi için onlarca köşe yazarı köşelerini “çözüme evet” eylemi için çağrıya ayırmış, sosyal medyada kampanyalar yapılmış ancak günün sonunda Saraçhane’ye bin beş yüz kişiyi zor toplayabilmiştik.
Aradan uzun zaman geçti ancak olumlu bir gelişme yaşanmadı ülkede. Aksine, ülke şu an çok daha anti demokratik, baskı çok daha yaygın. İnsanlar tweet atmaktan dahi çekinirken nasıl örgütlenecek kitleler ve süreç nasıl toplumsallaşacak? Bunca düşmanlık ve nefret tohumu atılmışken toplumsal kesimlerin arasına nasıl olacak da birlikte yaşama perspektifini yaygınlaştıracağız. Süreci akamete uğratacak gelişmelerde nasıl bir tepki örgütleyebileceğiz? Örneğin taraflardan biri çıkıp “süreci buzdolabına koydum” gibi abesle iştigal bir söz ettiğinde ya da müzakere masasında bir şeyler (omuz hizasında, göz temasıyla) yürütülmeye çalışılırken bir yerlerde bomba patlatılsa nasıl bir tepki örgütleyip savaş baronlarının işini bozacağız? Soruları çoğaltmak tabi ki mümkün ama öncelikle meseleye nasıl baktığımızı netleştirmeliyiz.
Biliyoruz ki sadece devletin ya da tarafların çabasıyla gerçekleşen toplumsallaşma çabaları akamete uğruyor. Tüm iyi niyetine, büyük çabalara rağmen daha önceki süreçte yaşadığımız “Akil İnsanlar” projesi bunu bize net bir şekilde gösterdi. Onun için tarafları masada tutacak, barışın en azından sözünü toplumsallaştıracak araçları ve örgütlülüğü kurmak, yapıcı bir yerden muhalefet etmek sadece siyasi partilerin görevi değil. Hatta onların ki bir yere kadar etkili. Biz, yani sen, ben, hepimiz. Barışı isteyen, arzulayan toplumsal kesimler, bu işe nasıl omuz verebiliriz, bunun üzerine yoğunlaşmalıyız.
Daha önceki tecrübelerimiz bize bunun kolay olmadığını gösteriyor. Belki de nasıl süreç en radikal kesimlerin el yükseltmesiyle görünür olduysa, hiç beklenmeyen toplum kesimlerinin olumlu anlamda elini taşın altına koyması gerekiyordur…
Bu anlamda belki biz Çerkeslerin de ilk kez devletin değil de barışın yanında yer alma zamanı gelmiştir.
Bir sonraki yazıda “Çerkeslere Düşen”e, yani devletle değil (ilk kez) haklarla dost olmanın yollarına odaklanarak tartışalım…